EDEBİYET VE İDEOLOJİ
EDEBİYET VE İDEOLOJİ
EDEBIYAT VE IDEOLOJI
yaratan öze; insanayaraşır yaşama ve düşünme ilkesine, ideolojisiz, edebiyatsız ulaşamazsınız, insanlaşamaz-
sanız: insanı, insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin tümünü kuşanamazsınız. Edebiyatı, ideolojiyi
bireysel tutum edim olarak algıladığımız, işlediğimiz için: Kılık değiştirmiş kapitalizmin, emperyalizmin pençesine
düştük. Dünya; bilimin verilerini, bilimin yaşama indirilmesi olarak tanımlayacağımız teknolojiyi, ABD başta olmak üzere, belli bir azınlığın çıkarma işlettiği, belli bir kesime sağdığı için; ulusların/ülkelerin çoğunluğu köleleşiyor, egemenlerin iş kulu oluyor. Edebiyatla, sanatla insanlaşma tersine döndü. Bugün insanlığın yaşadığı vahşet, ilkel çağlardakinden daha
baskın, daha etkili, ilkel vahşinin elinde taş vardı, bilmedin balta vardı. Şimdikinin elinde
elokrometal araçlar var: Sıfır zayiatla, insanlığın birikimlerini darmadağın ediyor, ulusları
parçalıyor, insanlığı, geri dönülmez biçimde, sultasına boyun eğdiriyor. Dünya açmazda, bin
bir renkli kültür bahçesi olan insanlık, tek çiçekli -o zakkum gibi bir şey- cangıla dönüştürü-
yor. Tek kulvara, salınmış tek kanaldan akıtılan kültürle, ideolojiyle, evrensel insanlık değerle
rini işleyen sanat, edebiyat 0 yaratılabilir mi? Küreselleşme diye yurtturdukları, tek ideoloji-
nin, tek kültürün dayatılması! Kılık ve yöntem değiştirmiş emperyalizmin, kapitalizmin demir
pençesi! Dünya, tek düşüncenin, tek ideolojinin ve onun güdüsünde yürütülecek sanata,
edebiyata yöneltiliyor. Kapitalizmin, emperyalizmin buyruğunda bir köye dönüştürülüyor.
Değişik düşünüş, anlayış, özlemlerle insanlık orkestrasını yaratan edebiyat, sanat, tek düşü-
nüşü işlesin isteniyor. Herkesin aynı şeyleri düşündüğü yerde, bir tek düşünce egemendir.
O da güçlünün, egemenin aracıdır. Faşizmden, sömürü aracından başka nedir ki bu? Böyle bir
ortamda, bütün; insanlığı kucaklayan sanattan
edebiyattan söz edilebilir mi?
Hayata, kendi özünden, gereklerinden bakmak diyebileceğimiz, aslında düşüngü anlamına gelen ideolojinin; sınır tanımadan, insanlık değerlerini dokumayı amaçlamış sanatın, edebi-yatın, bu açmazı sorun edinmemesi, karşı tavra geçmemesi, kendilerinin sonu olabileceği gibi, insanlaşmanın da sonu olur.
Sanat, edebiyat, ulaşabildiğimiz uygarlık değerlerinin harcıdır: Beynimize ağan ışık oradan! Başkasının acısına, sevincine ortaklığımızoradan! Bencillikten kurtuluşumuz oradan! Hoşgö-rü, sanatın, edebiyatın bahçesinde yeşermiştir. Ötekisini de kendimiz kadar insan
saymaya başlayışla insanlık ivmesine girişimiz oradan! ulusal, kültürel, toplıımsal değerlerin
halklarını birbirine bağlayıp, insanı toplumsallaştıran sanattır, edebiyattır!
Niçin sanat, edebiyat?
