Osman Bolulu - Dil Deneme Şiir

BENİM ANKARA'M

 BAŞKENTE VURMUŞ BİRİ

 

 

Isırgan otlarının boy attığı ormanlar var ya

Oralardan gelmiş kocaman bir ağacım ben

Dallarına ayrıksı kuşları tünetmeyen

Bayrak direği olabilirdim, en doğrusundan

Arı kovanlarına kötek yaptılar, olsun

Hangi karabasanları delmedik biz

Bunca dürtüldüm de, hiç sızı yok gözümde

 

Başkente vurmuş yolum

Parklardaki pelitler kadar iriyim ve yabancı

Saçlarımı rüzgâr almış, alnımda

Yaralı aslan adımlarıyla geçerim caddelerden

Belki bir kavgada devrileceğim, hangi köşebaşında

Gözleri fırınlarca harlı

Dağ rüzgârları savrulurken, yumruklarında

 

Sokaklara dökülmüş insanların rüyası

Öteki, berikinin maskarası

Bakımlı kısraklar kadar esrik kadınlar

Saz benizli üniversite öğrencileri

Konfor avına çıkmış gecekondu kızları/tay bacaklı

Sonra, o kalleş melon şapkalar

Sokak sokak, iğreti sularda akarken

Yabansılığıma çarpıp dönen içtenliksiz gözleri

 

Yürüdüğüm sokakta yürüyorlar

Konuştuğum dili söylüyorlar, sözüm ona

Ama resimlerimiz düşmüyor yan yana

Ağız çizgileri keskin

Omuzlarındaki ağırlık benden yana/birkaç ürkek adım

İçrek düştükçe bana

Gözlerimizde sessiz "Günaydın!"

Onlarla düşmüş defterlere kaydım

 

Akşamüstleri, Atatürk Bulvarından akmak yok mu

Bekârların kahrını çoğalttığı saatler

Serseri adımlarında caddenin, bir çalkantı

Sonra meyhanelere teğet geçmek

Ve açamamak, kadınlı karanfilleri

Yoksul kızların, burslu öğrencilerin yüreğinden

Şak diye, şak diye hançerliyorlar beni

 

Zafer arabaları gibi vakur kadınlar

Kaça katlarsa katlasın bu caddeleri

Adreslerini bulamadılar

Kavakyelindeki delikanlılar da öyle

Menderes ayaklı kızlar var ya

Saçları rüzgârlı, etekleri deniz

Hohlayıp hohlayıp burunlarını ısıtmak geçiyor içimden

Kanadıma düşseler, ana tavuk sıcaklığında

Yüreğim çekip gidiyor Kavaklıdere'ye

Başım Altındağ'dan aşağı, kulaçlıyor bozkırları

İflah olmaz bir salıncaktır kurulan, iblisine

Artık ben, ben değilim; acılar üfüren yelim

Uçların çarmıhında geriliyor, koca bedenim

 

Dağdan inip kentte vurulmuş

Yaralı aslan ayağında gezmek değildi erkeklik

Hep iyi düşlere zar atmak da kâr etmiyor

Sabahtan akşama kadar

Veresiye defterleri gibi dürülüyorum

Melon şapkaların kaypak havasından çekip elimi

Çıplak şarap kadehlerine vuruyorum meyhanelerde

Sözüm ona dostlar tünüyor üstüme, tüyleri pireli

Eyleme mendil sallayan yok içinde

Pasifini koruyor hepsi

Yüreğim ören, harabım

Zehir zıkkım oluyor şarabım

 

Yaralı parmağım oturuyor kadehime, sızılı

Başımı alıp Boğalı Dağlarına gidiyorum

Kadehimin içinde öküz güdüyorum

Bir çift çarığın özlemindeki günler tünüyor yüzüme

Aynalara bakmak, en büyük korkum artık

 

