BEŞ GÜNÜN BEYLİĞİ
BEŞ GÜNÜN BEYLİĞİ
BEŞ GÜNÜN BEYLİĞİ(16.9.1992-20.9.1992)
Bu yazı KIYI DERGİSİNİN, 7. Ocak.1993 Tarihli 82. sayısında yer almıştır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KIYI DERGİSİ YAZISI;
Saygıdeğer okurlarımız,
Vedat Güler ve Nabi Üçüncüoğlu şiir ödülleri sahibi değerli eğitimci-yazar, şair Osman Bolulu’nun bu ödüllere ortam oluşturan iki kentte ( Trabzon ve Ordu’da ) yaşadıklarını, sanatın ve sanatçının nice birikimleriyle harmanlayarak oluşturduğu bir gezi yazısında sunuyoruz.
Her kentin yüreğinde buna benzer nice değerlerin, nice güzelliklerin olduğuna inanıyoruz. Önemli olan bu güzellikleri bir araya getirebilmek, onlarla sağlıklı bir birliktelik kurabilmektir.
Bolulu’nun gerek bu gözlemlerinde gerekse verdiği konferansların dokusunda ortaya koyduğu en önemli olgu bir kentin sanat ve sanatçılarıyla soluk aldığı gerçeğidir. Trabzon'da, Kıyı’nın yörüngesinde, Orduda; ORSEV’in çerçevesinde üretilenlere yapılan tanıklığı severek okuyacağınıza inanıyoruz.
Eğitimimize çok yönlü katkıları olan Bolulu, yazar olarak da ulaştığı alanlara bıraktığı kültür birikiminin büyük bir önem taşıdığı inancındayız. Burada bir gerçeğin de altını çizmek istiyoruz: Gezilerde olsun, çeşitli et¬kinliklere, şenliklere katılmada olsun çağrılı olanların gündeminde bu or¬tamları yazıya dökmekle yazınımızın ve kentlerimizin daha bir anlam ka¬zandığına inanıyoruz.
Bu tür ilişkilerin çoğalması dileğiyle, Bolulu’ya bu değerbilir tavrından ötürü içten teşekkür ediyoruz.
KIYI
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
BEŞ GÜNÜN BEYLİĞİ
Beş günün beyliği, Osmanlı Beyliği falan değil; köşe dönme, kadın kısrak, içki âlemi falan hiç değil: Sanatçı dostlarla, güzel insanlarla beş gün bir arada bulunmanın esrikliği...
Kültür-Sanat Fidanlığı:
Trabzon, pek çok sanat, düşünce adamı yetiştirmiştir, bir kültür gömüsüdür. Ansiklo¬pedileri, sözlükleri açın bakın, kaç Trabzonlu var, sayfalar yetmez...
Oradan yetişenler, (Ömer Kayaoğlu gibi) Trabzonluluklarını kirletmeden Anadolu’ca kanat vuruyorlar, (İsmet Zeki Eyuboğlu gibi) evrensele uzanıyorlar. İçlerinde çağdaş düşünceye ters düşeni de yok, en ilginci.
Trabzon’u görmek, onların toprağında solumak özlemi taşımışımdır. Sevgili Ahmet Özer’e yazmışımdır, zaman zaman bunu. Bir neden çıktı: KIYI dergisinin düzenlediği Nabi Ücüncüoğlu Şiir Yarışmasında birincilik almıştım. Ordu’dan da (ORSEV’den) Vedat Güler Şiir Yarışması birinciliği... Plaket vereceklerdi. Ahmet Özer çağırıyor, Atatürk’ün Trabzon’a geliş yıldönümünde “Atatürk ve Dil Devrimi” üzerine bir konferans vermemi istiyordu. İbrahim Dizman niye dursundu, o da Atatürk’ün Ordu’ya gelişinin yıldönümünde (19 Eylül). Canıma minnet. 15 Eylül 1992 akşamı, saat 21.00’de atladım otobüse, çantam kitap; gönlüm dost yüzüne, edebiyat söyleşilerine özlem dolu olarak...
16 Eylül 1992, Çarşamba Sıcak Yüzler, Uçkun Sevgiler:
Sabah 07.00’de Trabzon terminaliden telefon ettim Ahmet Özer’e. Dolmuşa bineceğim, ineceğim yeri söyledi, vardım dediği yere. Sabahın iç açıcı tazeliğinde, dalından koparılmış çiçek diriliğiyle kucaklaştık. Evde, Nazlı Özer’in güleç yüzü, sıcak çayı hazırdı. Mahir Özer, geleceğin güçlü temsilcisi olarak kucakladı Osman Amcasını. Kırk yılın özleminden sonraki kavuşmaydı sanki...
Ahmet ve Nazlı Hanım derse gidecekti, Mahir’e bıraktılar beni. Ona, daha üstünden basımevi kokusunu atamamış Türkçe Bilgileri adlı kitabımı imzaladım. Mahir’le aramızdaki köprü, daha da sağlamlaştı.
