ŞAFAĞI ARAYANLAR - EMİNE M. AZBOZ
ŞAFAĞI ARAYANLAR - EMİNE M. AZBOZ
Bu kitapta yazar; "Şafağı Arayanlar" sözüyle, Türk devrim ve aydınlanmasını ve o aydınlanma içinde İsmail Hakkı Tonguç'u, Hasan Ali Yücel'i ve dolayısıyla Köy Enstitülerini anlatıyor.
Kitabın elli sayfalık ikinci bölümünde "İnce Çiçek, Akça Kadın" başlığı altında Osman Bolulu ve eşi Nermin Bolulu anlatılmaktadır. Bu bölüm, bir anlamda, Nermin ve Osman Bolulu üstüne ikinci bir kitap niteliğini taşımaktadır. (sf:69 - 118)
İNCE ÇİÇEK, AKÇA KADIN
Datça, 14.11.2004
Mevsim bahar mıydı, yaz başı mı, bilmiyorum. Aylardan mayıs mıydı, haziran mı, anımsamıyorum. Hızlı hızlı yürüyorum yol boyu. Kol kola girmiş çiçekli akasyalar doğal taç oluşturmuş Yüksel Caddesinin başına; serinlik döküyorlar yukardan aşağı. Akasya kokuyor hava. Her zamanki gibi yine capcanlı cadde; tezgâh açan gençler, banklarda dinlenen yaşlılar, aylak insanlar, gelip geçenler, kahvehanelerde oturanlar, seyyar satıcılar, dershaneden, okuldan çıkmış öğrenciler. Öylesine kalabalık, öylesine devingen ki cadde!
Selanik Caddesiyle kesiştiği noktada yaz/kış dikilip durur memur kılıklı bir adam. Ellerini arkasına bağlamış. Ceketinin önü açık. Yüzünde gizemli bir merak. Özlemlerini ötelemişçesine gelen geçene bakar. Tıpkı onun gibi şalına bürünmüş hüzünlü kadın da; bıkmadan usanmadan bankta oturur. Kimi bekler kim bilir? Başında topladığı saçından siyah bir perçem düşmüş ince yüzüne. Erkek sırtını dönmüş bu gülücüğü yüzünde solmuş kadına. Onca kalabalıkta ikisi de yalnız, yapayalnız. Mutsuz görünüyorlar. Kadını avutmak için olsa gerek boynuna sarılmış kulağı küpeli bir delikanlı, ona bakıp arsız arsız gülüyor sakız çiğneyen bir genç kız. Yarınları güvenli insanların rahatlığı içinde gülüşüyor gençler; kaygısız. Ne güzel şey gençlik! Devingen kalabalıkta gözüme çarpan da, ilgimi çeken de, yalnızca o ikisi, o iki yontu. Oradan ne zaman geçsem yalnızlıkları dokunur yüreğime! Üstelik birbirlerine bakmıyorlar hiç. Dargınlar mı ne?
Caddenin canlılığına karışıyorum. Bir heyecan sarmalında kalabalı yara yara yürüyorum. Osman Bolulu ile buluşacağız. Mülkiyeliler Birliğinde bugün. Orayı herkes bilir Ankara’da; bir yerde yazarların çizerlerin, ozanların sanatçıların, buluşma yeridir; bu özelliğiyle çok özeldir Ankara için, Ankaralılar için.
Yüksel’in Konur Sokak ile kesiştiği noktada, Mülkiyelilerin giriş kapısının önünde oturur kendini İnsan Haklarını korumaya adamış akça kadın; gözlerinde bitip tükenmeyen hak ihlâllerinin acısı; insan acısı! Gizli açık, insan olamamışların saygısızlığının tek tanığıdır o; böyle zamanlarda yüzünde “iyi ki insan değilim!” diyen buruk bir ifade. Biçimli dudaklarına konmuş hüzün kelebeğiyle birlikte ibretle izler protestoları. İlkelerinden ödün vermeyenlerin kararlılığı var duruşunda. Dizlerinin üstüne insanlığın çağlar boyu okuduğu Magna Carta! Çağdaş uygarlığın anayasası! İnsanların en büyük hakkının yaşa hakkı olduğunu anımsatmaya çabalar durur okumuş cahillere, aydınımsılara, politikacılara ve de herkese; bitmeyen direnişte sanki okuyan kadın. O, çağdaşlığın da, uygarlığın da, modernliğin de, Ankara’nın da, Mülkiyelilerin de simgesi ve de kimliği; aydınlık, apaydınlık bir kimliktir; 80’den sonra zoraki karartılmaya çalışılan bir kimliktir bu!
Akasyaların gölgesinde şekerleme yapıyor Mülkiyeliler Birliği. İçeri girdim. Üst katta çıktım kıvrımlı bir merdivenden. Beni bekler buldum dost ve ağabey bildiğim Osman Bolulu’yu. Sevindim, ürktüm de biraz; geç mi kaldım diye. Randevusuna sadıktır Bolulu. Kendisi gibi zamanında gelinmesini ister hep, değilse... Bir keresinde “Ben Mehmet Aydın’dan başka kimseyi beklemem. Randevusuna geç kalan oldu mu kalkıp giderim.” demişti. Beklemekten de bekletilmekten de hoşlanmıyor. Onu bekletmemek için evden erken çıkmıştım oysa. “Özür dilerim, dedim, umarım sizi çok bekletmedim. Ne de olsa biz kadınlar...” diyordum ki “Yok bekletmedin, dedi, ben de geleli daha birkaç dakika oldu. Uygar insan zamanını iyi kullanandır, randevusuna sadık olandır” dedi yazın ustalığını ‘düşündürmeyi bilen öğretmen’ kişiliğiyle harmanlamış Bolulu. Gülüştük. Öğretmenin emeklisi olmuyor anlaşılan, öğretmen her yerde öğretmendir; yazar da olsa, baba da olsa, koca da. Ne hoştur inanmış Cumhuriyet aydınlarıyla söyleşmek. Ne güzeldir onlardan bir şeyler öğrenmek!