Dolmuş param varsa, huzurdayım

Yani, senin anlayacağın, bizim ordayım

Karımın gözlerindeki mutluluk çok sürmüyor

Duvarlar, tavanlar orospuluk ediyor geceleri

Çocuklarımın gözlerindeki çıra

                          böyle yanacak mı diyorum

Onlara ekmek almak için sattığım kitaplarım

Evet, yatılı öğrenciliğimde edindiğim kitaplar kapanıyor

Kelepçe biçimi ellerime

 

 

 ANKARA KİRLİ DUMANI SİLKEL

 

 

19 Mayıs 2006-19 Mayıs 1919= 87 yıl:

 Ulusal bağımsızlığıma kara duman ağdı-

 

 

 rılımaya yeltenilen günlerde; Kurtuluş 

 Savaşı felsefemizi onurla koruyan Cumhur-

 başkanımız AHMET NECDET SEZER’e

 eksilmez sevgi ve saygılarımızı yineleyerek.

 

 

     “ İnsanlığın hepsini bir gövde ve her ulusu, bunun organı saymak gerekir. Bu gövdenin, bir parmağının ucundaki acıdan, öteki bütün organlar etkilenir. Ancak böyle  bir düşünüş, insanları, ulusları bencillikten kurtarır.”

     “ Eğer uluslar arasında bir hastalık varsa, olay ne kadar uzakta olursa olsun,  kendi içimizde olmuş gibidir, bizi de etkiler,buna şaşmamak gerek!”

     “ Eğer sürekli barış isteniyorsa, insan topluluklarının durumlarını iyileştirmek için, uluslararası önlemler alınmalıdır.”

     “ Bütün insanlığın gönenci ( refahı), açlığın ve baskının yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları kıskançlık, çekememezlik, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.”  

                                              

 Bu sözler, bu düşünce ve görüşler bugünün de özlemi. İnsanlık, böylesini gerçekleştiremeyişin acısını çakekiyor. Hangi filozof nerede, , ne zaman söyledi  dersiniz , bunları? Günümüzün, dünyaya egemenlik deliliğine yakanlanmış ve iktidar hırsına yenik düşmüş siyasetçisinin ağzından çıkar mı bu sözler? Evrensel kavrayışlı, insanlığın bütününü kucaklar düşünüşlü sözler,  79 yıl önceki Ankara’nın sözleri: Ankara’nın başındaki Gazi Mustafa Kemal’in, 17 Mart 1927’de Romanya Dışişleri Bakanı Antonesku’nun8 ziyareti sırasındaki söylevinden.

 

 İçeride ve dışarıda “ Mustafa Kemal ve onun yolu, geçerliğini yitirdi. O , ulusal savaşı gerçekleştirmiş ama demokrasiye ama demokrasiye geçememiş diktatördü.” Savını yayıp etkili kılanları gördük, görüyoruz. Her devrim, her büyük adam, etki bırakan her olay;  kendi konumu, özel ve tarihsel koşulları içinde; amacına göre değerlendirilir. 1927’de, insanlık ülküsünü ve gerçek birleşmiş milletler anlayışını, böylesine dillendiren bir lider var mıydı? Gazi Mustafa Kemal’in dönemdaşlarından kaçının adı gündemde şimdi? Hangisinin görüş ve uygulamaları geçerliğini koruyor? Hangisinin kurduğu düzen, içeriden ve dışarıdan kemirmelere karşın, dirimini sürdüredebiliyor?  Hangi ülküsü, hala insanlığın özlemi? Bugünkü siyasal liderlere bakın, var mı onlarda onlarda böylesi böylesi insanlık sevgisi, insanlık özlemi? Tarihte var mı, Gazi Mustafa Kelam gibi öngörüşlü bir  lider günümüzde?  Gazi Mustafa Kemal, bu sözleriyle, Kurtuluş Savaşı felsefesinin üstüne kurulan Türk devrim ve aydınlanmasının dünya görüşünü özetliyordu.