Zil sesi... Orta boylu, gür bıyıkları, toparlak yüzünü güzelleştirmiş, gözlerinde kendine güven parıldıyan biri, girdi içeriye, sağlam adımlarla: “Ben Recep Ergenç” Recep, ilkokul öğretmeni, sanat tutkunu, özellikle tiyatronun delisi. Her sanat tutkunu gibi tutuklanmalar¬dan, işkencelerden nasibini (!) almış. Bilene bilene yerine oturmuş bir adam. Fisebülülilah, Trabzon'daki her tiyatro etkinliğinin içinde var, daha doğrusu başında. Ne güzel anlatıyor, işini bilenlerin, inananların diliyle. Trabzon’un bu sıradan ilkokul öğretmeni, Trabzon'un neden bir kültür-sanat gömüsü olduğunu kavrattı bana, sanırım. Recep’i daha uzun dinleyebilirdim; kısırlaştırılan dünyamızda, onun sanat tutkusunu görmek, coşkusunu birlikte yaşamak, içimi serinletiyordu. Ama Recep’in ders saati geldi. Zaten Ahmetler de dönmüştü.
Üç Buçuk Metrekarelik Kurum:
Kıyı dergisinde okuduklarımla, Ahmet Özer’den dinlediklerimle Arslan Pulathaneli’nin imrenilecek bir arşivci ve sanat kayıtçısı olduğunu biliyordum. Onun, bizim kültür, sanat hayatımızla ilgili yayınları, titizlikle izleyip birik-tirdiğini öğrenmiştim. Kimle, hangi dönemle, hangi konuyla ilgili bilgi ararsanız, onda bulabilirmişsiniz. (Yerinde görünce de anladım ya bunu.) Yüzünü tanımadığım Pulathaneli’ye, bir mektubumda “kurum adam” diye seslenmiştim. Bu kurumu görmek için çıktık yola. Pulathaneli, üç buçuk metrekarelik bir yerde oturuyordu, çarşı içinde. Oraya sabah dokuzda gelir, akşam beşte çıkarmış. Başka işi gücü yok: Kendisine gelen kitap, dergi, gazete gibi yayınları inceler, notlarıyla birlikte akşam evine dönermiş.
Eski konak tipi, çok güzel döşenmiş ve insana, içinde oturanların aydın kişiliğini yansıtan evine gittik üçümüz: Kitaplar, kitaplar, kitaplar... Kitap dünyasının sergievi! Sadece kitapları saklamakla, kitapların çetelesini tutmakla kalmamış. Diyelim ki, Amasya’dan kimler yetişmiş, hangi yapıtları var, burayla ilgili neler yazılmış? Sorun Pulathaneli’ye, listesini çıkarsın, hemen buna ilişkin kitapları ya da kesikleri göstersin size. Bir dönemle ilgili yazar ve olayları mı soruyorsunuz onları da belgeleriyle saysın size. Örnekse Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş kim deyin, yapıtlarını sürsün önünüze ve haklarında çıkan yazıları... Sanat ve edebiyatla ilgili aklınıza ne gelirse, hepsinin, doyurucu yanıtını alabilirsiniz ondan: Defterler, listeler, kesikler... Bu kadar işi, bir adamın yapacağına inanamıyorsunuz. Milli Kütüphanede bile bulamayacağınız kitapların, onda olduğunu görünce, Kültür Bakanlığının, bu kişiyle ilgilenmemesine yazıklanıyorsunuz. İçinize bir acı düşüyor: Yaşı yetmişlerde olan bu kişinin (Allah geçinden versin) gidişiyle bu kültür gömüsü ne olacak?
Bir Deli Poyraz Adam:
Ahmet’in evindeki balıklı soframızın bir konuğu da Gündoğdu Sanımer.. Adını, çok öncelerden biliyorum, şiirlerini severek okumuştum. Şimdi karşımda sağlam yapılı bir kişiliği simgeleyen bir adam. Konuşuyoruz, anlatıyor: Onun ağzından dinliyorum, Anadolu’nun acı gerçeklerini, bir daha. Mesleği tıp doktorluğu. Ama hiç o doktorlardan değil. Gerçeklerimizi aklın ve diyalektiğin terazisinde öyle güzel tartıyor ki, dinç gövdesinin içindeki dinç kişiliğine saygıyla yöneliyorsunuz. Delibozuk bir adam, öte yandan. Doğruların göz ardı edilmesini görenlerin fırtınası var onda. Hani, Anadolu “Yiğidin iyisi deli olur.” der ya öyle, doğrular için gözünü budaktan sakınmayacaklardan biri. Üstelik şair: SUYUN İNCE SESİNDE şiirini dinle¬diğimiz, KARAYELİN SÜRÜKLER'ni önüne katmış bir şair. Daha ne eklemek gerekir ki bu güzelliğin üstüne. Şimdi anlıyorum: Kıyı dergisinin arka-sındaki destekleri, Ahmet Özer’in hangi güzellikleri birleştirip örgütlediğini, ince ince ördüğünü ve neden Trabzon’un kültür-sanat gömüsü olduğunu.