O gün, düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi düşünen ve bunu -kimliğini, kişiliğini, düşüncelerini- yapıtlarına yansıtan bir Cumhuriyet sevdalısı, devrimlerin ödünsüz savunucusu Bolulu ile öykülerim, üzerinde konuştuk uzun uzun. O, konuşurken başka bir aynadan, yazar Emine M. Azboz’u seyreder gibiydim. Dik sözlüdür Bolulu; sözünü esirgemez hiç: Düşündüğünü insanın yüzüne söyler, arkasından değil; karşısındaki darılacakmış, kırılacakmış, düşünmez: Özü sözü bir yani! Onu dinlerken bir zamanlar okul müdürüm Ali Bitik’in sözünü anımsadım nedense: İlk yapıtım çıktığında beni tebrik ederken: “Kızcağızım, şimdi omzuna alt uçları dikilmemiş heybe atmanın zamanı geldi; duygularına gem vuramayanlardan iyi/kötü sözler duyacaksın; duyduğun kem sözleri arkana at ki seni yolundan alıkoymasın; iyileri de önüne at ki gözünün önünde dursun: Övgülerden şımarma, yergilere üzülme; kimseye aldırmadan bildiğin yolda yürü. Sen yürürken iyisi de dökülür, kötüsü de.” Öykülerimle ilgili Bolulu’nun da “Sen Sabahattin Ali damarından geliyorsun!” yargısını heybemin ön gözünü atıverdim hemencecik. Kendimi biraz Bolulu’ya benzetirim bu yönüyle. Severim böylelerini. O gün “Biliyor musun, benim ne şeyhim var, ne dedem; ne ilericiyim, ne gerici. Yazın dünyasında kimseye ödenecek diyet borcum yok benim” sözünü hiç unutamayacağım gibi üstelik küpe niyetine taktım kulağıma.
Öyle sanıyorum ki bu sözüyle bana “Edebiyat uzun zorlu bir koşudur” demek isterken, aynı zamanda da “birbirlerinin ününü ödünç kaşıyanlardan olma” diye uyarmak mı istiyordu acaba? Edebiyatın “çırağı” olmadan, “ustası” olunmayacağını bilmez değilim. Her çırak kendine yaraşır ustayı bulur. Ustası “oldu” demeden “ben usta oldum” diyen, ustalıktan anlamayanlarca alkışlansa da, bilenlerin gözünde çırak bile olmadığını da bilirim elbet. Bundan daha güzel nasıl etkileşir edebiyatın usta ile çırağı? Bundan başka nasıl anlatılır özgün yazarlık? Yazarları, yapıtlarından tanımak başka, yakından tanımaksa bambaşka. Bazen yapıtlarından tanıdığını, yakından tanıyınca, bazılarına imrenirken, bazıları için de “Keşke kitaplarda kalaydı!” diyor ister istemez insan. Bolulu, öyle mi ya? Yetmiş beş yılda yaşamda acıların imbiğinden süzülmüş bir olgunluk; bir insan-ı kâmil! Kişiliğiyle yapıtları uyumlu bir usta Bolulu! Usta öğüt vermez, yönerge koymaz, ortalama söylemez, örtük açık gütmez; durur, bakar, dinler, gösterir, susar, konuşur, güler. Çırağın kendini bulmasında ona arkadaşlık eder. Bu yönüyle eğitimci yazarlar, diğerlerinden ayrılır kanımca. Ne de olsa öğretmenlik var serde...
Nasıl oldu bilmem, o gün laf lafı açtı, laf kutuyu açtı; konu döndü dolaştı, gelip kadınlara dayandı. İçimdeki kırk merak küçük kızın, o garip huyu depreşti yine; ne zaman başarılı bir insan görse, ondan önce başarıda payı olanı, gölgede kalanı merak eder hep. Hani derler ya “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” diye. Başarılı erkeklerin arkasında her zaman bir kadın vardır, ama başarılı kadınların arkasında kimsecikler yoktur; onlar yalnızdırlar, yapayalnız! Bolulu ile konuşurken de düşünüyordum: Kimdi birey ve yazar Osman Bolulu’yu, Bolulu yapan kadın veya kadınlar?
Sanki düşüncemi okumuş gibiydi Bolulu “Ben dünyaya iki kadının gözünden bakarım. Kimliğim, anamdan babamdan, kişiliğim Köy Enstitüsünden, varlığım eşimden” deyince öyle şaşırdım ki! “Her yaştan erkeğin itiraf etmekten çekindiği şeyi, o gönül rahatlığı ile dosdoğru söylüyordu; hem de yüksünmeden. İşte olgunluk! Kadirbilirlik bu, işte!” diye düşünmekten alamadım kendimi. Gülümsedim genişliğimce.
Nedenini sorarcasına yüzüme bakınca “Hocam, dedim, sizin sözünüz bana O. Nuri Poyrazoğlu ile bir konuşmamızı anımsattı. Telefonda çok hoş bir laf etti Poyrazoğlu. Oğlundan yakınan gelinine demiş ki ‘Gelinim, bir erkek hayatı boyunca üç eğitimden geçer; birincisi onu dünyaya getiren anasının babasının eğitimidir, ikincisi okulun eğitimi, üçüncüsü de karısının eğitimi. Biz ananla ancak bu kadarını becerebildik. Okul da kocanı bu noktaya getirdi. Kala kala bir sen kaldın. Demek bizim oğlanı iyi eğitememişsin ki..... ‘ deyip kahkahalarla gülmüştü.” Nasıl da örtüştü Poyrazoğlu’nun ile sözleriniz.
