KANI TUTSAKLARI
KANI TUTSAKLARI
KANI TUTSAKLARI
Koca koca okulları bitirmişlerdir, kapı gibi diplomaları vardır, önemli kamu görevleri üstlenmişlerdir. Sorunlarımızı çözmeleri, ülke insanının mutluluğa ermesinde katkıları beklenir.
O da ne? Kendilerinden kamusal ve toplumsal beklentileriniz ; olan bu bıyıklı çocuklar, günlük bir gazeteden yalan yanlış edindiklerinin üstüne oturtmamışlar mı yargılarını!.. Hazır-uyduruk reçetelerden aldıkları kanılardan ötürü birbirleriyle tartışır, kamplara ayrılır, düşman olurlar birbirlerine. "Neye dayandıklarını, görüş ve inançlarını nereden aldıklarını" sorarsanız, gösterecekleri bilimsel kaynak, kitap yoktur. Edinilmiş deneyimi basamak yaptıklarını da ileri süremezler.
Böylesi kafalarla çağın sorunlarını çözümleyeceksiniz, bilimin gereklerini yerine getireceksiniz, geri kalmışlığı aşacaksınız. Karmaşık olayların çözümünü bunlardan bekleyeceksiniz... Adamların elindeki reçete, derde deva olmuyorsa, ne yapsınlar!.. Ezberledikleri bu kadardı, işte o kadarı aktarıyorlar. Kavalın ağzından hangi nefes üflenmişse, onun kadardır son, uçtan yayılan ezgi.
Kafalarını başkalarının kanılarına kiralamış böylesi insan nereden geliyor, kim saldı bunları başımıza?.. Laboratuvarsız, denemesiz, tartışmasız, resmi/tek kitaba çakılmış okullarımızla, kendi doğrusunun dışında doğru aramayan öğretmenlerimiz mi? Yaşama sırtını dönmüş eğitim yöntemlerimiz mi? Özgür düşünceye kapalı genel yaşantımız mı?
Bir ilkokulda (1950) "Tabiat kuvvetleri" ünitesini işliyordu, bir meslektaşım. Rüzgârın kırdığı dalları göstermiyordu, köyün kara değirmenine giderek öğrencilerine, suyun taşı nasıl çevirdiğini gözlemletmiyordu. Bir başkası "Çayırda" ünitesini işlediği bahar gününde, okulun önündeki çayıra çıkmaya zahmet buyurmamıştı. Duvarı aştığı resimlerle otu, kaplumbağayı, yılanı çıyanı vb. öğretiyordu. O, "Bu ne?" diye sordukça öğrencileri "Kurbağa öğretmenim, ot Öğretmenim." yanıtını veriyordu. Öğretmen kurbağa, ot oluyordu. Öğretmen söyleyince, bütün bilgiler tamamlanırdı, öğrenilirdi.
Böyle yetişen çocukların büyümüşlerine Gazi Eğitim Enstitüsünde rasladım: Biri Peyami Safa'nın en büyük romancı olduğunda ısrar ediyor, öteki Halit Ziya üstüne romancı bulunmaz savındaydı. Hüseyin Rahmi'yi göklere çıkaranı ise, onlara cahiller diye dudak büküyordu. Hepsine, ayrı ayrı bu kanıları nereden aldıklarını, yeğledikleri romancıların hangi yapıtlarını okuduklarını sordum. Okumamışlardı. Birisinin dayanağı otuz yıl önce yazılmış edebiyat tarihiydi, ötekininkiyse yakında sayfalarını çevirdiği bir dergi, başkası lisedeki edebiyata öğretmeninden almıştı kanısını. İleride Türkçe/edebiyat okutacak bu adamlara, bu bilgiler yetecekti...
Böylesi bir eğitimin çarkından geçenler, yaşamın içinden deneyerek, gözlemleyerek kanıya ulaşmasını, yargıya varmasını! beceremezler. Başkalarının oluşturduğu hazır yargıları savunmak onlara kolay gelir. Ağızları birilerine kiralanmıştır, söyledikleri kendi öz malları değildir. Taşıt aracına benzerler; taş yüklerseniz taş, soğan yüklerseniz soğan, çöp yüklerseniz, çöp... götürürler. Kişisel görüş ve düşüncelerle niye yorulsunlar ki, hele kişisel tavırla başları belâya mı girsin? Uyarsın umuma (imama) kalabalığın ırmağında akar gidersin; kazasız belâsız.
Ucuz ve peşin düşüncelerinin kaleleri yıkılırsa, ya da kendilerini sürükleyenden daha beceriklisi çıkarsa, ne gam? 0: dükkândan almış olunacağına, şu dükkândan alınmış olsun, ne var? Haa, alıştığını bırakmanın acısı oturursa içlerine, ya eskisine ya yenisine bir iki küfür savurur, rahatlarsın.
Tek ve doldurma düşüncelilerle nasıl çıkacağız aydınlıklara? Asıl sorun burada! Madalyonun iki yüzünden değil, üçüncü yüzünden bakacak kişiler yetiştirmek zorundayız... Giderek başka madalyon gerekli mi diye soran.. Zor olacak. Kuzu gibi yönetemeyeceğiz. İlk anda karışıklık doğacak. Fakat bu karışıklık, dirlik ve düzenliğe ve aynı zamanda sarsılmazlığa atılan ilk adım olabilir.
(İlke, 1 Haziran 1961)
Yorumlar (0 )