 

İrdelemeden karşı durarak, sivrilmek isteyen tiplere (siyasal kişilere) çok rastlarız; Bir doğru çelmek için, hemen bir gedik, bir bahane ararlar, inanmadıkları insanlık ve demokrasi kavramalarını, çıkarlarına sündürmeyi/ kullanmayı hüner sanırlar. Hani, öylelerinden biri; ‘O zaman  sıkışık durumdaydı Ankara, ondan ötürü, bunları demiş olamaz mı , bu kerte  evrensel görüşlü müydü  Gazi Mustafa Kemal?’ diyebilirler: Ankara’nın başındaki Gazi Mustafa Kemal, ne yaptığını, ulusuna nasıl bir yönetim düzeni yakıştığını biliyor ve dünyanın nereye gittiğini görüyordu. (Türk devrim ve aydınlamasının getirileri, O’nun, her işini bilinçle yapıp ettiğinin tanıdığıdır.)  1931’de General Mc Arhur’la  görüşmesinde; “Birinci Dünya Savaşı’nın sondaki barışın, adalet üstüne oturmadığını, egemenlerin çıkarına çıkarına uygun yapıldığını belirttikten sonra: İkinci Dünya Savaşı yakındır. Bu savaş, dünyanın durum ve dengesini baştan başa bozacaktır. İşte bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip, en küçük hata yapmamız  halinde, başımıza mütareke (Osmanlı İmpartorluğunun yenilmesinde sonraki silah bırakışması) yıllardan daha çok felaketler getirebilir .” diyordu, 8 yıl sonra çıkacak dünya savaşına göre önlem alınmasını öneriyordu.

 Atatürk, 1938’de  dünyadan göçtü. Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı ateşinden kendisini korumasında, O’nun öngörüsünün etkisi/payı yok mudur?

 

 Anamalın hırsına tutulmuş çıkar çevreleri; dünyada siyasal düzenlere açılım getiren ve insanlık ülküsünü muştulayan üç büyük olayı unutmuş görünüyor. 1789 Fransız Devrimi, insan haklarına yönelişin, ulusal devletlerin, demokrasiye gidişin yol ağzı oldu. 1917 Sovyet Devrimi, kapitalizmi sarstı, çalışanların haklarına hayata geçirmeye ön açtı. (Ama  ülküsünü ütopyada bırakıp parti bürokrasisine teslim olduğu ve temelinden Çarlık politikasını sökemediği için, sonunda dağıldı.)  1919’da  yurdunu işgal eden emperyalizme karşı ayaklanan Türk Kuruluşu Hareketi, emperyalist saldırının kırılabileceğinin, en gerçek, en somut örneğidir.

 

 Ankara, yurdunu yakıp yıkan, insanını bitkin ve yorgun düşürenlere kinden uzak durdu. “Dünyada barış, yurtta barış”la yola çıktı. Çağıncıl düşünüşe yöneldi, bilimi kılavuz edindi.Sömürüsüz, saldırısız, birbirinin egemenliğine saygılı uluslar/devletler önersinin uygulamasını yaparak; emperyalizmin sömürü alanı sayılan üçüncü dünyaya bağımsızlık umudu, ışığı oldu. Örneklik yaptı. Şimdi dünyayı dijital araçlarıyla parçalayıp, soygununa köle yapmak istiyenlerin karşısında dikelenlerin ülküsü; işte o kişilikli Ankara’dandır, Gazi Mustafa Kemal’dendir. Dünyanın neresinde para/çıkar imparatorluğuna, anamalcı kuşatmaya ve insanlık değerlerinin parçalanmasına karşı çıkan varsa, onların nabzında Türk Kurtuluş Savaşının kanı atıyor, yüreklerinde Gazi Mustafa Kemal ülküsü yatıyor. (İçeriden ve dışarıdan. Mustafa Kemal’i, tarihin gündeminden düşürmek istiyenlerin korkusu/çabası, işte bundan.)