Ağız dolusu güldü “Dünyaya Mustafa Kemal’in sol penceresinden bakıyor” denilen Bolulu, “Poyraoğlu doğru söylüyor” dedi ve kendi kendine mırıldanırcasına. “Kadın deyince elim ayağım baştan kara /Tüm sevinci borçluyuz onlara” iki dizeyi mırıldandıktan sonra “Evin de, ülkenin de, ulusun da temel direğidir kadın.” deyince itiraz ettim: “Her kadın değil ama” O, dingin bir sesle “Yine de her kadın, dedi, sen benim Silik Kadınların Kişiliksiz Çocukları yazımı okumuş muydun?” sorusuna “Evet” demeye fırsat kalmadan benim gibi iyi bir öğrenciyi/dinleyiciyi bulunca ”60’ta yedek subaydım. Hem ödünsüz tavrımdan ötürü beni teğmenliğe yükseltmemişler, hem çavuş talimgâhına bölük kumandan vekili yapmışlardı. 135 onbaşının içinde iki de gayrimüslim vardı. Bölüğü önümü dizip gözlerinin içine dikkatlice bakınca hepsinin gözü yere eğiliyor, o ikisinin gözü süngü gibi gözlerime çakılı kalıyordu. Çünkü İslâm kadından doğmamışlardı Bu gözleme dayalı olarak yazdım ‘Silik Kadınların Kişiliksiz Çocuklarını’. O yazımda insanoğlu hayatı, bir cinsin çabası olarak görürse büyük açmaza düşer. Kadın özgür olmadıkça, erkeğin özgürlüğünden söz edilemez. Kadın önce anadır. Nasıl her şey, bütün gücünü ana kaynağından alarak gelişiyorsa, insanın da bir ana temeli vardır: Bu da kadındır. İlk vurulduğumuz küp, aile ocağı gibi görünürse de, bütün davranışlarımız, analarımızdan alır temelini. Babamızın soyadını taşırız, kimliğimizde anamızın silinmez damgası vardır. Biz kime benziyoruz? Analarımıza. Analarımız kim? Silik kadınlar. Kadına eşya gözüyle bakılmıştır toplumumuzda. Yüz elli yıldır demokrasi diyor, kuramıyoruz. Birçok sorunun örtüsünü bile kaldırmaya cesaret edemiyoruz. Demokrasi, özgür ve kişilikli insanların düzenidir. Bunu kurabilmek için önce kişilikli analar yetiştirmeliyiz ” deyip sustu
Öyle coşkuyla anlatıyordu ki Bolulu. Onu dert mi böyle söyletiyordu, mutluluk mu, bilmem. Bıraksan sabaha kadar konuşacaktı. Yalnız dikkat ettim, konuşurken sesinin tonunda gelip giden hüzünle “Vazgeçelim erkekliğin kof kabadayılığından, diyorsam da, beni feminist sanma sakın. Önce ayrımsız insan diyorum ben” diyordu. Konuşurken inancın tınısı çakmaklanıyor ses renginde.
O, konuşurken içimdeki kırk merak küçük de “Bugüne değin neler gördü bu gözler, neler duydu bu kulaklar; dışarda kadın haklarından söz ederken mangalda kül bırakmayanlar, nedense evdeki kadına söz hakkı bile tanımıyor Hocam. Bu söylemler beni etkilemiyor hiç. Yoksa Bolulu da? Yok canım, olamaz! Hoca inanmış insanların özgüveniyle anlatıyor tek tek” diyordum içinden onun yüzüne karşı
“İnsan hayatında aile de önemli, ama. Yuvayı da yapan dişi kuştur -kadındır- sonunda. Yarın rüzgârı vurunca meyvesini döken, zamanı gibi kimliği de kişiliği de zamanı da başkalarına tapulu olan kadın, Nazım’ın “evde yerinin öküzden sonra gelen” dediği singin kadın, nasıl olurda kişilikli evlatlar yetiştirebilir? Silik kadınlardan kişilikli çocuklar yetiştirmesini beklemeye hakkımız var mı ki, sizin gözlerinize dimdik bakabilsin çocukları Hocam? Ne verdik ki çağlar boyu kadınımıza, ne istiyoruz? Din deyip vurduğumuz, töre deyip öldürdüğümüz, toplumsal baskının altında ezilmiş kadınlarımızdan ne bekliyoruz ki? Belki sizin aile yapınız farklı, anneniz ayrıcalıklıdır.
O vakit “Dört İşlemin İflası” dedi ve başladı okumaya “Anamı düştük mutfak dışından/ Tekrar tekrar bölüye koştuk/ Hep birden paylaşımda buluştuk/ Gövdesinden, ediminden, aşından/ Gelin, ağabeyimin hep artısında/ Anamda hem bölme hem çarpma/ Yöntemi yadırgı hesaplama/ Zil takıştır, çarpıların şıkırtısında/ Ben, ailenin zilli düdüğü/ Aklımda fikrimde yok geçim/Toplam çizgisinin altında hiçim/ Dört işleme girmez, evin küçüğü/ Ablam çıkarılınca işlemin içinden/ Eniştem girdi, miras toplama/ Ağabeyim çarpı çeker oldu babama/ Hesap değişiverdi kendiliğinden/ Sonra cebir geldi gündeme/ Dört işlem, orta malı yosma/ düştü mü, o biçim sokaklara/ Bizim ailede bir oflama, inleme” Sizinde belirttiğiniz gibi bütün bunlara bir de eğitimsizliği ekleyip ekonomik sıkıntıyla denk edip vurun kadınların sırtına, bakın bakalım o vakit başını kaldırabiliyor mu kadın? Kişiliği gelişiyor mu, kimliğini bulabiliyor mu? Hüzün kuşunun kanadı değiyor yüreğimize, susuyoruz.
Suskunluğumuzu benim “Hocam siz, Tayyibe Uç’a (Doğu Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde doçent) hep ‘anam gözlü kız’ diye takılırsınız. Gerçekten annenizin gözleri mavi mi?” sorum bozdu.
Bunun üzerine, bir şey demeden elini ceketinin iç cebine attı. Cüzdanını aldı. Açtı. İçinden siyah beyaz bir fotoğraf çıkardı. Uzaktı. “Bak, dedi, bu anam” Resimde orta yaşlı, Anadolu’nun o bilge görünüşlü kadınlarından biri bana bakıyordu; iri kara gözleriyle. Fiziki hiç bir benzerlik kuramadım aralarında. Hep söylerler, düşüncelerimin aynasıymış yüzüm; hemencecik belli edermişim duygularımı. Yetmiş beş bahar yoğurdu yemiş Bolulu, hemencecik fark etti bunu “Özdeksel, tinsel yapımla, babamın tıpkısıyım, anamın yanlışı yok. Ama ben anamın oğluyum. Benim vurulduğum ilk küp o, tadımın taravetimin özsuyu ondan gelir. Nermin Hanımdır, -acaba anası mı, eşi mi bu?- beni yiğit diye el içine salan. Kişiliğimin kale duvarlarında onların tuğlaları, onurumun parıltısında onların cilaları vardır” derken biraz önceki o hırçın sesi yumuşamış, kadifeleşmiş, yumuşacıktı. Belli ki çok seviyordu bu iki kadını!