Önce sanat, edebiyat nedir, neyi amaçlar, nelerden, nasıl yararlanır, nelerin üstüne
temellenir, işlevi nedir? Sanatlı, edebiyatlı bir toplumun kazanımları nelerdir? Sorularına ya-
nıt aradıktan sonra, kimlerin, niçin, ulusların kültürlerini parçalayıp erittiklerine, her ulusun
kendisine özgü ideolojisini çürütüp, salt kendisininkini egemen kıldığına, ulusal sanatı, ede-
biyatı niçin devre dışı bırakarak, uçuk kaçığa, insanlaşına dışına itelediğine bakmak gerek:
Sanat, edebiyat; duygu, düşünce, izlenim, özlem ve tasarıların yazı-çizi, yontu, renk, biçim, ses, devinim, görüntü yoluyla güzel, etkili olarak, insanın, daha da insanlaşması ve evrensel bir insanlık ülküsünün yaşama geçirilmesi için dokunması, işlenmesidir. Sanat, edebiyat doğadan esinlenip algılanarak, düş ve düşüncelerdekileri, var olanları yoğurup da güzelde, estetikte işleyerek, daha yetkini, etkinini yaratma eylemidir.
Sanatın, edebiyatın konusu insan, insana değgin olay ve durumlar... İnsanı anlatıma döktüğü için, ana araç-gereci insandır, insanın düşünüş dizgesi olan dilidir de elbet. İnsanı, dolayısıyla toplumu, insanın insanla, insanın toplumsal ve doğal çevresiyle, kendisiyle çelişki çatıştık-larını eğirir dokur sanat, edebiyat. Bunların üzerinden daha yetkin insana, daha esen yaşama doğru sürer gider.
Sanatın, edebiyatın işlevi nedir? Mekanik kafalar, sanatı, edebiyatı işlevli saymanın, onu maddesele indirgeyeceğini sanırlar. Doğada, olgularda hep neden-sonuç ilişki olduğu, bu da işlevselliği içerdiği gibi, sanatın, edebiyatın da işlevi vardır: Sanatsal, yazınsal anlatımlarla
insanı, öteki insanın serüveni içinde yaşatmak, tek boyutluluktan kurtararak, bütünleştirmek,
öteki insana ulaştırmak, çevresiyle ilişkilerini, bağlarını irdelemek. Kiminde tutucu bağlarını
koparıp ilerisine taşımak, kimisinde bağlarını güçlendirmek, bireysellikten kurtarmak, top-
lumsallaştırmak, özgeciliğe ulaştırmak, toplum sorunlarının kendisine değdiğini algılatıp, o
sorunların sorumluğuna, çözümüne koşmak; insanı, gözle görülenin, ellenebilenin dışına
taşıyarak hayal/düş gücünü geliştirmek, yeni şeyler özletmek, olan biten üzerine yorum yap-
tırarak iş dünyasını varsıllaştırmak, kafasını besleyip yüreğini inceltmek, zihnini harekete
geçirmek/düşündürmek; iç dünyasını değiştirip dönüştürmek, geliştirmektir. Öncesinden
daha yetkin kimlik kazaııdırmaktır. İnsanı güzelleştirmek, yeni insan, yeni ortam, yeni dün-
ya yaratmaktır sanatın, edebiyatın işlevi,
Sanat, edebiyat neyin üstüne temellenir?