Gerçeklerimizin Neşteri:
Ahmet’in güzelliklerinden biri de dostlarını dostlarıyla çoğaltmak: SOSYALİST TÜRKİYE'in yazarı Ali Faik Cihan’ı da söyleştirdi benimle evinde. Acı ama Gerçek’ten sevmiştim, Ali Faik Cihan’ı, çok öncelerden. Sosyalist Türkiye’de ithal düşünenlerden biri olmadığını kanıtlamıştı Cihan. Türkiye’deki demokratikleşme üzerine kafa yoranlar; onun olaylara yaklaşımını; evrenseli amaçlamış ama yerliliğe dayanan yöntemini kullansalardı, şimdi bu durumda mı olurduk? Ali Faik Cihan, sadece çağdaş bir Şeyh Bedrettin gibi, raflarımızda mı kalırdı? Bana göre, sosyalizmi yüzüne gözüne bulaştıran kimi Rus ideologları bile, diyalektiği onun kadar doğru algılayıp doğru yorumlayamamışlardır. İşte onlardaki bitiş! İşte bizdeki karmaşa ve şaşkınlık!
17 Eylül 1992 Perşembe:
Sabah, yine Ahmetlerin dersi var, gittiler. Cumhuriyet Ortaokulu Türkçe Öğretmeni Yılmaz Aykanat geldi. “Adınızdan tanırdım sizi, edebiyatı severim. Ben Cahit Külebi’nin yöneltmesiyle Türkçe öğretmeni oldum, edebiyatı sevdim.” diyor. Candan insan, ne yaptığını bilen bir öğretmen Yılmaz Bey. Dilinin tadına doyamıyorum, Karadenizli ağzı, daha tatlı kılıyor onun söyleşisini. Öğleye doğru Ahmetler dönüyor. Yılmaz Öğretmenin dersi var, istemeyerek ayrılıyor.
Ahmet’le Trabzon Radyosuna gidiyoruz. Dostça karşılanıyoruz, elbette Ahmet’ten ötürü. Nazan ve Tufan Turasan çifti, bize çay söylüyor. Daha önce Ahmet’le Nabi Üçüncüoğlu Şiir Ödülü üzerine konuşma yapıp yayımlamışlar. Nazan Turasan, kaşla göz arasında, bu yayının bandını kopya edip veriyor bize. Beni yukarıya alıp sorular soruyorlar. Banda aldılar bunları, yayımlayacaklar. İki güzel insanı tanımış olarak ayrılıyorum Trabzon Radyosundan.
Yine Arslan Pulathaneli'ye uğruyoruz. Onun üç buçuk metrekarelik kurumu, bizim söyleşimizle genişliyor; düşünceler aktarıyoruz, edebiyatla, sanatla göneniyoruz. Sanatın havası, engin yaylalara dönüştürüyor bu daracık mekânı. Oradan Öğretmenevine uğruyoruz. Orası da başka yerlerdekilerin benzeri galiba, Ahmet pek gelmezmiş buraya. Orada edebiyat öğretmenleri Türkay Korkmaz, İbrahim Kavzoğlu, Zekeriya Saka ile tanışıp konuşuyoruz. Türkay Korkmaz’ın elinde notları var, Türk Dili Dergisi’ndeki dil yazılarımdan almış; beni sorguya çekiyor. Anadili öğretmenleri forumu kuruldu sanki. Ankara’dan Edebiyatçılar Derneği Birinci Genel Kurulundan yüzünü anımsadığım Kenan Sarıalioğlu da katılıyor aramıza. Trabzon Belediyesi kültür müdürüymüş. Tatlı bir adam, sözünden sohbetinden anlıyorsunuz ki, bu görev, ona boşuna verilmemiş.
