BÜYÜĞE AYARLANMAK
Büyülüdür büyük: Varsıllık düşü yatmaz mı içimizde, nesnedeyse gözümüz, niye küçüğe razı gelelim, boyutları benzerlerinden artık olanı yeğleriz. Sayısı çok varken, tek'i ne yapalım? Ortalamayı aşanı seçeceğiz. Üstün niteliklidir büyük, önemlidir, göz alıcı, gösterişlidir, ondan ırak durabilir miyiz? Büyüğe tutkunluk; küçüğü değiştirip dönüştürme, büyültme, yenisini kurma ki bir anlamda yaratıcılık özleminin, niyetinin ilk adımı. Gözü büyükte olmak, ileriye sıçratır insanı, evriltime ivme kazandırır.
Azla yetinmeyen insanoğlu, büyüğün ardına düşerek, büyüğün yaratımına koşularak kendisini daha ileriye taşımış, dünyasını bayındır, esen kılmıştır. Yarattığı ya da sevdiği büyüğün büyüsünü kendisine yansıtmış, özgüvenini pekiştirmiştir. Doğrudur da, büyüğü oluşturmak yetenek, çaba, beceri ister.
İnatla, sabırla çalışacaksınız onun için. Bir de korunup kollanması var büyüğün. Görkemine gölge düşürmemekle yükümlüsünüz üstelik. Kolay mı büyüğü yaratmak, büyüğü niteminde tutmak?..
Herkesin ulaşabileceği bir büyük bulunur. Her insanın bir yetisi, yapabilecekleri vardır. İnsan işlevsiz değildir. Hangi yetenekle, hangi beceriyle, ne kadar çaba, ne kerte sabırla, hangi büyüğe ulaşabileceğinizi bilmek, asıl sorun! Salt boyutlusu, salt görkemlisi, üne şana bulanmışı değildir büyük; işlevi olanın, yarara yönelik olanın, gönlümüzü, gözümüzü gönendirenin her biri, karnında bir büyüğü saklar. Ya da yansıtır, gösterişli izlenimi verir.
Büyüğün, ne olduğunu biliyor muyuz, büyüğün küçükten çimlendiğinin ayırdında mıyız? Yoksa büyüğün kabuğundaki gösterişlilik midir, bizi yeteceğimiz yerden alıp, yetmezliğin kıyısına savuran? Ulaşamayacağı büyüklere adak mı yapıyoruz birçok insanı?
İster misiniz, eğitim alanımızdan bir olayla örnekleyeyim, insanımızı, büyük düşlerinde nasıl harcadığımızı: Bir ortaöğretim kurumunda yöneticiydim. Bakıyorum; derslerde, bayramlarda, törenlerde, öğretmenlerimiz, Namık Kemal, Mustafa Kemal örneklerini, ısıtıp ısıtıp sürüyorlar çocukların önüne. Özenecekleri, model alacakları iki kişi. İyi güzel de, imreneceklerinin, özgörevlerinden, düşünüş dizgelerinden çok, destanlaştırılmış edim ve ataklıkları vurgulanıyor, bu büyük adamların. Salt sevgisi, coşkusu üstüne ne duymuşlarsa, onu aktarıyorlar öğrencilere. Neden, niçin büyüklük kazandıklarına değinmiyor, yüzeyde dolaşıyorlar. Büyüklük, söz kalabalığının altında eziliyor, masallaştırılıyor, söylenceye dönüşüyor, gerçeğinden soyunduruluyor.
Bir öğretmenler kurulunda demişim ki:
“Arkadaşlar, dönüp dolaşıp Namık Kemal'i, Mustafa Kemal'i örnek gösteriyorsunuz. Erik akıllı bir öğrenci çıkar da 'Öğretmenim, onlar gibi olmak, o kadar kolaysa, siz niçin Namık Kemal ya da Mustafa Kemal olamadınız?' derse, nasıl yanıtlayacaksınız? Doğruyu, nasıl kanıtlayacaksınız?”
Evet, Namık Kemal, Mustafa Kemal örnek alınacak değerlerimiz. Herkesin Namık Kemal, Mustafa Kemal olabilecek yeteneği var mı? Onların kişiliklerini oluşturan ortam, konum ve koşul; herkes için geçerli mi? Diyelim ki aynı ortamın içine düştüler, aynı konum ve koşulları yaşıyorlar, herkes, onlar gibi edim ve atağa geçebilir mi?
Yeniyetmelik çağında çocuklara, taşıyamayacakları kanatlar takmak, onları, hepten uçamaz duruma düşürmez mi? Büyük düşleri gerçekleştirmek, büyük işlerin üstesinden gelmek herkesin kârı mı? Önce sıradan insanı, insan edebilirsek, yeteneği, gücü ve sabrı olan yolunu kendisi açabilir, zorluklarını yenebilir. Eğitimin işlevi, gençleri, büyüğün altında ezmemek olduğu kadar yetişemeyeceği düşlerin yeline kaptırmamaktır. Önce çocuğu, kendi kumaşına göre dokumak, kendi var’ı üstünden ileriye taşımaktır.
