ANTİ LAİKLİĞİN ÖNLENMEYEN YÜKSELİŞİ
ANTİ LAİKLİĞİN ÖNLENMEYEN YÜKSELİŞİ
ANTİLAİKLİĞİN ÖNLENMEYEN YÜKSELİŞİ
Diyanet’e 3 trilyon 77 milyar
ANKARA(ANKA)-Diyanet işleri Başkanlığı’na geçen 1993 mali yılı bütçe yasa tasarısında 3 trilyon 771 milyar lira ayrıldı.
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda bugün görüşülmeye başlayacak olan 1993 mali yılı bütçe yasa tasarısına göre Diyanet’e ayrılan pay , geçen yıla göre yüzde 56.2 artırıldı.Geçen yıl 2 trilyon 358 milyar 631 milyon lira olan Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi bu yıl 3 trilyon771 milyar liraya yükseltildi. Diyanet İşleri Başkanlığı’na Dışişleri,Ulaştırma,Orman,Çalışma ve Sosyal Güvenlik,Sanayi ve Ticaret, Enerji ve Tabi Kaynaklar,Kültür,Turizm ve Çevre Bakanlıklarından daha fazla bütçe ayrıldı.
1 Kasım 1992 de yapılan yerel ara seçimlerden sonra şaşkına döndü basın, aydınlar, siyasiler, bilim çevreleri. Antilaik anlayışın yükselişi, beklenmedik bir şeymiş gibi hayretler içinde kaldılar. Bir geriye dönüp yaptıklarına baksalar ya; elli yıldır neler oldu? Türkiye’de gerekli gereksiz kaç imam-hatip lisesi açıldı? Ne kadar Kur’an kursu var? Camiler ve imamlar için devletin bütçesinden ne kadar para ayrıldı? Zorunlu din derslerini, okullara kim soktu? Devletin hangi katlarına imam-hatip lisesi ya da ilahiyat fakültesi çıkışlılar yerleştirildi?
Devlet kadrolarından laik anlayış nasıl silindi? Devlet nasıl antilaik yapıya dönüştürüldü? İmamların çoğunluğu camilerde, dinle mi ilgili , yoksa belli bir siyasi anlayaşın propagandasını mı yapıyorlar? Kimdi, devletin kanatları altında gerici akımları geliştirenler, devlet katında egemen kılanlar? Yemini aramak için uçan kuşu, “komünist”, “vatan haini” diye suçlayanlar? Tesbih çekenle silah çeken bir olur mu diyenler? Halkın dinsel duygularını gıdıklayarak seçim kazanmayı politik başarı sayanlar? Elli yıldır izlenen tutumun bu sonuca ulaşacağı belli değil miydi? Yumurtasından çıkan kaz yavrusunu görünce şaşıran tavuk gibi hayretlere düşmek ne için? Kim bunun sorumlusu?..
Seçimin ertesi sabahı (2 Kasım 1992), daha seçilenler mazbatalarını almadan, bir yurttaşımız, av tüfeğiyle, evinin karşısındaki birahaneyi kurşunluyor, diğer bir yurttaşımızı yaralıyor. Bu yurttaş mahkemelere düşecek, cezalandırılacak. Alacağı ceza o kişiyi, yönünden döndürecek mi, yoksa aynı anlayışa perçinleyecek mi? Seçimi kazanır kazanmaz , “senin istediğin düzen gelecek “ demişler bu yurttaşa. İnanmış, inanma yeteneği var, eylem yeteneği, silaha sarılışından belli. Kim boş bıraktı bu yurttaşın kafasını, gönlünü? Kim, onu horlayıp geçim sıkıntılarının içine itti? Kim yanıt vermedi, bu yurttaşın masum, demokratik isteklerine? Ne kolay yurttaşı gerici diye suçlamak! Kurtuluş savaşını, aynı yurttaşla kazanmamış mıydık?
Düşünelim: Kurtuluş Savaşındaki özdeksel ve tinsel durum ve koşullarımızı. O zamanki bilgi düzeyimiz, yetişmiş insanımız, endüstrimiz, ülkenin bayındırlığı, bugünkünden daha mı yüksekti? O yokluklar içinde nasıl kazanıldı bütün dünyaya örnek olabilecek bir bağımsızlık savaşı? Nasıl kuruldu çağdaşlığa yönelmiş bir devlet? Ne zaman bozulmaya başladı, cumhuriyetli yapı ve anlayış? Halkımızı kendine inandıran bir önderin, inanılır ve güvenilir bir kadronun Kurtuluş Savaşını nasıl başardığını, bir düşünmemiz gerekmez mi?
Bunları söyleyince, “İkinci Cumhuriyet kafalar”, hemen Mustafa Kemal döneminin sorgulanmasına ve o dönemin kimi aksaklıklarına –bugünkü kafa ile- sarılarak, olayı sulandırıcı görüşleri süreceklerdir. Baskı mı istiyorsun diyeceklerdir. Siz, önce o Cumhuriyetin isterlerini yerine getirdiniz mi? Türkiye’ye, çağdaş bilimin ışıklarının, laiklik penceresinden girdiğini biliyor musunuz? Acaba o Cumhuriyet olmasaydı, şimdi düşüncelerinizi ortaya atabilir miydiniz?