Dedim ya, coştu Bolulu. İyi saatte olsunlar bizimleydi. Sormadan anlatıyordu. Kendi kendimle cebelleşiyordum: Acaba rahatsız mı ediyorum, fazla mı meraklı göründüm? diye. Belki de benim kuruntumdu bu.
O, iç dünyamdaki çatışmadan habersiz başladı tatlı tatlı anlatmaya “Şu resimde gördüğün Bülbül Hafız soyundan, Çimen Osman’ın, Ayşe’den doğma kızı Hatice Hanımı (1895-1982) anacığımı, -demek ki Nermin, eşi!- anlatmaya benim dil ustalığım yetmez.” deyip aldı elimdeki fotoğrafı. Uzun uzun baktı. Varlığımı unuttu sandım. Neden sonra “Omca verimindeydi anam, dedi. Çimen yeşili gözlerine, buğdaylı yüzüne, gül boyuna bakarsan nergis. Edimine bakarsan kocaman bir günebakan çiçeği. Ne hamarattı, ne hamarat; yoktu köyde onun gibisi. -Herkesin anası kendine güzel- Eli işsiz bir resmi hiç yok belleğimde. Ne zaman uyurdu, yavrularının üzerine titreyen bu alıcıkuş, bilmem. Yalnız bizim değildi; mahallenindi, köyündü o: İği, çıkrığı çalışmayan, dokumaya başlayacak olan, herhangi bir şeyin kıvamını tutturamayan anama koşardı. Altı parmak doğmuş bebelerin fazlalıklarını alır, dili bitik bebeleri sağlığına kavuştururdu. Mihnete dolanık saçlarında haziran buğdayını estiremediğim anacığım, acılarla çizilmiş devingen bir resim belleğimde. Ondan öğrendim kadınları sevmeyi, insana yönelmiş güzelim ivmeyi.” derken sevgi şimşekleniyordu yorgun sesinde.
(Onu dinlerken anacağım geldi usuma; gözerim doldu ister istemez. Hangimizin anasının saçı mihnete dolanık değildi? Günümüz kadınları analarımızdan farklı mı sanki? Bugünkü varlığımı ben anama borçlu değil miydim? Babamın onca dayağına karşın beni ortaokula yazdırmasaydı, okumak için çocuk aklımla babama diklendiğimde arkama dayanak olmasaydı Emine Azboz olur muydu bugün? Bugünkü konuma gelebilir miydi? Kim bilir nerede, nasıl silik, kişiliği ezilmiş bir kadın olarak yaşayacaktım? Canımız gibi varlığımızı hangimiz analarımıza borçlu değiliz ki?)
Koca salonun gürültüsüne karşın kendi suskunluğumuzda yitip gitmiştik; bir süre. Neden sonra Hocam’a baktığımda, o hâlâ anacığının resmini okşuyordu gözleriyle. Sevecen bakışları buğulanmış gibiydi. Boşuna dememişler, “Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyâr olmaz” diye. Ana ile çocuk arasındaki o güçlü bağı, hiçbir şey, hiç kimse koparamıyor, hatta insafsız zaman bile. Tâ ki ana ölünce... İşte o vakit ana bir yana düşüyor, evlât bir yana. Hangi yaşta olursa olsun küçücük öksüz bir çocuğa dönüyor o vakit insan; bunalıyor, bocalıyor dağlarca.
Bir ara “Ya babanız?” diyecek oldum. Bir fotoğraf daha çıkardı cüzdanından. “Al bak!” dedi. “Aaa! Şaka yapıyorsunuz! Bu yaşlı adam sizsiniz! Babanız değil ki!” deyince, ağız dolusu güldü. Herkes bize baktı. O, meraklı bakışlara aldırmadan tane tane “Bana iyi bak; ben o fotoğraftayım, o da bende, dedi. Şaka için çekilmiş resim sanıyorsan, yanılıyorsun; okul müsameresine çıkacak yaşı çoktan geçtim. Ben babamın tıpkısıyım; boyum bosum da, huyum da aynı. Molla Ahmet oğlu İsmail Hakkı, (1877-1946) Kırım Savaşı’nda aldığı borcu ödeyemez duruma düşen Osmanlı Düyun-u Umumiye’ye teslim olduğu yıl açmış gözlerini dünyaya.
On altı yıl medrese eğitiminden geçmiş ama edimi, tutumu medreseliye benzemezdi hiç. Namazı kıldırdıktan sonra bağında bahçesinde çalışırdı. Muska yazmaz, kurt ağzı bağlamaz, üfürükçülük yapmaz, günümüzdekiler gibi halkı kandırmazdı. Eli işlerdi; cilt yapar, teneke işlerinde eli uzdu. Cerre, diye bir şey duydun mu sen? -sorusunu, sözünü kesmemek için başımı sallayarak hayır dedim- Bilir misin eskiden medreseli mollalar cerre çıkar, halktan erzak toplarlarmış; geçinmek için. Babamın kimseden bir şey istemediğini gören müderrisi “İste, Molla İsmail iste, ister ağız, sağılır inek sayılır” diyerek kendisini uyarmaya kalkınca “Benim ağzım inek değil” diyerek cerre karşı çıkmış. Anlayacağın aykırı bir medreseli babam.” (İçimden yüzüne karşı “Babasının oğlu1 Siz de öyle değil misiniz sanki, dedim)
“İlgini çekecek bir şey daha, dedi, Osmanlı Döneminde medreselileri askere almazlarmış. Ama Balkan Savaşı’nda askermiş babam; taburun imamı. İşkodra civarında yaralanmış. Anlatırdı; asker bozgunda, aç açık. Balkanların fırtınalı ayazı üç gündür dönenip duruyormuş düzlükte. Bir portakal bahçesi çıkmış önlerine. Seslenmiş babam, sahibi çıksın da aç midesini bastıracağı birkaç portakalın bedelini ödesin diye. Çıt yok. Duvara tırmanınca başlamış Arnavut cıv cıv kurşun sıkmaya. Yaralanmış. Dalla birlikte küt diye yere düşmüş. Babam yarasını sarmaya çalışırken başına üşüşen arkadaşları portakalların hepsini almışlar; bir dilim bile bırakmamışlar ona. Bu öyküyü ne zaman dinlesem, yaralı arkadaşlarına bir dilim portakal bırakmayanlara ilensin, sövsün isterdim babam. Öyle kanıma işlemişti ki bu. Yeniyetmeliğe girerken ‘Onlara niçin kızmıyorsun, niçin sövmüyorsun?’ diye sorduğumda ‘Oğlum onlar da açtı’ dedi. Başkasının acısını kendimde yaşayan, ilk vurgunu buradan aldım sanırım. Ana baba insan hayatında ne kadar önemli!