Hapishaneden Kültür Merkezine:
Hüseyin Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’ne gidiyoruz. Trabzon’un Cumhuriyet sonrası ilk belediye başkanıymış Hüseyin Kazaz, adını kültür merkezine vermişler. Ne kadar değerbilirlik! Trabzonluların bir güzel yanını daha yakalamış oluyorum. En ilginci ve çarpıcısı da ne biliyor musunuz? Görkemli kültür merkezi, eskiden bir hapishaneymiş. Onu bir güzel restore edip sanatsal havaya sokmuşlar. Bu, daha da heyecanlandırıyor beni. Ahmet, binanın orta içinin dış yanlarındaki yazıları gösteriyor; eski mahkûmlardan kalmış. Ahmet’in SÖYLE YÜZÜM TANIĞIMSIN kitabından bir şiiri anımsıyorum:
"duvarın bembeyaz bir sayfasında
tırnakla kazılan bir tarih
altında
dokuz yılının bitimine
dokuz gün kaldığını yazar
mardinli şeho
düşlerini
insan sıcaklığından çekerek
dünya yeni bir yıla
hazırlanırken "
"hücre avluya bakar /
avlu bizans’tan kalan surlara
yüreği avucunda bir jandarma /
bakar alevden aylara
II. mehmet bir gülü koklar gibidir/
yeniden
tan atımında
Şiirin burayla ilgili olup olmadığını soruyorum. Ahmet “evet” diyor. Burada yapacağım konuşma, benim için daha büyük onur olacak, sözümü, heyecan dalgası içinde derleyip toparlayabilecek miyim, bakalım?
Konuşma saati geliyor. Sevgili Ahmet Özer’in sunuşundan sonra söze başlıyorum: Mustafa Kemal’in çağdaş, yeni bir devleti amaçladığını, eskimiş ve yıkılmış bir imparatorluğun diliyle yeni bir devletin uluslaşma sürecinin hızlandırılması gerektiğini; Türk düşünce ve biliminin dille geliştirileceğini, bunun için de bizim sesimize ve yapımıza uygun dili kullanmak zorunda olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum. Belgelerden yararlanıyorum: Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın (Mufassal Kâmus-u Felsefe) Türkçeyi küçük gören yazısından aktarmalar yapıyorum. Dil ile ulusal bağımsızlığın iç içeliğine değinerek “Böyle birisinin Sevr’in altına İmza atmasına şaşmazsınız herhalde.” diyorum. 1923 İzmir İktisat Kongresinde Nuri adlı bir işçinin bir arkadaşıyla, Latin harflerinin kabul edilmesi için verdiği önergeye çok sinirlenen Kâzım Karabekir’in “Latin harflerini almak, Hıristiyanlıktır, milliyetimiz yiter, mahvoluruz” diyen yazısından (Hakimiyeti Milliye gazetesinde yayımlanmış.) aktarmalarda bulunuyorum. Milli Mücadelede büyük yararlık gösteren bu değerli kişiyle, Türk ulusunun, sonsuza doğru ufkunu açmaya çalışan Mustafa Kemal arasındaki, 1920’li yıllara raslayan uyuşmazlığın nedenlerini sezdirmeye çalışıyorum.
Konuşmanın bitiminde Trabzon Belediye Başkan Yardımcısı sayın Şevket Çulha, bir demet çiçek sunuyor, her şeyden güzeli bu! İlk sevgilisinden ilk çiçeği alan genç kız kadar mutluyum! İnce, gerçekten çelebi Şevket Çulha’nın yarattığı esrikliği atamamışken, bir de Aslan Pulathaneli çıkmasın mı, elinde plaketle sahneye. Bir şiir yarışmasının plaketini ondan almak da ayrı bir onur. Arkasından Trabzon Teknik Üniversitesi öğretim görevlilerinden Rasim Şimşek çıkıyor sahneye. Yüreğim hop ediyor; dil işçiliğindeki titizliğini bildiğim Rasim Hoca, eksikliklerimi açıklarsa, n’olacak? Rasim Hoca hırpalamıyor beni. Benim konuşmamdan zevk alınmadıysa, onun güzel dili, mutlaka, iç açıcı olmuştur, dinleyiciler için.
Sahneden inmek istiyorum. Kitap imzalamak, hep işportacılık gibi gelmiştir bana. Belki, bu işin içinde çokça bulunmadığım için böyle bir saplantıdayım. Birçok kişi geliyor, ellerinde kitaplarım var. Bir dost çemberi içinde kalıyorum. İçimden gelerek kaleme sarılıyorum. Bayağı güzel, tatlı bir şeymiş bu! Dostluk çemberinin genişlediğini sezinleyerek ben de genişliyor, çoğalıyorum.
Yargısının Onurunu Koruma:
Ödül töreninden sonra yaptığım kısa konuşmayı, atlamayayım. Çünkü bu konuşmada vurgulamaya çalıştıklarımı, hayli önemsiyorum. Verdikleri plaketin ardında, seçici kurulun adları yazılı. “Aldığım ödülün sorumluları işte bunlar, suç benim değil” diyerek Baki Akgül, Mehmet Yaşar Bilen, İsmet Zeki Eyuboğlu, Subutay Hikmet, Ömer Kayaoğlu, Ahmet Özer, Rasim Şimşek, Naim Tirali’nin adlarını okuyorum. Bu kişilerin Türkiye'de ödüllere yeni boyut kattıklarını, yaptıkları işin sorumluluğunu, adlarını belirterek yüklendiklerini kanıtladıklarını vurguluyorum. Kitaplığıma, bu plaketi koyarken acaba ön yüzü mü, arka yüzü mü dışa dönük olmalı ikircikliğine düşeceğimi söylüyorum.