Sanatın, edebiyatın kaynağı önce doğadır. Çünkü somut gerçeğin temeli doğadadır. Neyin gerçek olduğunu anlamak için, gerçeğin nereden geldiğini, neye dayandığını bilmek gerek. Ama sanat, edebiyat, salt doğanın, somutun yansıtılması olursa, güdük kalır. İnsanı, olana bukağılar. Değiştirim yapamaz, gelişim kapılarını zorlayamaz. Doğayı incelemek, gizlerini deşmek, yararına koşmak, değerlendirmek için bilime başvurur insan. Bilim; doğadaki nesne-lerin, olguların insanın sorgucu aklıyla incelenip/irdelenip elde edilen verilerin dizgeleştiril-mesi, kuram ve kuralına oturtularak insanın yarına sunulması ya da yeni yarar ve düşünüş yollarına ön açıcı bilgilerin üretilmesidir. Ve bunun yeni çözümlere yol/yöntem aracı o hazır-lanmaktır. Fakat salt bilimde kalmak, sanatın edebiyatın kanatlarını kırar, uçkunluğu kalmaz. Sanatta, edebiyatta bilim vardır, ama sanat, edebiyat bilim değildir. Bilimin aklı vardır, bilim sanata/ edebiyata göre daha katı, daha özdekseldir. Sanatta, edebiyattaki yürekten, düşten değil, akıldan alır istimini bilim. Sanat, edebiyat; yüreğiyle, sezgisiyle, ütopyasıyla bilime ön açar da, böylesi bilimde pek görülmez. Sanatta da, edebiyatta da dozu kaçırılmamış bilim bulunabilir, ama sanat, edebi değildir. Bilimle sanatın, edebiyatın ilintisi, ikisinin de aklı kullanışındandır. Ama edebiyatın, bilim gibi, salt aklı temel aldığında, kanıta, kurala takılıp kaldığında, özünü yitireceğini unutmamak gerek. Aklın bilimde ve edebiyattaki dozu başka başkadır.
Akıl; neyin nereden geldiğini ölçüp biçerek, oranlamalar yaparak, bağıntılar içinde sonuçlara varmayı buyurur. Akıl; sezginin, özlemin, ütopyanın anasıdır da, kendisine değildir. 0, kanıt-lamaktan, olasılıklı varsayımlardan ötesine geçmek istemez, analığıyla yetinir. Aklın, kuru mantığında kalmak, sanata, edebiyata yetmez. Sezgileri, var olanın ötesini sorguya almak söz konusudur sanatta, edebiyatta. Bu noktada felsefenin hısımlığı çıkar karşımıza: Doğa karşısındaki güçsüzlüğünün ayrımına varan insan, kendi ötesindeki gerçeklerin ardına düşmüş; fizikötesini meraka, algılayabildiği somutlukların dışına yeltenen sezgisini sorgulamaya/ daha ilerisine uzatmaya başlamıştır: Felsefeyi yaratmıştır: Düşünce yoluyla gerçeği araştırarak somut gerçekliğin ötesindeki gerçekle karşılaşmıştır. Somutun ötesini arayış, düşünüş dizgesi dili kullanış, hep var ötesi özlemlerin ardına takılış bakımından; edebiyatla felsefe, zaman zaman, bir birlerini yederler, birbirlerinin enstrümanlarını kulla-nırlar.
İdeoloji nereden çıkar?
İnsan, aklıyla ürettiği bilimi, gerçeklerini kavradığı doğayı, onun somut olgularını, somut kullanacaktır? Bulunduğu sosyo/ekonomik/ kültürel konum ve düzeye göre olguları irde-
lemeye alır. Ulaştığı sorgulama ve yorumların üstüne, yaşama bakış önerileri kurar. Buradan
dünyayı algılayıp değerlendireceği açısını belirler, ülkülerini üretir. Davranışın ne olması
gerektiğini saptayarak ideolojisini yaratır, ideolojik gerçeği, insanın konumuna, düzeyine ve
hayatı algılayışına, amaçlarına göre ayarlanır, ideolojik gerçeği, insanın kendisinden/ yaşam
biçiminden ayrımlı olamaz. Yaşam biçimindeki değişim/gelişim ve gereklerle ideolojisi
koşuttur.
Sürekli kendisini değiştiren insan gerçeğinin iticisi kendisi, temeli doğa; sezinleyici felsefe; yönlendirici ideoloji; güzelleştiricisi, dillendiricisi, yeni çevrenler açanı sanat ve edebiyattır. Öyledir de... Salt ideolojik gerçeğe çakılıp kalmak, sanatın, edebiyatın düş kanatlarını kırmak olur. Evrensel değerlerin dışındakalır, dünya ailesinoe ötelenirsiniz. ideoloji; hayata bakış, yaşamını ülkesinin/toplumunun gelişmesine, esenliğine ayarlı düzende yürütmekse; doğanın devingenliği, insanın değişme dönüşme içinde sürüp gittiği hesapta tutularak, ideolojilerinin de değişimlere göre bakımı, onarımı, ayarı yapılmak gerek.