Geçimsizim ama dirençliyimdir. Direngenliğimi de babamın ağlayan atından almış olmalıyım, deyince ‘Nasıl yani?’ dedim dizginleyemediğim bir merakla.
“Biz küçükken yaylaya çıkardık. Yine böyle bir yayla çıkışıydı. Gölgesigüzel orman yolunu geçerken bir at kişnemesi duyduk; yavuklu sesi gibi birini çağırıyor kişneme. Babam durdu, kağnı durduruldu, dünya durdu. Babam vahiy bekleyen peygamber gibi gelecek iletiyi bekliyordu. Ormanın içinden bembeyaz at süzülüp geldi; babamla at acısı sökülmemiş iki dost gibi kucaklaştılar. Arkası bize dönük babamın omuzları sarsılırken atın gözlerinden yaşlar akıyordu. İnip batmak istedim, ağabeyim izin vermedi ama içimde de çakılıp kaldı bir merak.
Daha sonra atın öyküsünü Hidayet Ağabeyim anlattı: O at bizimmiş. Kurtuluş Savaşı’nda iftiraya uğradığında mahkeme masraflarını karşılamak için atı satmak zorunda kalmış babam.”
Kim tarafından? Nasıl yani?
“Savaş sırasında dışarıda görevli babam, dönünce dul kız kardeşinin askere gitmemek için otuzundan sonra medreseye yazılan bir zorbayla evlendirildiğini öğrenmiş. Bizim bağın bitişiğindeki halamın bağı bu zorbaya satılasıymış. O, ortada kalan bizim bağı da alacak ki kendisininkiyle birleştirsin. Babam da bağı satmamış. O vakit sahte medreseli, insan astıran bucak müdürüyle içli dışlıymış; ne yapıp edip bağı zorla almaya kararlıymış, anlayacağın.
Sevr’i imzalayan Osmanlı’da ne yönetim var, ne yurt. Her yerde bir keyfilik. Senin anlayacağın çam kadı, pelit müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyormuş. Hak hukuk, hak getire, karmaşa her yerde hükümranmış. Rum çetelerin zulmü de tuz biber ekmiş bunların üstüne. Daha sonra bizim yöredeki bu karmaşanın adı tarihe ‘Erbaa İsyanı’ olarak geçmiş. Komşumuz Abbas Efendi Milis olarak Maraş’a gitmiş. Cephede köyünün Rumlar tarafından basıldığını, anasının bacısının dağa kaldırıldığını öğrenince koşup gelmiş köyünü korumak için; kurtarmış onu Rumlardan. Ancak Abbas Efendi artık bir isyancıymış. Zorba, ‘Ona düşman değilse Hoca İsmail, kurtuluşa karşıdır’ diye iftira atmış babama, bunu Erbaa’daki Cemil Paşa’ya ulaştırmış. Güya da babamı dize getirecek, bağı zorla sattırıp o da alacakmış.
Babam öküzlerini satmış, atını satmış, ama satmamış bağı. Sattıklarının bedeli bağın birkaç katıymış oysa. Onun kitabında düzenciye boyun eğmek yoktur. Sonunda aklanan babam, yoksullaşmış, teslim olmamış zorbaya, zorbalığa, dik kalmış.
Bakma şimdi sakin olduğuma. Haksızlığa uğrayıp sürgün yediğimde, açığa alındığımda, kimseye boyun eğmemişsem, Ankara’nın göbeğinde beş parasız kaldığımda, herkesin karşısında dik durabilmiş direnebilmişsem, işte bunu, o ata ve babama borçluyum ben.”
Sana inatçı gibi gelen babamı, sert ve geçimsiz biri diye düşünüyorsun, değil mi? deyince “Öyle görünüyor anlattıklarınıza bakınca, ama yine de....” dedim.
Uzak uzak gülümsedikten sonra “Oysa hiç değildi, o, çeliğin altındaki ipekti. Bize bir fiske dahi vurmadı. Anamla kavgalarını hiç anımsamıyorum. Anam söylenirdi bazı. Yatsıyı kıldırdıktan sonra Yeşilırmak’a balık tutmaya gider, sabaha yakın döner; kimi kez de eli boş gelirdi. O zaman anam bilirdi ki tuttuklarını aşağı mahalledeki yoksullara verip gelmiştir. Anam söylenirken babam “Ölünce sen beni ararsın Hanım” derdi. Hakkını aramasını bilen babam vermesini de bilirdi; biz de ondan öğrendik vermeyi ve de paylaşmayı.
Babamın başkalarına kırıcı konuştuğuna tanık olmadım hiç. Kavgayı sevmezdi. Birinde İmamlık yaptığı köyden dönüyorduk; bir akşam üstü. Yol üzerindeki evlerden birinde karıkocanın kırılmış odunları taşımak için kavga ederken, kadının “Odunu sen taşımayacaksın da köyün imamı mı taşıyacak?” dediğini duyunca, babam “İmamı aşa değil, işe çağırırsınız” deyip odunları taşıdığı gibi üstelik bakkaldan alışveriş yaptı, aldıklarını o aile gönderdi. Dıştan kara gülmez görünen babam, dingin ve esprili bir adamdı.
Dindardı, ama bize hiç telkinde bulunmadı din konusunda. Bizi sever korurdu lakin olura olmaza değil; onun yolundan sapmayacaksın. Baskıcı değildi ama böyleydi işte. Babama darıldığım oldu; Ağabeyim beni Amasya ortaokuluna yazdırmıştı “Ben şehirde yoksul okumanın acısını yaşadım, aynı ateşe çocuğumu atamam” diye göndermeyen, ondan gizli askeri okul sınavına girip kazandığım “Bu adamdan asker olmaz” diye razı olmayan babam, beni kendi eliyle adı komünist mektebine çıkmış Akpınar Köy Enstitüsüne eşek sırtında götürüp teslim etti. Ölümünden kısa bir süre önce köye göndermişti enstitü beni ”Hadi okuluna, hayat devam eder” diyerek beni geri gönderdi. Ertesi gün de ölmüş. Ona darılmakta ne kadar da haksızmışım. ‘Dünyanın en büyük adamını anlatın’ konulu komposizyon ödevinde, ben, babamı anlatmıştım; uzun uzun.“ derken geçmişte yitip gitmişti Bolulu...
Bireyin hayatında ana baba kadar da önemli öğretmen. İyi bir öğretmene düşmek ise büyük şans. Bolulu çok şanslı biri.
Neden sonra sigarasından derin bir nefes çekti. Bunu fırsat bilip “ya eşiniz?” deyince gizemli bir gülümseme konuk oluyor dudaklarına, bir parıltı yerleşiyor göz bebeklerine. Susuyor. Yüzüme bakmakla yetiniyor. Çünkü, “Eşini işini, aşını bil” derler adama. İşini, aşını bilirsin, eşini bilmezsen ne işin kıymeti vardır, ne aşın. Bir erkek için ille de eş; işten de önce gelir, aştan da. Eğer Bolulu, Osman Bolulu olmuşsa, bunda eşinin payı büyüktür kesinlikle. Bu nedenle merak ediyordum eşini.
Saatime baktım belli etmeden. Ooo! Bir hayli olmuş! Gün akşama devriliyor. Al ipeğe bürünmüş gökyüzü. Nazlı adımlarla, iç titreşimleriyle gerdeğe giriyor akşam güneşi. Gecenin koynunda vuslata erişecektir az sonra. Günün son kızıl ışığı sık akasya dalları arasından hırsızlama sokulmuş içeri; kâh duvarlarda geziniyor, kâh yüzleri okşuyor; sonra da yaramaz çocuklayın gelip gözlere oturuyor insanların. Bu güzelim günde koca salon boğulmuş sigara dumanından; yelin kışkırtmasıyla oraya buraya savruluyor küllükteki sigara külleri. Pencereden gökyüzüne bakıyorum; kızıla kesmiş kırlangıçlar havalanıyor; geceye uçuyorlar topluca.
Nedense akşamın bu saati hem tedirgin eder beni, hem gönlümü alıp götürür geceye. Akşamın alacakaranlığı ürpertir içimi. Nedensiz bir hüzün bulaşır yüreğime. “Sizinle söyleşmek güzeldi Hocam. Artık izin isteyip gitmeli.” deyince Bolulu, “Arzu edersen, akşam konuğum ol yemekte” dedi. Teşekkür edip ayrıldım.
Yüksel Caddesi’ne çıktığımda sinsi bir alacakaranlık Ankara’yı diri bütün yutmaya çabalıyordu. Ana baba günüydü cadde; akşam telaşına kapılmış insanlar; bazıları günün yorgunluğunu duraklara sürüklüyor, bazıları banklara tünemiş gurubu yudumluyor. Doğa geceye hazırlanırken bense yürüyordum. Aklımın çengeline et gibi asılmıştı “Eşinde niçin söz etmedi?” sorusu, başımın üstünde kızıla kesmiş kırlangıçlar döneniyor; sonra ufka doğru süzülüp gidiyorlar kızıla kesmiş kanatlarıyla.
Ankara’nın son baharını severim ben ama yazbaharı da bir başka. İçim içime sığmıyor. Ne güzel bir gündü! Kısacık zamanda neler neler öğreniyor insan; eğer işin ustası olursa konuştuğun... Yol boyu düşünüyorum: Osman Bolulu’yu, Bolulu yapan kadını! Acaba nasıl biridir bayan Bolulu?
Bir kadını tanımak istersen, “Sokakta eşine ve çocuklarına bak, evinde tuvaletine” derler. Bugüne değin Bolulu’yu gelişi güzel bir kıyafetle hiç görmedim. Hep tertemizdir üstü başı, uyumludur giysileri. Çok da titiz. Görüp tanışmadığım eşi, iyi bir insan, iyi bir ev hanımı olmalı; Osman hocam’a bakınca. Freut’a göre aşk, “Kendisini bir başkasında görüp sevmesiymiş insanın.” Çevremde tanıdığım pek çok erkeğin, arkadaşlık ettiği kızlar başkaydı, evlendikleriyse bambaşka. Erkekler, eş olarak annelerine benzeyen kızları tercih ederler çoğunlukla. Acaba bu, erkeğin çok sevdiği anacığını başka bir kadında bulma arzusu muydu, yoksa anasına olan kopmaz bağının sonucu mu? Belki de her ikisi. Bu bağlamda Bolulu’nun eşi, annesine benziyordur kesinlikle; ama fiziken, ama huyca, onu bilemem, ama benzediği kesin. Hep hırçınım diyor Hocam, hep beni yiğit diye el içine salan odur, diyor. Adını yeni öğrendiğim eşi, yaman kadın olmalı.
Eylül ortası. Ankara’nın sonbaharını severim ben; ılık ılık esen sarsak yelini, onun sararan yaprakları önüne katıp götürmesini, çınar yapraklarının kıpkırmızı oluşunu, yağmurlu havasını. Hele de yağmurun altında ayaklarımın altında çınar yapraklarının çıtırdısını duyarak yürümek, doyulmaz bir zevktir benim için.