Dostlar Meclisi:
Akşam, Şehir Kulübünde dostlar sofrası kuruluyor: Çelebiliğiyle Şevket Çulha, başta, Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ömer Güner de sevimliliğiyle, yerini almış. Kimler Yok ki? Belediye Kültür Müdürü Kenan Sarıalioğlu, Yılmaz Aykanat, Rasim Şimşek Hoca, Pulathaneliyle eşi, Ahmet Özerle eşi Nazlı Hanım, şimdi adlarını anımsayamadığım kimi dostlar. Almanca öğretim üyesi Orhan Özdemir... Özdemir, bir dil meraklısı, rakının yanında hafif hafif gıdıklıyor beni, dil yoluyla gönüllerimiz bağlanıyor birbirine. Sofra, rakının çevresinde değil: Edebiyatın, sanatın güzelliğinde, bir başka donanmış, rakıdan çok, sanatın esrikliğindeyiz.
Bu kadarla kalmıyor sofranın genişliği, yurt düzeyine ulaşıyor; Ahmet Özer'in cebinden çıkardığı KARŞI dergi-siyle; Burhan Günel, Talip Apaydın. Mahzun Doğan, Ali Püsküllüoğlu, İbrahim Dizman, Mehmet Yaşar Bilen, Ramis Dara gelip oturuyor soframıza, daha doğrusu gönlümüzün tahtına. Ahmet Özer, Aslan Pulathaneli ve benim de yazım var, bu sayıda. Hadi, sana bir edebiyat forumu.
Trabzonlular Ahmet Özerin değerini, işlevini biliyorlar ama benim öğretmenliğim tutuyor: Ahmet'in Trabzon’a ne kazandırdığından söze başlıyorum, dilim döndüğü kadar onun değerini belirtmeye çalışıyorum. Bu evladınıza sahip çıkmak, sizin onurunuz olacaktır, geleceğe bunun gibi adamlarla yürüyeceksiniz. Kültürümüz bunlarla sürecek, bunların geliştirdiği sanat, bizi gönendirecek, bir gün, gerçekten ulus olma katına yükseleceğiz diyorum. Ve ekliyorum, bunun bir benzeri daha var: Mehmet Yaşar Bilen, O, yirmi yıl kaldığı Devrek deresini, baston dediğimiz ağaçtan aracı destek yaparak sanatın odağı durumuna getirdi, adını yurda ve dünyaya duyurdu. Her yıl Türkiye'nin sanat, düşün adamları orada toplanıyor. Bu işin manivelası Mehmet Yasar Bilen. Böylesi gençlere sahip çıkmalısınız diyorum. Kısa aralıkta, kimi yerlerini okumaya çalıştığım Ramis Dara’nın yazısındaki Mehmet Yaşar’la ilgili bölümü de ihmal etmiyorum. Anadolu’daki sanatçı gençlerin el ele, omuz omuza vermesi gereğini vurgulayarak Anadolu sanatı, Anadolu’dan çıkacaktır, dukalıklardan çok şey beklemeyin. Siz bu gençleri sevmek, korumak zorundasınız dayatmasına varıyorum.
Geç vakit eve dönüyoruz. İbrahim Dizman telefonda: “Hani gelecektiniz?” “Hayır!” diyor Ahmet, “Osman ağabeyle Trabzon’u gezeceğiz yarın.” Ben de istiyorum bunu, beni kucaklayan insanların mekânını içten tanımaya çalışmalıyım, turist gibi, ticaretçi gibi geçmemeliyim bu topraklardan, İbrahim’den özür diliyoruz, yarın da Trabzon’dayım.
18 Eylül 1992. Cuma:
Sabah kahvaltısından sonra Trabzon fethine çıkıyoruz. İlk durağımız Ayasofya; bir kültür anıtı, yüzyılları aşarak ayakta. Eskinin görkemini duyumsuyorsunuz. Yeri de güzel, denizin sonsuzluğuna açılan bir görünüm, içinizi serinletiyor. Orada, yeni zamanlarda da sanat etkinlikleri gerçekleştirilmiş; çevreden anlaşılıyor bu. Trabzon'un neden bir kültür gömüsü olduğunu kanıtlayan bir anıt da Ayasofya.