 

 Ankara’ya kirli/kara duman ağabilir. O tepe; gücünü, kimliğini, yalnız ulusal niteliğinden almıyor. Temeli, evrensel insanlık ülküsüdür, omurgası bağımsızlık halkalarıyla örülmüştür: Bütün insanlığı, barış içinde ve birbirine saygıyla dik tutuşun simgesidir Ankara. Ankara tepeleri kirli duman tutmaz Korkmayınız.  Çünkü Ankara, şimdiki Birleşmiş Milletler örgütü gibi, birkaç egemenin buyruğunda ve kuyruğundaki uyduruk barışın değil, gerçek insanlık ülküsünün başkentidir.

 

 Ankara, pek çok tehlikeli durumlardan (badirelerden) geçmiştir: insanlık tarihinin deneyimlerinden ders almış, kendi ulusal  kültürünün bireşiminden  (sentezinden) doğmuş bir baykenttir. İnsanlığın, ulusların, devletlerin birisine saygıyla  sürekli, kalıcı olabileceğine örneklik eden insanlık odağı, barış simgesidir. Günümüzdeki siyasal yapıdan ürkü duymayınız. Tarih ve diyalektik, doğruların ve gerçeklerin – tökezlese de- yıkılmayacağını söyler bize.

  Ankara Kalesi, Türk ulusunun dik duruşunun simgesidir; kirli duman tutmaz başı;: hep ışığa, güneşe uzanır gider.

 

 

 EN GÜZEL ENAYİ

 

 

Akşamın alacasında, Sakarya Caddesinin ortasında dört delikanlı; ikisi kız, ikisi erkek.  Eğitim ticarethanisinden çıkmışlar, arka ceplerine katlanarak sokulmuş defterlerinden belli. Tıfıllığı aşmış, ekeleşmişler biraz, lise sınıflarındaki haytalığın açığını kapatıp , üniversiteye girebilmek umuduyla, ana babaları zorlamış onları, halleri böyle söylüyor.  Kızlar, oğlanların kolunda biraz iğreti, arkalı tutuyorlar kollarını, oğlanlar ileri çıkık, horoz  atakllığıyla dikeliyor. Belki bir iki bira çekmeyi düşünüyorlar, cepleri  yetecek mi, onu konuşuyorlar. Yok! Kulak veriyorsun, sözleri dik, ağız dalaşındalar.  İzlemeye alıyorsun. Kızlar, kimin boğasının üstün  geleceğini bekler duruşta. Ah şu kızlar, kadınlar, vazgeçilmez  çekicikleri, incelikleri örer, insan olma tadına erişimi sağlarlar da, bir de öteki yanları var. Hele gençliklerinde, kafa kısırlığında: Bir resim düşüyor usuna, hani kösnük bir kadın, azgın boğaya sarılarak mest olmuş görünümdeydi onda. Erkeği, azgın boğa olarak düşlemek, kadınların ilkel yanı mı, doğal kösnüllüğü mü?…

 

Sesleri, daha da dikleşiyor, gövdeleri atağa çıkış durumunda, vuruşacaklar.

 

Yıllar öncesine dönüyorsun: Rüzgârlı’da Gümüş Palasta kalırdın, akşamları da altındaki Kazablanlanka’da içerdin.  Birisinde, sokaktaki gürültü, içeriyi de dolduruyordu.  Kalktın, ne oluyor, bakacaksın.  Garsonlar, “Aman ağabey çıkma, fena kavga var, polis bile müdahale edemiyor.” diyor. Aldırmıyorsun.  iki gurup , karşı saf tutmuş, bir o yandan, bir bu yandan ileri atılıyorlar.  Orta çizgiye giriyor, ellerini  ‘durun’ anlamında kaldırarak, iki yana birden sesleniyorsun

- Hangi tarafta kalem var?  Çabuk bana bir kalem verin!

Hoppala, kalem nerden çıktı? Duralıyorlar. Fırsattan yararlanıp konuşmanı sürüdüyorsun.