İşte böyle bir gün de yürüyorum yol boyu. Yağmur yağıyor Ankara’da kiremitleri kararmış koca koca binaların üstüne. Etrafa bakınıyorum. Tanıdık geliyor bana. Bir şeyin ayrımındayım yalnız; burası bizim semt değil. Hiçbir şey gözümün tanışı değil; sokaklar, dükkânlar, caddeler... Nereye gidiyorum, onu da bilmiyorum. Sadece yürüyorum. Yanımdan geçen dolmuşun penceresinden başını çıkarmış muavin bağırıyor; “Cebeci! Cebeci’ye bir iki!” Öyleyse burası Cebeci. Eve gidiyordum oysa, burada işim ne? Bilmiyorum. Tek bildiğim, yağmur altında yürüdüğüm. Yağmur da hızlandı enikonu. Şıpşıplayan seslere adımlarımı uydurmuşum, yürüyorum. Dünyada benden keyiflisi var mı? Kimileri şemsiyesinin altına saklanmış, kimileri girmeye çabalıyor bir saçak altına; kırlangıç misali. Bense yürüyorum omuz başlarımın ıslanmasına aldırmadan.
Yol kenarında bir adam. Çömelmiş oracığa. Hüngür hüngür ağlıyor; gelip geçenin meraklı bakışlarına aldırmadan. Adamın gözlerinden akan, yağmurun yanında ne ki? Öz ağlamayınca göz ağlamaz, derler, neden ağlıyor bu kadar? Ne olmuş ki? Üstüne başına, haline tavrına bakılırsa adam gibi bir adam oysa. Ya bu hali? Ona doğru yürüyorum. Yaklaşınca çığlığım düşüyor yağmur damlaları gibi caddenin ortasına “Osman Hocam! Ne işi var yağmurun altında?” deyip hızla yürüyorum o yana. Yanına vardığım da “Ne hayır Hocam?” dediğimi duymadı bile.
Kimseye bakmıyor, kimseyi görmüyor, ha bre ağlıyor. Cumhuriyet aydını bu denli üzen nedir? Benim tanıdığım Bolulu, kendini bu denli bırakmazdı, ama kesinlikle bir şey olmuş olmalı! Ama ne?
Yanına oturdum. “Hocam” diyorum, bakmıyor seslenen kim diye. Birkaç kez daha yeniliyorum ”Hocam!”seslenişimi. Neden sonra başını kaldırdı, yağmurdan ziyada göz yaşlarıyla ıslanmış yüzünü bana çevirdi, baktı. Acı, zehirli bir oktu gözbebeklerinde! “Hadi Hocam, eve gidelim!” deyip kaldırdım oturduğu yerden. Koluna girdim. Yürüyoruz; ağır ağır. Şimdi yağmur altında iki kişiyiz, ondan kaçmayan. Islanıyoruz; aldırmıyoruz. Hava kurşun gibi ağır. Kara bulutlar sağılmış yeryüzüne sanki onu öpecekmiş gibi. Suskunuz. Biz, kendi içimizde yitmişken hayat akıyor sağımızdan solumuzdan; yol kenarlarından akan bulanık sularla birlikte. Önümüz sıra koşuyor sarsak güz yeli; önüne kattığı ıslak sarı yaprakları sürükleyip götürmeye çabalıyor. Bizim yerimize konuşuyor gri bulutlar.
Sokak lambaları yanmış, biz ayrımında değiliz. Bir köşeyi dönüyoruz. Işık içinde bir pencere. Çocuklar gibi yüzünü cama yapıştırmış bir kadın; yol gözlüyor. Onu fark etmesiyle canlanır gibi oluyor Hocam; biraz önceki ezik adam o değil sanki. Omuzları dik, başı yukarda. Zili çalmadan açılıyor kapı. Eşikte buğday yüzlü güzel bir kadın. Sevgiyle bakan çakır gözlerinde bir endişe, bir merak. Ben onun “Bu ne hal? Nerede kaldın?” demesini beklerken, o, köy türküleri gibi yalın, sıcacık gülümseyerek “Nerelerde kaldın Bedia?” diyor yumuşacık bir sesle. Gizli bir sitem mi vardı bembeyaz elli kadının sesinde, anlayamadım. Sevecen bakışlar kucaklıyor birbirini; çakırın içinde kaybolmuş kahverengi, kahvenin içinde erimiş çakır gözler. Dudaklar susmuş, gözler konuşuyor sadece. Bu, onların arasında özel bir şifre miydi acaba? Beklenmedik bu hitap karşısında zıpkın yemiş gibi olduysam da hemen toparladım kendimi. Hocam’a baktım. Biraz önceki adam o değildi artık; değişmiş, başkalaşmış, bambaşka biriydi şimdi. Başka bir kadın olsaydı, kim bilir neler söylerdi bu durumda, neler yapardı? Oysa o... Böylesiyle kara somun baklava olur kesinlikle. Onun şiirlerinde dile getirdiği bulvarlarda arayıp bulamadığı, tarlalarda bıraktığı ana/kadındı şimdi karşımdaydı. Onun “Kimin Uzun Koşu’su, Niçin?” adını taşıyan denemesinde okuduklarım neden sonra fırlayıveriyor belleğimin derinliklerinden; ne diyordu orada Hoca’m:
“Kendimden biliyorum: Hiçbir akşam, sabahki adam olarak dönmedim eve; her sabah yeni birisi olarak uyandım. Bunun cilvelerini yaşarım çok: Örneğin eve geç dönmüşümdür: Zamanı öyle fazla aşırmamışsam, bir “Hoş geldin“ alırım; vakit geçirmişsem, “Nerede kaldın Bedia?” derler. Her ne kadar Bedia; “beğenilen, takdir edilen pek yeni şey, güzellik” anlamını içerse de, bana öylesine yöneltilmemiştir, tersine göndermelidir: “Yeni huylar mı edindin, yaptığın güzel mi?” gibisinden iğneler saklıdır içinde. “Bu soru bana mı?” dersem, “Ya kime olacak?” yanıtını alırım bakışlarımdan. Sabahtan beri koşturmuşum, onunla bununla görüşmüş, tartışmış ya da aynı görüşleri bölüşmüş, pekiştirmişimdir. Tepkilendiren olaylar yaşamış, hoşa gitmeyen kişi veya durumla karşılaşmışımdır. Bunlardan algılanmış, etkilenmiş üzerinde düşünmüşümdür; ileri geri, dikeyine yatayına. Ben’imin duvarlarında sökülmeler... O sabah evden çıkan adam olarak dönmedim ki eve....”
