ÇAĞDAŞ MIYIM ?
ÇAĞDAŞ MIYIM ?
ÇAĞDAŞ MIYIM?
Çağının olanaklarına yaslanıp yatmak rahatlık! Toplumun en alt katmanının sızısı yüreğimden sökülmediği için mi, batar bu rahatlık bana.
Acılarda kıvrananların tümü, milyarları milyarlara katlayan göz olur, süngü gibi doğrulur üstüme. Hazır bulduğun değerleri, kim hazırladı sana sorusu, sipsivri çengel olur, dişler durur özümü. Mağara adamından bugüne bütün insanlık, çepeçevre kuşatmıştır, dört yanımı, yerimi, göğümü.
Çağım iyi, güzel de, kendisini yaratan/yaşatan insanlık bütününü kucaklıyor mu?
Çağımın gidişinden huzur alabiliyor muyum?...
Ezberlenmiştir, sorar dururlar: Çağından sorumlu olmak nedir, sizce? ‘Çağımdan sorumluyum’ demek kolay gelir, sizi aklar, ‘çağından sorumsuz’ damgasından kurtulmuş, sorandan kabul almış olursunuz, görünüşte.
Yok canım sende! Bu çağın bütün değerlerini ben yaratmadım ki, ondan sorumlu olayım? Ağzıyla çağdaş, edimi tutumuyla yamuğa yandaş, gerçekte insan kıyıcıların, niçin çağdaşı olacakmışım? Aynı çağda yaşıyoruz ama bu çağda yaşayanların kimisiyle hiç de ülküdeş, evrendeş değilim doğrusu. Hatta öfkeleniyorum, birçoğuna: O öfkeyle “İyi ki adı gömüt taşına yazılacaklardan değilim.” dediğimde, “Niçin?” diye soruyorlar: “Az buçuk tarih bilenler, şu değer yozutucularıyla, insana kıyanlarla aynı çağda yaşamaya utanmamış mı bu adam diye gömüt taşıma tükürürler, korkusuyla…” diyorum.
Zamanımın değerlerini tümüyle benimsiyor, ona göre davranıyorum desem, çağcıl sayılacak, içinde bulunduğum çağın kirinden arınmış mı olacağım? Çağımın değerleri hangileri? Değer diye bana neleri, nasıl kabul ettirmişler? Özgür aklımla mı benimsemişim onları? Yoksa gereksinimlerim zoruyla ya da çağımın oluşturduğu anlayışın rüzgârında sürüklenen bir yaprak gibi mi?
Çağını sevmek, çağını benimseyip bağrına basmak anlamlarını içeren sözce de beni kurtaramıyor, içime sinmiyor bir türlü. Bana uyan yanlarını kabullendim diyelim, öte yanında, insan ve değer kıyımı sürerken, ne edeyim öyle çağdaşlığı?…
Bakmayın tarihin bu döneminde, zamanın bu kesitinde bulunduğuma: Bütün çağları yaşıyor; insanlığın geçirdiği acıların sızısını, kazanımlarının erincini duyumsuyorum: Bu beyin bütünüyle benim değil; acısıyla sevinciyle öfkesiyle ve atılımcı düşleriyle insanlık tarihinin belgeliği. Kaç yüz bin yıllarda oluştu, geleceğe istim verecek bu birikim gömüsü?
Ayağa dikeldikten sonra ne yapacağını bilemeyen insanoğlu, savunmak için bir taşa uzanıncaya, eli araç tutmaya alışıncaya değin kaç yüz bin yılın karanlığından geçti, ne kadar acısını, sıkıntısını çekti o sürecin? Yıldırımın kıvılcımıyla yanan odunun ateşini sürekli tutmak için kaç uykusuz geceleri yaşadı, gözlerini kırpmamak için ne dirençler gösterdi? Odunu oduna sürterek ateşe kavuştuğunda, ondan büyük buluşçu, ondan daha yiğit çağ açıcı ( devrimci) var mıydı? Eli araç tutarken, beyni düşünüşe açılıyordu. Yükünü kolay taşımak için, yükünün altına sürdüğü yuvarlak ağaç (ilkel tekerlek ) onu, karanlığından bugüne yediyordu.
“Bilgi çağı, bilgi çağı!…”diye övündüğümüzün babası, zamanın yeli içinde tozu bile kalmamış, tarihin karanlığında gölgesi seçilmez, adı dilden çıkmış o atalarımızdır. Bilgilenmek, bir ışıktı onlar için. Araçtı, işini becermesine yarıyordu. Daha ne yapabilirim sorusu aklına düştüğünde beynini işletiyor, ileriyi düşlüyordu. Bilgisini yararı için kullandı. Ancak canı tehlikeye düştüğünde, savunma aracı yaptı bilgisini. Bilgiden bilgi üretmenin, bilimsel bilginin babası diyebiliriz onlara.
Şimdi, bütün insanlığın, sayılanması hesap makinelerini çatlatacak uzun yılları aşarak ürettiği bilgiyi kendi çıkarına kullanıp ötekisini dövmek için araç yapanla nasıl çağdaş olabilirim?
Şimdi elektrometal (*) araçlarla yüzünü görmediği, serçe üfürüğü kadar yeli kendisine dokunmamış insanları, bir anda, evi ocağıyla, bütün birikimleriyle yeryüzünden silen çağdaş vahşiyle nasıl çağdaş olabilirim? O ki, o insanlığın tarih boyu kazandığı (emeği olan) bilgiyi acıya, yıkıma koşmuş. Ne işim var, öylesi gövde düşkünü, beyin kısırı, yüreği katı, kirlinin yanında yöresinde?