-Bakın, içeride içiyordum, rakım yarım kaldı, bitirmeme izin verir misiniz? Şimdi dünyayı, şu orta çizgiden ikiye böleceğim, şu tarafı sizin, ötekisi onların olsun. Rakımızı bitirelim yahu! Sonra yok oluruz, ondan sonra dünya hepten sizin. Birer yarısı yarısı , sizlere yeter sanırım. Yaşamak varken dövüşmek, ölmek niye ki?

Gülmsüyorlar

- Neyi bölüşemiyorsunuz ulan?  Dünya, herkese yeter. Anlaşılan size içikiniz az gelmiş, buyurun  hepiniz konuğum olun. Sabahleyin, isterseniz, yine dövüşürsünüz, hadi!…

Şimdiye kadar kenarda duran polis, karakola götürecek.

- Olmaz! Onlar benim konuğum. Al kimliğimi,  yarın benden sorarsın, gerekiyorsa, beni götürsün, diyor, yedeksubay kimliğini veriyorsun.

- Amma hoş adamsın teğmenim.

- Ne sandın ya memur bey? Senin de işin azalmış olur.

 

 Ömürlerinde öyle bar pavyon türü yerlere girmedikleri belli. Yumuşuyorlar, bakışları durakmsamalı. Elebaşı olduklarını sezinlediğin iki yanın kabadayısını koluna takıyor

- Ayıp olur, davetimi kabul etmemeniz, haydi 

İçeride,  şefgarsonun bakışı, ‘ o kadarına paran var mı’ gibisinden.

-Buyur şef, işte cüzdan! Her akşam  geldiğimi, üstünüzdeki otelde kaldığımı biliyorsun. Bu gençleri konuk etme onurundan, kimse alakoyamaz beni.

 Masa donatılıyor, içtikçe, azgın tavırlar ehlileşiyor, şaka şamata,  barışın kapısı açılıyor. Zaten sorun, incir çekirdeğini doldurmaz soydanmış. Üstelik, aynı mahallenin yeniyetmeleriymiş bunlar.

 

 Niye, bu çocuklara da aynı yöntemi uygulamayacaksın? Kızların önünde, birinden biri madara olacak. Ömrü billah, o acı, içinden sökülmeyecek, belki  de çok kötü sonuçlar doğuracak, bu yenilmşlik, sonrasında. Biribirine atılmak üzere olan iki horozun arasına giriyorsun şıppadak

- Anlaşılan, sizin kas gücünüz harcanacak yer arıyor. Bakın, biriniz bir yandan, ötekisi öbür yandan, vurun bana, vurabildiğiniz kadar, size yazık olmasın.  Ulan, sizin ikinizi de Yeşilçam görse, hemen kapar. Kızlar, siz de Amerikaya filalan gitmeyin, Holivut bırakmaz, ülkemiz iki güzelden olur. Horozlar ibiğini indiriyor, kızların gözü parlıyor,yüzleri çiçekleniyor

- Hadi gelin. Sizlere bira ısmarlıyayım, içki kızgınlığı bastırır.

Birahaneye giriyorsunuz, önce çekingenlik... Derken hava ısınıyor. Meğer aynı okulun, aynı sınıfın öğrencileriymişler, geçen yıl. Sorun hiç!…

         

 Can ciğerler artık. İki saat söyleşiyorsunuz, yağmur sonrası güneşle açılan havanın paraklığında çıkıyoruz birahaneden. Sakarya’nın Atatürk Bulvarı ağzında, hepsini öpüyorsun

- Bakın, ben yaşlıyım, izin verin de ayrılayım.

-Güle güle baba, çok sağol!

         

 Köşeyi dönerken, bir sigara yakacaksın, bir yandan da ,onları izleyeceksin, yine kapışacaklar mı? Yok!. Onlar değil sanki, öncesinde dalaşan. Arkadan, arkadaşları geliyor.

- İyi akşamlar ulan, nasıl gidiyor kızlar? Anlaşılan siz de iyi oldunuz bu akşam. Daha canımız istiyordu, ama paramız yetmedi.

- Bizim de paramız yoktu, yol parasından başka.