Halkı da suçlayamazsınız. Adamın köydeki yapısını bozmuşsunuz, ona hizmet götürmemişsiniz, çağdaş bilimin ışığını oraya uzatmamışsınız. Ona, kentin kıyısında, hizmet satarak yaşamını zor sürdürme yolundan başkasını tıkamışsınız. Çarpık kentleşmenin kıyısına yama olarak bırakmışsınız onu. İki arada bir derede kalmış: Ne köydeki adamdır, ne kentlidir. Başkalarının kuyruğuna tutunarak yaşayabilecektir. Kim olduğunun, ne yapacağının bilincinden, yıldızlar kadar uzaktır. Kentinizde kupon basını egemen, kentiniz lotarya kültürüne tutulmuş. Kentinizin insanı, kendisi olmayı çoktan unutmuş, blucin dünyasının arkasına yamamış. Vurgun, soygun, rüşvet, nüfuz ticareti, seks; kentlerinizin köşe dönme aracı haline gelmiş. Yurttaşın bunlardan pay alacak gücü yok. Açmaz sokaklarda, üçüncü sınıf aracılık yapabilir ancak. Ne devlette ne de aydın kesiminde güveneceği kimse kalmamış. İnanacağı, kabul edeceği seçenekleri koymamışsınız önüne. Yada bunların takdiminde tökezlemişsiniz. 1960 dan sonra başlayan köktenci çözüm önerilerinin sahipleri, dünyadaki son çalkantıları görünce paniğe kapılmış. Birileri çıkıyor: Yurttaşın, yüzyıllardır iliğine sinmiş inançları üstüne köktenci çözüm önerilerini sunuyor. Onunla arasındaki mesafeyi sıklaştırıyor, onun diliyle konuşarak -yanlış doğru- seçenekler getiriyor. Yurttaş temel inançları sarsılmadan, hem bu dünyasını hem öte dünyasını güven altına almak için ona yöneliyor. Doğruyu seçemedi diyeceksiniz. Siz yetiştirdiniz de, o yetişmedi mi? Çağdaşlığı ona götürdünüz de almadı mı? Yoksa çağdaşlık diye bir takım biçimsel rezillikleri, yurttaşın önüne sürüp, onu çağdaşlığa ters mi düşürdünüz?
Şaşıran siyasi kuruluşlar, bu toplumun isterlerini karşılayıp karşılayamadıklarını, köktenci çözüm getirip getiremediklerini, halkta kendilerine inan ve güven yaratıp yaratmadıklarını, bir düşünseler ya! İşportacı gibi günübirlik politikanın, bir yerde tıkanacağını, öğrenebildiler mi dersiniz? Yoksa yasakçı, gelip geçici önlemlerle bu yükselişi önleyebileceklerini mi sanıyorlar.
Antilaik yükselişin meyvelerini toplayanlar, ne yaptı şimdiye değin? İçeriği ve yöntemi ne olursa olsun, kendi inancı doğrultusunda sürekli çalıştı. Hiç yılgınlık göstermedi. Kendince çözüm yolları önerdi. Sözde de olsa yabancıya yamanmayı dışladı. Kendimiz gibi olacağımız sanısını yarattı. Disiplinli bir örgüt oluşturdu. Elindeki seçmenlerin üstünde oynamak, onu kliklere bölmek yerine sürekli yeni seçmen yetiştirdi. Her fırsatta devletin içinde mevziler elde edilip amacına göre kullandı. İç ve dış kaynaklardan (yolu bilinen yada bilinmeyen) parasal destek sağladı.Seçmen gibi giyindi, seçmen gibi kuşandı, seçmen gibi yaşadı. Seçmenin diliyle konuştu. Onun evinin, ocağının başına gitti. Kendi yolunda olanları kolladı, korudu. Düşkün bırakmadı. Bizim demokrat/sol çözümcüler, ne yaptılar bunun karşısında, caygınlığa düştüler. Birbirlerini yemeğe başladılar. Sağa uyarlanmakla kurtulunacağını sandılar. Kendini terk edeni, seçmen terk etmez mi?
Hele, İstanbul’da oyunu kullanmayan 330.000 yurttaşın, bu konuda ağzını açmaya hiç hakkı yok (1 Kasım 1992 araseçimlerinde İstanbul’lu 330.000 seçmen, sandık başına gitmeyip, pikniğe çıkmıştı). Sen yurttaşlık ödevini yapmazsan, siyasal bilincini dinlence için, kıra açılmak için harcarsan, karşındakinin dünya görüşünü suçlayamazsın. Senin siyasal bilincin mi fazla, onlarınki mi? Seçmen tabanını elinde tutmayan kuruluşların da bu özre tutunmaya hakları olamaz.
Seçmen, senin için, seçimden seçime çalıştırılan bir aygıt mı?
Sahip olmasını bilmeyenlerin hakkını, elbet birileri kullanır.
Antilaik yükselişin karşısında duyulan şaşkınlık; ürküntünün ötesinde yasaklar mı getirecek? Yoksa derme çatma sol ile derme çatma sağ, kendi aralarında ittifaklar mı kuracaklar? Böylesi bir yol, antilaik tehlikenin potansiyel kaynağı olmaz mı? Tıkanıp kalacak mıyız? Yurttaşı ilerici, gerici; inananlar, inanmayanlar diye ayıracak mıyız? Böylesi de bir bölücülük değil midir?
Eğri oturup doğru konuşmanın zamanı gelmiştir. Kimseyi suçlamadan, kızgınlığa ve kırgınlığa kapılmadan-geçmişten ders alarak-yurttaşın isterlerine yanıt aramak, onu, özdeksel ve tinsel yönden doyurmak, laik bir tutumla çağdaş bilimin ışığında yürümek zorundayız.
Abece, Aralık/1992
Yorumlar (0 )