Sanat, edebiyat idelojinin güdümünde
mi olmalıdır?
Her ülkenin, her ulusun; tarihsel birikiminden, coğrafyasından, kültüründen gelen duyuş, düşünüşün iklimi vardır: Yaşanı düzeni ona göre biçimlenmiştir. Hayatı algılayış ve değer-lendirişi ondan etkilenir. Sorunları, özgül konum ve düzeyinden kaynaklanır. Kendisine özgü çözümler ister. Kendisini kurtaramayan evliyayı sel alsın, demişler. Kendisini tanımayan, başkasını nasıl tanır? Kendisi olamayan, nasıl başkası olabilir? Kopya durumuna düşmez mi? Başkasının izinden gidenlerin, kendi ayak izi kalabilir mi? Başkasının ardında seğirtene, onun gölgesi olmakla yetinene kimlik belgesi verirler mi?
Öyle ama... diyeceksiniz, duyar gibiyim: Unutmayalım ki her yerde, bir yer vardır. Her yerde bir insan/insanlar vardır, işte, o insanın, ana temleri aynıdır. Ayrımı; coğrafyasından, kültürel birikiminin, özel konum ve koşullarındandır. Bunların ilerilik-gerililik, dünya nimetlerinden pay alış oranı, özgül konum ve koşullarının ayrımıyla orantılıdır. Dünyadaki
altı milyar insanın %90'nın emeğini; %10'nu sağar, kendi çıkarma kullanır, insanoğlunun
düşlerini budarken; kalan o %9Unın ana sorunları, açmazları, aşağı yukarı aynıdır. Elbette,
dünyanın öteki ucundaki insanın acısı, size dokunacaktır da... Siz, kendi insanınızı söyleye-biliyorsanız, insanlığın türküsüdür ağzınızdaki. Ayağınız yerlide, gözünüz evrenselde olursa, yerlide evrenseli dokumuş olursunuz. Gördüğünüz göremediğiniz, ta ötedeki insanların türkü-süyle sizin türkünüz, insanlığın ortak ezgisidir, insanlığın sesini ortak bir orkestraya dönüş-türemiyorsanız... Özentilerle başkasının ardında yelpelenirseniz, ne kendiniz olabilirsiniz, ne de başkası sizi öneme alır. Buş oğlu Buş'un övgüsünü almak, dünya edebiyatçısı olmak değildir, teslimiyetin belgesidir. Kullanılacağınız yere kadar...
Dediklerimden güdümlü sanat önerisi mi çıkıyor?
Yaşadık, gördük; vurduğu sekteden, henüz kurtulmuş değiliz. Kitabı yazıldı, partisi kuruldu, gençlerimizi dağlarda öldürdük, ipe verdik, zindanlarda çürüttük. Pırıl pırıl zekaları heder ettik, alanı kimi eblehlere (akılsız, budala, alık) bıraktık. Tarihin cenderesinden, çok ağır bir bedelle geçtik. Düştükleri kıstaktan çıkamayanları, ezberledikleri türküleri sürdürenleri, o acı sürecin kurbanları olarak bir yana bırakalım da dersimize bakalım. Yakın zamanların üç siya-sal olayından (1789 Fransız; 1917 Sovyet: 1919 Anadolu İhtilali), değişiminden biri olan bizimkinin, ötekilerine ayrımını, bizim kendi yapımıza göre kendi eylemi içinden çıktığını, mâzlum uluslara örnekliğini, hâlâ sürdürdüğünü; dünyayı, kıskacından kıvrandıran para imparatorluğuna karşı duranların nabzında, bizim Kuruluş Savaşı felsefesi özleminin attığını kavrayamamıştık. O felsefenin önü kesildi. Uluslaşma/ kültürleşme sürecimiz kırıldı. Aydınlanışımız karartıldı. Kurtuluş Savaşı felsefesinden yozutmanın sancılarını yaşamaya başladık.