- Eee, nasıl çektiniz kafayı

Anlatıyorlar, duyuyorsun. Ötekiler:

- Ulan, o enayi nerde, biz de aynı numarayı çekelim de tamam olalım. Hadi gösterin, uzaklaştı mı?

 Sigaranı yakmadan sıvışıyorsun.

 

 

 

 

 

 

SAKARYA CADDESİ SİLME HÜZÜN

         

Sakarya Caddesi hüzündür, burukluktur, kendinise varamamışlığın kısıtlanmış adıdır. 22 gün 22 gece kanlı boğuşmayla kendisinden kat kat üstün üstün saldırgana karşı kazanılan utkunun tadını, enine boyuna yaşayamazsın, caddenin adıyla serüvenindeki çelişkiyi düşündükçe. Niçin, bu  ulusal utku,  ezikliğe dönüşür sende? Kızların yavuklusuna ördüğü nakışlı çorapları orduya yollayışından yola çıkar, orada yiten yüz binlerce gencin acısına varırsın. Kurtuluş Savaşında yitenlere yakılan ağıtların ezgisidir, içinde yankılanan, orada şehit olan iki amcanla birlikte.

 

 Cadde deyince, böyle kısık mı kalmalıydı? Başkenti boydan boya  kesen, ara yollarıın kendisine bağlandığı bir anayol olması gerekmez miydi? Kimdir,  bu adın anlamını sokak boyutuna indiren?  Ankara’ya geldiğinde, orasının kıstırılmış bir kasaba sokağı olduğunu görünce, nasıl burkulmuştun? Ama hiç olmazsa, o Sakarya Meydan Savaşının kazanan halktı, oradaki  derme çatma dükkânların sahibi, müşterisi. O zamanlar, doğusundan giren ince bir yel, buruklukları siler götürürdü biraz, Sakaryalılar, azıcık da olsa serinleyebiliyordu.

 

Oynadılar Sakarya Caddesiyle: Biri getirdi, doğu ağzının önüne ucube bir bina kondurdu, mafyanın ticaretine bıraktı. Ötekisi üstü açık birahanelerle doldurdu, geçiş alanlarını. Yaz kış, mezesiz birayla  sağlıklarını zorlayan  gençlerin tünediği masalar, senin içine atmıştı, kazık ayaklarını. O Sakarya’yı kazanan gençlerin, gizli gizli eritildiğini düşünür, ezilirdin batman batman. Sözüm ona, daha akıllısı, karman çorman çiçekçi barakalarını sıraladı.  Neyse, çiçek satılıyor, der biraz avunurdun. Arkadan geleni, durur mu, o da üst geçit bahanesiyle, yelini kesti sokağın. Sakarya’ya nefes aldırmamaya ahdeylemişler.

 

Sakarya,  senin için, ulusal övünç olduğu kadar buruklukla sarmallaşır, üsütündeki gençleri gördükçe, bir hüzün çöker yüreğine. Aman bu çiçekler örselenmesin tutkularındasındır, elinden bir şey gelecekmişçesine.

 

Beton suratlı Sakarya Caddesi, maganda kabadayılığında;  meyhaneleri, el değiştiren işyerlerini çekmiş kucağına şimdi. Yasa dışı at yarışlarını seyrediyor sarhoş masalarından, umarsızlığını içkiyle içkiyle susturmaya çalışanların dolaşık adımlarını yiyor, eğitim ticarethanelerinden boşanan kızları, oğanları, gurbetçi kuşlar gibi, kaldırımlarına sıralıyor. Kitapçılara yüz verdiği yok, onları han katlarına sıkıştırmış. Kafa çekeceksen, ilk adresin benim diyor. İster burukluk duy, ister hüzün, ondan geçmek zorundasın;  posta kutun orda, kitapçın orda, kimi dostların o çevrede. Hüzün yolundur senin Sakarya Caddesi.

 

Bir aydınlığa yönelişin başlangıcıydın,  niye  çözülüşün, özünden yozutmanın, karanlığa uzanışın yolu oldun Sakarya?…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

          

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )