SÖZ VE İNSAN
SÖZ VE İNSAN
SÖZ VE İNSAN
“Sözüne bak, insanı tanı”
Afrodisyas Sanat, S:24, Kasım-Aralık 2010)
Söz deyince bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan sözcük ya da sözcük dizisi; bir ya da birkaç heceden oluşan ve anlamı olan sesbirliği=sözcük; bir konuyu yazılı olarak açıklamaya yarayan sözcük dizisi; yazılı sözlü anlatım yolu gelir aklımıza: Anlama ve anlatma. İnsan, anlayarak, anlatarak kendisini ve içinde bulunduğu ortamı değerlendirebilir. Kendisinden ve çevresinden haberli olabilir.
İnsanın iç dünyasını dışa vuran sözüyle, insan eşdeğerdedir. İnsanın psikolojisi sözcüğe, sözcüğün anlamı insana yansır. Kimin, kim olduğunu sözünden, yazısından çıkarabiliriz. Okuduğumuz, dinlediğimiz sözler; söylendikleri, çağı, durumları da çağrıştırır, konuşanın yazanın iç dünyasının ipuçlarını verir, sözün söylendiği dönemin yaşama bakışını yansıtır.
Çocukluğumda (1929-42) dinlediğim büyüklerimiz: Halkı yalnızca savaşa çağırmak, vergi almak için anımsayan; aç biilaç bırakan yönetimi iğnelemek için “Ekmek vezir, et padişah.” derlermiş: Dört sözcükle, bir trajedinin vurgulanışına bakınız. Aldülhamit döneminde ekmeğin üstüne biber dökerek yerlermiş. O azığa da ‘Abdülhamit pirzolası’ derlermiş. Bu söylemin içinde usta ediplere taş çıkartacak biçimde yakınıdan öte, ince bir kargışlama yatmıyor mu?
1919’da İngiliz, Fransız, İtalyanların desteğiyle Yunan ordusu yurdumuzu işgal etmiş. Kurtuluş Savaşı’na girişenleri padişah, şaki (haydut, eşkıya) ilan etmiş. İç isyanlar başlamış. Bir yanda düşman, bir yanda iç isyanlar: Toplumsal karmaşa. Kimin, kimi neden asıp kestiği bilinmiyor. Adalet, hak hukuk, can güvenliği, hak getire. Halkımız, o günleri, o iç karmaşayı: “Çam kadı, pelit (meşe) müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyor.” sözcesiyle betimliyor. Usta bir ressam elinden çıkmış bir tablodan; sahnelenmiş bir trajediden vurucu değil midir bu halk sözü?
1950’lilerde, kırsal kesimden kentlere, iş aş için akın başlıyor. Halkın, kentte konut edinme olanağı yok. Yasak da. Halk, kentin dış kıyısına, derme çatma bir ev yapıyor. Bu derme çatma yapıya ‘gecekondu’ diyor. Halkın yarattığı bu bileşik sözcüğün altında yatan psikoloji nedir? Ev, gecenin karanlığında, gizlice yasak bölgeye kurulmuştur. ‘Gece’ sözcüğü, işin karanlıkta ve gizlice yapıldığını çağrıştırmaktadır. Sözcüğün başındaki ‘gece’ gizliliği, yasağı delmeyi vurgular. Peki, ‘kondu’ niçin? Kuşun, şıp diye bir yere konuşu gibi, hemencecik, evciği konduruvermiştir halk. ‘Kondurmak’ sözcüğün içinde, evini yapabilmekten doğan buruk bir övünme sezilir. Bana sorarsanız, alttan alta bir gönderme de vardır, ‘gecekondu’ da. Yönetenlere: “Senin yönettiğin toplumsal yapının tabanı benim. Ben olmazsam, sen de olamazsın ya da bana benzersin.” demek istiyor halk.
Yurttaş, gecekondu’ demiyor artık: “Çınçın’da iki göz kondum var’ demeye başladı. Neden ‘gecekondu’, ‘kondu’ya dönüştürüldü? Kent, gecekondu mekânları birleşti. Gecekondulu seçmen oldu: Siyasa ona muhtaç. Siyasa, halktan oy almak için, gecekondu bölgelerine yol, su, elektrik götürüyor, asfalt döküyor. Gecekondu yasallaşıyor. Halk da sözcüğün başındaki ‘geceyi’ atıyor. Halk duruma göre sözünü uyarlıyor. Siyasa, kimi neye uyarlamaya çalışıyor?
Gecekondu sözcüğü hem Türkçedir, hem doğru bir betimlemedir. Türkçenin dil mantığına, işleyiş ve beğenisine uygundur. Halktır; dilin ana kaynağı, dili, damarından devindiriyor.