Gele gele, geldik kara taşa: 1930'larda başlayan kağşatılma; günümüzde kuşatmaya, dayat-maya dönüştü. Ulusal değerlerden verilen ödünlerle, dıştan baskı aracı keskinleştirildi/ katı-laştırıldı. Kesip biçiyor, 2004'te şeriat düzenin karasıyla bahtımız karartılacak diye, yüreğimiz hop oturup hop kalkıyor. Buçuklu/topal demokrasimizin az buçuğunu da yitiriyoruz. Teslimiyet akıyor, dört yanımızdan. Pısmışız. Kurtuluşumuzıı, elin yedeğinde arıyoruz.
Kurtuluş, uluslaşma / kültürleşme heyecanıyla takıldığımız tutuma dönüşte mi? Özgürlük-
çülüğün, demokrasiye hazırlanışın ibresini tersine çeviren, o günlerin çapraşık yeli değil mi? Sanattan, edebiyattan nasibini alamadığı için insanlaşamamışlardan nasıl kurtulacağız?
Kara kafalara karşı durmak; insanı değiştirip dönüştürmekle özgörevli sanatın, edebiyatın
ödevi değil mi? iyi de, yeniden sanatı., edebiyatı kavga aracına dönüştürmeyi mi, öneriyorsun demeyin. Yolu var: Yine sanat, yine edebiyat!... İnsanoğlu, şimdiye kadar ne kadar insanlaşa-bilmişse, onun mimarı sanatçılardır, edebiyatçılardır. Tarihsel görevinizi ıskalamak,salt kendi-nizi kurtarmakla yetinmek, kendinize ihanet olur, sanatçılar, edebiyatçılar!!! ...Günümüzdeki medyanın görüntülerini, zaman siler süpürür. Güne güveninin, yemesini yel alır.
Nasıl mı, ne biçimde mi?
Yine slogan mı? Yine edebiyatı siyasanın aracı yapmak mı? Yooo!.. Yolu da var, öreği de
var: Lütfen, Memduh Şevket Esendal’ın `Dursun Hacı' öyküsüyle Sabahattin Ali’nin “Kağnı “öyküsünü bir kez daha okur, üzerinde düşünür müsünüz? Bildiğinizi, yineliyorum, bağışlayın: Sabahattin Ali, komünist diye suçlanıyor, süründürülüyordu. Sonunda öldürül-müştü. Solcu sayılan MŞE, düzen partisinin üst aşamalarını çıkmış, elçilik yapmıştı. Sanatsal ideoloji,hangisinin alt damarında, nasıl veriliyordu? Hangisi, öğütçülükte, yanlamadaydı? Hangisi, edebiyat üretisinin dip suyunda insanı içten yıkayıp artıyor, içten değiştirip dönüştürüyordu? Slogan kullanmadan, edebiyatı siyasanın buyruğuna teslim etmeden, ideolo-jisiyle, okuru bilinçlendiren hangisi?
Öyküleri özetleyerek, kısaca açıklama ve yorumda bulunacaktım. Ama vazgeçtim. Çünkü
biliyorum ki, yazarlarımızdan/okurlarımızdan kimi, kendisinden başkasını okumaya üşenir.
Niçin, onlara hazır hap sunayım. Hem benim yöntemim, okuru yönlendirme yöntemi değil-
dir. Okuru, anlatıya katmalısınız, ona da pay bırakmaksınız. Öğüt verirseniz; tuz istemeyene
tuz verme aptallığına düşmüş olursunuz diye düşünürüm.
Belki de ben yanılıyorum. O öyküleri okuyun, üzerinde düşünün de yanılgılarımı yüzüme vurun.
Yazılanı, yazarının dediği kadar algılayıp geçenlerdenseniz, size bir şey Söylemez bu yazı. “Boşuna zahmet verdim.” demeyeceğim: Okuduğu metnin yüzünden geçenlerle, eleştiri-
ye almayanlarla, metin iyiyse metinden metin üretmeyenlerle, kötüyse karşı tavra geçmeyen-
lerle başım hoş değildir de...
Yorumlar (0 )