Dünyayı, aklınıza havsalanıza sığmayacak bir sağmal inek gibi kullananlar, gücünün dayanaklarını -teknik araçlarıyla, baskıyla- kendi dışındaki dünyadan sağıyor. Sonra o güçle bütün insanlığı dövüyor, kendi çıkarına tek biçimli, tek düşünüşlü, bağımlı insanlık sürüsü yaratmaya çalışıyor. Bütün dünyayı, para/çıkar imparatorluğunun kölesine dönüştürüyor, kazanılmış insanlık değerlerini, çıkarının çarklarını işletmek için kullanıyor. O ülkelerin sıradan insanına, halkına sözüm yok ama o ülke yöneticilerinin ve dünyada bunların yedeğine takılmak için yel yepelek koşuşturanların çağdaşı olamam, kesin!
Bütün bu budur, böyledir, herkes kabullenmiş deyip insanlığa yakışmayan kara olguyu, kabullenirsem, kişi olarak çağın kötülüklerinden üstüme de kirli duman ağmaz mı?
İnsan insanla vardır, insan insandan sorumludur. İnsanlık bütününe karşı sorumluluğum yok mu? Olmaz olur mu? Ne gövdemi, ne düşünüş dizgemi, ne de değer yargılarımı kendi gücümle kurmadım. Doğadan gelme, insanlıktan devşirme, ödünçleme onlar. Öyleyse tarihi, karanlığından sürüp bugüne getirmiş insanlığa borçluyum. Bunun sorumluluğu olacak elbet.
Sorumluluğu, kişinin kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren bir olayın sonuçlarını üstlenmesi olarak açımlar; ben kişi olarak üstüme düşeni yapıyorum; çağımızdaki işlerin tersine gidişi, insana yönelik kıyımı ben yapmadım ki, niçin sorumlusu ben olayım diye düşünebilirim, kafam, anlayışım yalınkat ise. O ki insanlığın şimdiye kadar oluşturduğu değerlerden yararlanıyor, onun kazanımlarından kolaylık alıyorum, öyleyse insanlık değerlerinin kalıtyedisi olamam: Yüz binlerce yılın birikimlerini tüketme hayınlığı edemem. O değerleri, nasıl öncekilerden alıp kullandıysam, benden sonrakilere taşımak, hatta katkılayarak çoğaltmakla yükümlüyüm.
Yaşadığımız çağın olumsuzlukları, kişinin tek başına aşamayacağı çap ve büyüklükte olabilir. Gücüm yetmez ki deyip sinme hakkım yoktur. Geçmişin olumlu birikimlerinden aldığım payın borçlusuyum, namuslu insan olarak, ne olursa olsun borcumu ödemek zorundayım. Uygar insan için sorumluluk bir zorunluluktur.
Şunu da düşünmek zorundayım. Geçmişten bugüne gelen insanlık değerleri, hangi engelleri, nasıl aştı? Ne kadar kıyıma uğradı? Ne kadar zulüm gördü? Pes etseydik, biz bu birikimlerin meyvesini yiyebilir miydik?
Zorlanacakmışız, baskı yapacaklarmış, yadırganacakmışız, özdeksel payımız kısılacakmış. Olsun!
“Mutluluk düşünce yoksullarınındır” diye bir söz vardır. Düşünce yoksulu değilim, düşüncelerimi tek başıma ben yaratmadım, bütün insanlıktan devşirdim. Onun ırağına kaçabilir miyim? İnsanlığın acısını çekmek, insanın mutluluğuna koşulmak, zor mu zor iştir. Ama gerçekten insanlaşmış insan için, kaçınılmaz bir görevdir.
Özdeksel mutluluğu yaşayamazsınız belki ama hiç olmazsa, insan olma çabasını boşlamamış birisi olarak göçmezsiniz bu dünyadan. Öküze yem olan ot gibi yaşamadığınız, tarihin görünmez sayfalarında bir yere yazılır ola ki…
Sorumlu olacağım bir çağ varsa: sosyokültürel toprağı hazır olmayan bir ülkede –Batının 300 yılda gerçekleştirdiği- çağdaşlamayı 15 yılda Türk rönesansına dönüştüren Türk Devrim ve Aydınlamasıdır. Beni tarladan alıp insanlaştıran Cumhuriyet’e hem borcum hem saygım var. İnsanlığa, iğne ucu katkısı olanı unutmuyorum elbet. Adı değiştirilmiş ama İnsanı çıkar aracı yapan, allı pullu çağlara inanacak aptallardan değilim.
Çağdaş kavramı yandaşlığı da çağrıştırdığı için çağıncılı yeğler olmuştum. Ama Çağıncılın –cıl’ı; “bir şeyi seven, onunla geçinen”, “andıran”, “ bir şeye alışmış ya da düşkün”, “benzer ya da andırır” sözcükler türetir. Sevegeldiğimiz, inanageldiğimiz kavramlara -çıkara ayarlanmış çağımız, içini boşaltmıştır diye- kuşkulu bakıyorum artık. Benim gibi tarladan gelmişlere bile, çağına karşı çıkma yürekliliği veren, mantıklı Türkçem sağ olsun!
(*)Elektrometal diye bir sözcük yok. Günümüzde, bizi özellikle çıkarsala koşturan dijital araçların elektriğe ve soğuk madene dayandığını düşünerek onları, bu uyduruk sözcükle karşılamayı denedim.
Türk Dili D. 99.s. Kasım-Aralık 2003
Ardıç Kuşu 67.s. Ekim 2004
Ağın
Yorumlar (0 )