Ayraç içi düşünüyorum: Halk dili üstünden kültür diline evriltim de yazarımızın, düşünürümüzün payı ne oranda? Anadilimizle Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak, Türkçe yazınla kendi duyuş, düşünüşümüzü işleyerek uluslaşmak için yapılan Dil Devrimi’ne kim, ne zaman saldırmaya başladı? Kimler, niçin Türk Devrim ve aydınlanmasına saldırı aracı yaptı Dil Devrimi’ni? O tersine dönüş hangi açmaza getirip tıkadı, çağıncıllaşma girişimimizi?
12 Eylül Karabasanı’nda, resmi devlet dairesine dönüştürülen TDK, Türkçe Sözlük’ten çağıncıl yazarlarımızdan alıntılanmış, kullanım örneği tümceleri sildi. Öz Türkçe sözcüleri yasakladı. Osmanlıcalarını önerdi. Türkçe Sözlük, tanıksız kaldı. Kuru sözcük yığını oldu. Özleşen durulaşan dille Türkçe Sözlük’ün bağıntısı koptu. Dolayısıyla çağıncıl dil ve çağıncıl yazarlar dışlandı. Dilsel sapmanın, siyasal sapmayı getirebileceğini görebildik mi?
Kentleri, köy yapılı, köy düşünüşlü gecekondular kuşattı. Kentler nüfusça azmanlaştı. Dar gelirli, özel taksi kullanma olanağından yoksun. Ama bir yerden, bir yere zamanında ulaşmak zorunda. İşyerine, vaktinde ulaşamazsa, kovulur, aç kalır. Tek başına taksiye binemez. Beş altı kişinin doluşarak tuttuğu araca taksi diyemez. O ad, efendilerin, paralıların! “Dolmuş” diyor o taşıta. Ne güzel, Türkçenin işleyişine ve yapılanın işlevine uygun.
Günümüzde ‘dolmuş’ gibi çalışan, çeşitli yerlere uğrayarak taşıma yapan uçaklar için – yabancı dil hayranlığıyla- ‘çartır’ diyoruz. Halkın yarattığı ‘dolmuş’tan örneklenerek, Türkçe karşılık bulamaz mıydık?
“Ayağını sıcak tut, başını serin. Düşünme derin derin.” sözcesi, halkın teknolojiye geçemediği, tıptan yoksun döneminden. Sayrılanmanın ölçütü, o zamanlar üşütmek ya da ateşlenmek. Akıl sağlığını yitiren için ‘kafayı üşütmüş’ ya da ‘üşütmüş’ deniyor. Feodal kesime teknolojik araçlar girince, delirmek için “kafayı yemiş’ deniyor. Neden? Teypin içindeki kafa denilen bölüm aşınınca, teyp çalışmıyor. Ona gönderme yapılmıştır.
Feodal düşünüşten kurtulamamış birisi: “ Bir topukladım, Tokat’tan Ankara’ya dört saatte ulaştım” diyor. At’ı, en hızlı ulaşım aracı sayan düşünüşten, henüz kurtulamamıştır. Gaza basmayı, atı mahmuzlamak sanıyor da ondan. Düşünüşüyle yaşayışı uzlaşmamış.
Sıralayabileceğimiz örnekler; dille, düşünüşün, asıl kaynağının, yaratıcısının halk olduğunu ve insanın diliyle psikolojisin bağdaşık, birbirini besler, yeder olduğunu kanıtlar.
Dildeki değişimler için halktan örnekler, aydın takımınca yadırganabilir. Kültür dilini evrilten, geliştiren aydınlar yazarlardır. Ancak, Türkçeyi diri tutan ana damarın halk olduğu unutulmamalıdır. Benim Türkmen kökenli köyümde, Farsça (çenar) çınar’a kabukları kavladığı için ‘kavlağan’ denir. Yayla yolumuzun üstünü, birbirine kavuşan dallar kapattığı için, oranın adı ‘gölgesigüzel’dir.
Emekli olunca, açıkta kaldığım günlerde, kasabadaki evini satarak beni destekleyen ağabeyim yaşlanmıştı. Aileme yardım için, bir süre dersane öğretmenliği yapmak zorunda kalmıştım. Başka bir dersane, daha yüksek ücret önerisiyle beni çağırdı. Benden önceki Türkçe öğretmeninin yaptığı çalışmaları istedim, inceledim. Sonra o kişinin niçin ayrıldığını sordum. “İşine yeterli birisi, sizde barınamamışşa, benim gibi işine titiz, diline özenli birisiyle anlaşamazsınız.” dedim.
Kendimi abartılamak için mi ekledim, bu bölümceyi? Hayır, hayır!
Elinize aldığınız kitabın yazarının diline bakınız. Türkçe düşünülmüş, Türkçe yazılabilmiş mi? Türkçenin dil tadını, doyasıya alabiliyor musunuz?
Boşuna yormayın gözünüzü, boşuna harcamayın zamanınızı. Türkçe düşünüp Türkçe yazan kaç yazarımız var ki!
* İnsan ve Söz’ demek gerekirken, niçin ‘Söz ve İnsan’ dedim? Kimin kim olduğu sözünden anlaşılır da ondan.
Yorumlar (0 )