Ayasofya ile Trabzon’un temellerine inmiştik biraz. Haydi. Cumhuriyetli yokuşlara tırmanalım diyoruz, binip otobüse, sürekli yukarıya doğru gidiyoruz, ağaçlıklı yollardan. Gördüklerimiz, iç kanatıcı; iki göz oda uğruna güzelim bahçeler, grayderlere, yapsatçılara teslim edilmiş. Trabzon’un yeşil saçları yolunuyor, Karadeniz’in güzel kızı, kel kalacak belki, beş on yıl sonra. Bir uygarlık betona teslim olunca, gönül zenginliği nasıl korunur? Betonlar arasındaki insanın iç dünyasını, badanalar renklendirebilir mi? İç kirliliğini ağartmaya yeter mi badana, boya ve beton? Atatürk’ün köşküne varınca biraz soluk alıyoruz: Daha buraya ulaşamamış, para hırsına güzellikleri yiyen canavar. Her yerde olduğu gibi, biraz Mustafa Kemal’le esenlikleniyoruz. Ya sen gelmeseydin bizim Mustafa? Daha çok yıllar, sana ihtiyacımız olacak! Gidebilirsek, senden temellenerek gideceğiz.
Trabzon’un başka bir doruğuna tırmanıyoruz. Bu doruk, bildiğiniz doruklardan değil, belki bir yamaç. Güzelliğin; denizi ayağının altına alan, İnsanın içini sonsuzluk duygusuyla dolduran, köpürten eşsiz bir görünüm doruğu: BOZTEPE Trabzon’un egemeniyiz artık, o bizim gözümüzün çerçevesinden kurtulamıyor, ama Karadeniz'in engin-liğine yetmiyor bakışlarımız; böyle uçuklaşıp coşuyoruz, uzak düşlere kaptırıyoruz kendimizi, sözün, sohbetin içinde. Çay da güzel. Adam, belki Ahmet'i tanıyor, onun tadı da eklenmiş olmalı bu çaya. Papuçlarımı çıkarıp ayaklarımı diğer sandalyeye uzatarak oturuyorum: Trabzon’u yakalamışım, Karadeniz’in sırtına binmişim, gözlerimin gücünce.
Bu doyumun, bu güzelliğin cümbüşünde, içimi karartan nedir? Ali Şükrü’nün gömütü var Boztepe’de. Üzerindeki yazıtta, Ali Şükrü olayının bir bölümü saklanmış; sanki Ali Şükrü eceliyle ölmüş... Ülküsel havaya bürünmüş yazıt. Gerçekleri saklayarak nereye gideceğiz? Yolumuz, bir yanlıştan bir yanlışa mı olacak? Hiç olmazsa Trabzon’un üstüne oturduğu tarihten ders alamaz mıydık? Gerçekler yerine oturulmazsa, hastalık nasıl sağlığa dönüşecek ki?
Şehre doğru iniyoruz. Gerçekten iniyoruz: İndiğimiz yer Çömlekçi semti. Rus Pazarının kurulduğu yer; bir iniş. bir düşüş, bir dağılma, iplik iplik, parça parça pazara inmiş burada. Son Rus kadınlarının gözlerinden üzüntü salkımı gibi sallanıyor iniş! Gövdelerinin pörsük görüntülerine sıvanmış iniş! 1917 Devrimindeki karışıklık ve dağınıklığı düşünüyorum, okuduklarımdan belleğimde kalanlarla. Aynı çırpınış, aynı dram. İnsan yüzlerine sinmiş aynı acı destan, aynı ağıt. Elindeki basit oyuncağı satarak yaşamı sürdüreceği sanısına kapılmış zavallı kadınlara, kimilerinin hangi pis iştiha ile bakacağını düşündükçe içim burkuluyor. İnsanı, bu duruma düşüren bütün siyasilerin sülalesine okuyorum, içimin derinliklerinden. Gerçekleri mizahla örtmeye çalışıyoruz: Ahmet “Ağabey, şunlar otuz yıl önce yıkılsalardı da Türkiye’de bu kadar insana kıyılmasaydı.” diyor. “Başka neden bulurlardı bizimkiler Sevgili Ahmet’im.” Yıkılan sosyalizm mi. Rusya’daki sakat uygulama mı, bunun üstüne kırık dökük konuşarak Rus Pazarından çıkıyoruz. Oradaki çalkantı bizde yok mu, bir başka boyutuyla? Duvarda bir yazı: “PKK, hazır ol! Çömlekçili İsmail geliyi!”
Bir Güzel Akşamın Viskili Karadenizi:
Ahmetler karı koca sürücü kursuna gidecekler, bu akşam. Beni Ömer Güner'e emanet ediyorlar. Canıma minnet, Ömer Güner’le sardırmışız biz zaten: Aynı tele vuruyor mızraplarımız. Ömer Bey’in evinin üst katındaki terasa vardığımızda, güzelim mezeler, viski bizi bekliyordu. Güneş batmak üzere, deniz bütün sonsuzluğuyla gözlerimizin yaylasında. Sözün sazını alıyoruz ele: Bir ben vuruyorum, bir Ömer Bey. Trabzon’un köklülerinden Ömer Bey. Onun irdelemeli, köke bağlı anlatımından daha iyi tanımaya başlıyorum Trabzon’u, Trabzonluyu. İçimde bir dost adası olarak saklayacağım o gazeteciyi. Gazeteciliğin kimi eksilerinden ırak, toprağının adamı. Bir güzel kişi o! (18 Eylülün rahatlığını nasıl yakalamıştık?)