Bakın okul hizmetlisi Şükrü Efendi, görevini aksatmıyor. Hemen pencereden baksanız, Demirci Mehmet Efendi’yi göreceksiniz. Gülmezin birisi; ama işinin erbabı, kimseyi aldatmıyor, komşularıyla da uyumlu. Çankaya'da oturan da, bunlar gibiler de işini iyi yaparsa, namuslu, dürüst adamsa, toplum makinesi doğru işler, düzenli yaşamı paylaşırız. Ama bunlar, benzerleri görevini yapmaz, ulaşamayacağı düşlerde savrulursa, n'olur toplumsal düzenin, verimli işleyişi?...
Ücretli pansiyon nöbetlerine, önce tek maaşlı, çok çocuklu olanları seçerdim. İşte onlardan biri, gece nöbetlerine içkili geliyor, çocukları bırakıp kumara gidiyor. Uyarıyorum kaç kez. Tınmıyor, sevgili öğretmenimiz. İşine son veriyorum. Günün birinde, neyle karşılaşsam, beğenirsiniz? Pat, iki bakanlık müfettişi, “Çankaya’daki” demişim ya, “Cumhurbaşkanına sövmüşsün." diye soruşturmaya, kovuşturmaya gelmiş. Nöbet kaçağının, görev savsakçısının becerisiyle (!), müdürlükten alınıyor, uzak bir kasaba okuluna savruluyorum.
Bu acı olayın 15-20 yıl sonrasında, gençlerimiz kamplara bölünüp silahlı boğuşmaya giriştiklerinde, birilerinin kafasında abartılmış Namık Kemal, ötekilerinde çarpıtılmış Mustafa Kemal özentileri, atakları mı vardı? Biz mi ektik, bu tohumu diye çok düşünmüşümdür: Meşrutiyet gençlerinin yaşlarını büyülttürerek, öğrenimlerini yarım bırakıp Kurtuluş Savaşına koştuklarını, o savaşın bir gününde erden çok subayların şehit düştüğünü… İçimde kıvılcımlanan o acı, vuruşturulan öğrencilerim dağlarda öldürüldüğünde, yangına dönüşmüştür, öğretmenliğimden utanmışımdır.
İnsanları tarihsel koşulları, edimsel, işlevsel nitelikleri, özgörevlerinin gerçeğiyle, yerine oturtmadığınızda, hem onlara hem topluma, haksızlık ediyoruz gibi gelir bana.
Büyük nedir, hangi büyük, nerede büyük, kime göre, nasıl büyük, büyük nasıl oluşur, onu bilmek gerek ilkin. Milyarları, trilyonları söylüyoruz da, olağanüstünün başlangıcının "1" olduğunun ayırdında değiliz.
Olağanüstülerin, sıradanın üstünde yüceldiğini göremiyoruz. Düşünür müsünüz, gövdemiz, gözle görülemeyen hücrelerin oluşturduğu örgütlenmedir. O, hücreler işlevini sürdürürse, gövdemiz sağlıklıdır; o gövdeden düşünceler üretiriz, edime geçeriz onunla, yaratılar çıkarırız ortaya. Onlarla geliştiririz kendimizi, onlarla öreriz dünyamızı. O, gözle görülmeyen küçüktür, gövde ve aklımızı sağlıklı işleten, ondan aldığımız güçle dağları deleriz, göklere egemen oluruz, gizleri delik deşik eder, kendi yararımıza dokuruz nesneleri vb.
Küçüğün işlevini bilmeden, büyüğe ayarladığımız insanları, yeteneğini aşan, yolunu yöntemini bilmediği ve becerisini kazanmadığı işlere koşuyoruz. Onların beceri çemberini çatlatıyor, sabırlarını sarsıyoruz. İşini sevmez, üretimsiz kişi olarak katıyoruz topluma onları. Salt, o insanları tökezletmekte kalmıyor, toplumun işleyişine, gelişmesine ket vuruyoruz. Sonra da yetemeyeceği büyüğün ardında, düş kanatları yoluk, o kırgın insanların, kırgınlıklarının, küçük kalmışlıklarının acısını, başkalarından çıkarmasına kızıyor, onları suçlu defterine yazıyor, kargaşanın sorumlusu sayıyoruz. Hakkımız var mı buna? Kim, bu çapraşık olgunun sorumlusu?
Dönüp baktık mı geriye, neyi, nasıl yürüttük? Olumsuzlukların kaynağı neresi? İşlevi ters, üretimi düşük, karamsar insanları, kendileri mi doğurdu, yoksa biz miyiz onların anası?
Dev büyüklerin sık yükseldiği, hele de mitleştirildiği yerde, küçüklerin boyu daha da kısalır, nefes alamaz küçük, büyüğe analık edemez düşüncesi düştü mü aklımıza hiç? Tarihi, sıradan insanlar omuzlayıp ileriye taşıyor ama tarih, bayrağı dikenlerin destanını anlatıyor. İyi de o sıradan insanlar olmasa idi, kim götürecekti bayraktarı, bayrağı diktiği tepeye? Sıradan insanın edimini, işlevini silerseniz, erdemini bilemezseniz, tarih tabanının sıradan işlerini kim omuzlayacak? Toplum, tavanı örtük, altı boş, yel geçiti, tabansız bir yapı mı?
İnsanı, ulaşamayacağı büyüğe ayarlamak, kişiye, topluma kötülük değil de nedir? Bırakın, herkes kendi büyüğünü gerçekleştirsin! O boyutları değişik büyüklerle güzelleşemez miyiz, esenliği paylaşamaz mıyız?
Ne dersiniz; herkesi, kendi büyüklüğünde esen, barışık yaşatmaya?
Yorumlar (0 )