Bir Maskaralıktan Doğmuş Fırsat:
Gerçi, Ahmet, yine bana Trabzon’u tanıtacaktı, ama zamanımız bu kadar bol olmayacaktı. O gün, MEB Köksal Toptan, Trabzon’a geliyormuş, onu karşılamak için okullar tatil edilmiş, bu fırsattan yararlandık. Bakanın gelişinden ötürü zamanımızın genişlemesi iyi de: 12 Eylül’ün getirdiği maskaralıklardan biri, bir kez daha yaşa-nıyordu: Sabahın saat sekizinde yollara dökülen öğrenciler, akşam üstüne kadar yollarda bekletilmişti. Öğrenciler sıraya girmiyor, gereği kadar alkışlamıyor diye polisler, öğretmenleri azarlamışlardı. Derslerin boş geçmesini falan hesaplayan yoktu. Bu olaydan ötürü Bakana bir açık mektup yazacağım, Ankara’ya dönüşte. Özellikle şu iki soruyu yönelteceğim kendisine l. Hani böyle gösteriler 12 Eylülün marifetiydi. Demokratikliğe soyunan partinizin görüşüne aykırıydı. Görüş mü değiştirdiniz? 2. Bütün bunlardan haberim yoktu, böylesini onaylamıyorum diyor-sanız, o gayretkeş yöneticilerin bir daha bu biçim maskaralıklar yapmamaları için bir genelge yayımlayabilir misiniz? Altına da imzamı “MEB Müşavir Müfettişliğinden Emekli Osman Bolulu” diye atacağım
Bir Başka Ahmet Özer daha:
Ahmet Özer’in şiiri, sanatı üzerine bir yazı (Öğretmen Dünyası: 144, Aralık 1991) yazmıştım. Şimdi o Ahmet’le birlikte, onu tamamlayan birisi daha vardı: Trabzon’daki sanat-kültür yaşamının ekseni olan gürültüsüz bir adam. Bakıyorum, o çevrede hangi genç kitap çıkarmışsa, onunla ilgili yazılar, Ahmet’in kaleminden. Kitapların başına ya da arka kapağına değmiş Ahmet’in kalemi. Öyle olur olmaz için, hatıra dayalı yazılar da yazmamış Yazdıkları, kitabın içindekilerle bağdaşık, gözlem ve saptamalar yerinde. Arkasından bir sanatçı kuşağı yetiştirerek sanırım. Özer. Öğretmenliğinin yanında hukuk fakültesinde yarım kalmış öğrenimini de sürdürdüğünü öğrendiğim Ahmet Özer, o halim selim görüntüsünün altında ince bir mizahı da saklıyor. Olay ve kişilerle -çaktırmadan- ince ince dalga geçiyor. Evinin balkonundaki söyleşimiz sırasında, karşı balkondaki hanım kız seslendi. Yeni aldığı kuşlardan hangisinin dişi, hangisinin erkek olduğunu öğrenecek. Ahmet “Çok öteni dişidir.” yanıtını yapıştırıyor. Sadece kadınlara yönelik bir mizah değil bu.
19 Eylül 1992, Cumartesi:
Sabahleyin Ahmet’le otobüse atladık. Yolda sanat ve sanatçılar üzerine; birbirimizden aldık verdik. Öyle dalmışız ki, önümüzdeki genç bayanın, yanındaki erkeği sıkıştıran kösnül davranışları bile dikkatimizi çekmedi, bir solukta indik Ordu’ya. İbrahim Dizman karşıladı bizi. Üstüntaş’ların evine gittik. Aydın Üstüntaş’ın babacan davranışları, Gülçin Üstüntaş’ın güneş yüzü ve incelikle hazırladığı sofra karşıladı bizi. Bir güzel doyunduk hem karnımızla, hem gönlümüzle. Cemal ve Solmaz Yöntem sohbe¬timizin içindeki ayrı bir güzellikti. Dost çemberinin genişlemesi kadar büyük kazanç var mıdır, dünyada? İnsan ancak severek, dostlarına dayanarak, bunlarla çoğalarak dünyasını esenlikli kılabilir.
Orsev:
Konuşacağım Ordu Sanatevine geldik. ORSEV (Ordu Sanatevi), herhangi bir dış desteğe sahip değil, sanat-severlerin gönlünden doğmuş bir kurum, onların özverileriyle yaşıyor: Ordulu sanatsever (otuz kişi Gülçin-Aydın Üstüntaş, Solmaz-Cemal Yöntem, Muteber-İbrahim Dizman gibi) “Kahveye vereceğimizi birleştirip bir kültür ocağı kuralım; hem sanatla göneniriz hem de gençleri sanatın içinde besleriz.” demişler. Bu güç ve inanç imrenilecek bir sanat kurumunu yaratmış.
Konuşmaya daha vakit var, deniz kıyısına çıkıyoruz. Kıyı çok güzel düzenlenmiş, gezi yerleri rahatlatıcı. Beton, denize abanmamış. Atatürk’ün Ordu 'ya gelişinin yıldönümü bugün. Şenlik var. Bu güzelliği, kasaba psikolojisi gölgeliyor: Belediyecilerden kim ise, önce yapacakları etkinliklerin saatini, daha geriye sarkıtmış; ORSEV’in etkinliğiyle çakışacak, ORSEV’deki toplantıya gelenler azalacak.
Dil Devrimi Atatürkçülüğün Eksenidir:
Hiç de öyle olmuyor. ORSEV dolu. Bununla beraber gençler, dışarıdaki etkinlikleri izlemek için toplantıyı terk edebilirler kuşkusuyla Naim Tirali’ye bir kitakse” atıyorum: “Gençler, değerli yazarımız Naim Tirali'de dinleyicilerimiz arasında. O, ne zaman toplantıyı terk ederse, siz de o zaman çıkabilirsiniz " diyorum. Tirali ince kişi, çıkmaz. Zorunlu olarak beni dinleyecekler artık.
Dil devrimini önemsememenin, Atatürk devrimlerini boşlamak; dil devriminin bir aydınlanma görüşü olduğunu; dil devriminin çağdaşlaşmanın izdüşümü sayılacağını; bu devrim ile öteki devrimlerin iç içeliğini; çağdaşlaşmanın laiklikle gerçekleşeceğini; laik düşünebilmek için de kendi dilinin bilincine erişmenin zorunluluğunu vurguluyorum konuşmamda.
Meğer Tirali’nin sayın eşi, dışarıda beklermiş, birlikte Rus Pazarına gideceklermiş. Tirali’nin bir yapıtının adını da yanlış söyledim. Şimdi o da bana bir “kitakse” atmaz mı? Ertesi gün için bizi Piraziz’e çağırıyor, Ayvasıl’da Karadeniz pidesi yedirecek. Konuşmadan sonra otobüse atlayıp yarın sabahki (Ankara’da) Dil Derneği Genel Kuruluna yetişmekten vazgeçiyorum.
Akşam, İbrahim Dizman’ların evindeyiz. Bütün dostlar orada. Sözümüzü sohbetimizi rakıyla cilalamadan öteye, yine sanatı yaşıyoruz: ORSEV, daha önceki etkinliklerini videoya almış: Sanatçılarımızdan Ahmet Özer, Burhan Günel, Lütfiye Aydın. Naim Tirali' yi de soframıza oturtuyoruz, video filminden çekip.
20 Eylül 1992, Pazar
Ordu’nun Boztepe’sine çıktık. Kent ayağımızın altında, Karadeniz’le dudak dudağa. Ordu’nun dokusunun, diğer kentlerimiz gibi bozulmadığını, eşsiz bir görünümde olduğunu görünce esrikleşiyorsunuz. Ordulu, boşuna şu Boztepeye çıkmak türküsünü yakmamış. Ömrü olan, dünyaya, bir kere olsun. Boztepe’den bakmalı derim: Hayatı daha çok seveceksiniz, ölümden daha çok korkacaksınız: Bu güzellikler terk edilir mi diye.
Öğleye doğru Piraziz’e varıyoruz. Tirali’nin konuğuyuz. Tirali, iyi yazarlığının üstüne, çelebi bir kişi: Kitaplarını imzalayarak, yaptığım yanlışın ve koyduğum ambargonun yanıtını veriyor, çok ince bir davranışla. Tirali, Durcan Yaşacan’a telefon ediyor, onu yoldan alıp Ayvasıl’a varıyoruz. Nefis Karadeniz pidesiyle dövünüyoruz. Ver elini Giresun. Giresun Kalesinde Topal Osman Ağa’nın anıt gömütü var. Onun yazıtında da gerçeklerin bir bölümü sak¬lanmış: Ali Şükrü’nün gömütünde olduğu gibi. Bunlara dayalı olarak “Belleksiz Toplum” diye bir yazı yazmayı düşünüyorum.
Akşam üstü, Ahmet Özer’i Trabzon’a yolcu ediyor, Naim Tirali’yi Piraziz’e bırakıp Ordu’ya dönüyoruz. Otobüs saatine kadar yine dostlarla beraberliğin huzurunu yaşıyorum. Saati gelince, gönlümü orada bırakıp Ankara’ya doğru yola çıkıyorum. Bu beş gün; gözümün, gönlümün doyduğu, dilimin içimi yansıttığı, dostlarla düşünce alış verişinin zenginliğine gömüldüğüm beş gün! Ondan ötürü “Beş Günün Beyliği” dedim
Oran, 25 Eylül 1992
Yorumlar (0 )