Öyle sanıyorum ki, bugün bambaşka biri olarak dönmüştü eve Hoca’m. Ama niye? Ne oldu ki, dirençli Bolulu’nun içinden birden bire sökülüp düştü tuğlalar?
Sıcacık bir odaya girdik. Her şey yerli yerinde; tertemiz. Soba yanmıyordu ama sıcacıktı ev. Hele de eşinin o sevecen bakışları! Yan odanın dışına taşıyor sevinç çığlıkları; birbirine karışmış çocuk seslerinden. Ateşin harlanması gibi açılan kapıdan çıkıyor üç afacan: “Babacığım!” diyerek. Üzerine atılıyorlar birden bire; babaları ıslakmış umurlarında değil. Biri boynuna sarılıyor, biri oturduğu kucaktan omuzlarına çıkmaya çabalıyor, en küçüğü de ceplerini karıştırıyor. Göçmen kuşların artık palazı gibi dönenip duruyorlar etrafında. Ayaklarında yepyeni ayakkabılar. Bolulu’nun gözleri ışıl ışıl. Biraz önceki yılgınlıktan eser yok; boyu kalemle çizilmiş adamın gözlerinde. Dingin kadının küçük, ince ellerinden huzur dökülüyor odaya, mutluluk doluyor “Durun çocuklar, babanız üstünü değişsin!” sözlerinden. Bakışlarıyla bana da. Sonra ikram ettiği ıhlamurla sımsıcak bir şey akıyor içime; sevgi somut bu evde; elimle dokunuyorum mutluluğun güzel yüzüne, gözlerimle okşuyorum onu. Ah, ne güzel! Ah!... Keşke...
Zııırrrrrr! Gözlerimi açtım. Telefon mu, kapı mı? Karar verip davranıncaya kadar kesildi ses. Etrafa bakındım. Ne Osman Bolulu var, ne eşi, ne sevimli üç çocuk, ne de yağmur. Koltuktayım; kaykılmışım yana. Demek öylece uyuyakalmışım televizyonun karşısında. Düş mü? Elbette. Derin uyumuşum demek ki...
Uyku sersemliğini üzerimden attım. Ya görüp yaşadıklarım? Ya o gözlerden gözlere akan o ılıklık? O da mı düştü, yoksa bir yerde mi okumuştum? Hayır, bu güzellik düş olamaz. Çalışma odama geçtim. Elime Tansu Bele’nin “Dilden Düşünüşe Uzun Koşu” adlı yapıtını aldım. Okurken altını çizdiğim satırları yeniden okudum bir daha. Osman Bolulu diyordu ki orada:
“1947’nin Eylülünde Tokat-Taşova-Yerkozlu öğretmenliğe başladım. Köy babamı bilir, orada imamlık yaptı Beni tanırlar çocukluğumdan beri. Çalışıyorum, köylü görüyor, onlarla kaynaşmışım. İlk ağızda beni yemeğe hazır bürokrasiye, hakkımda şikayet gitmez buradan. Birçok köy enstitülü doğranmaya başlandığında, benim böyle ağır sıkıntılarım yok.
Bizler, Kurtuluş Savaşı felsefesinden yeşerecek toplumsal düzenin, eğitimle gerçekleşmesi için yetiştirilmedik mi? Onun ülkü erleri olmayacak mıydık? Halka ve Cumhuriyete olan borcumuzu ödemeyecek miydik? Döneklik yok, erkek adam pısmaz. Öğretmenlik yaptığım köye hizmetle yetinmiyor, yakın köylerden gelenlere yol gösteriyor, dilekçelerini yazıyorum. “Her taşın altında, bu adam var” Bürokrasi kızgın. Kışkırtıcılıkla, komünistlikle suçluyorlar. Bırak bürokrasiyi, milli eğitim yöneticileri de Don Kişot sayıyor seni. Hesabın görülmek üzere. Soruşturmalardan kurtulamıyorsun. Asi adın, 170 km. ötedeki ile ulaşmış. Halka zulüm ediyorlar, diye karakol komutanını dövmüşsün. Çember daraldıkça daralıyor.
Neyse ki, kimi yüksek öğrenim kapıları aralanmış. Oluşturmaya başladığın meyve bahçesini satıp Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat Bölümüne atıyorum kapağı. Onlar yüksek eğitimliyse sen de olacaksın, altta kalmayacaksın umuduyla.
Gazi’de bir garip adamsın, aykırısın yine. Mark Kartizmin rüzgârında eğilip bükülüyor Türkiye. Sen Gazi’deki sayılı köy enstitülülerdensin. Dikkatli ol. Eskisi kadar büyük ötemiyorsun öyle. Çevreye karşı, ağzına gümrük koymuşsun biraz. Ama bu yetmiyor. Herkesten bir yıl sonra mezun oluyorsun. Türkiye’nin ilk köy ortaokullarından Doğanhisar Ortaokuluna atanıyorsun.
Sonra eş durumundan Tokat-Reşadiye Ortaokulu’na. (Söylemez ama demek eşi öğretmenmiş) Reşadiye, Yeşilırmak vadisinin çamlıkları arasına kıvrılmış, yönetsel bakımdan ilçe sayılan bir köy. İnsanı güzel, öğrencisi verileni almaya hazır. Gurbetçi yurdu bir yer: Ankara’nın çöpçüsü, İstanbul’un hamamcısı buradan. Hayli okumuşu var. Öğretmene, eğitime âşık, delibozuk bir öğretmensin. Halkla kaynaşıyor, seviliyorsun: Hizmetine koşulmuşsun, sivriliklerini bağışlıyor halk. -Ama R. Şemsettin Sirer kafası ve siyaseti bağışlamaz asla!- Şehir kulübünde ve kahvede yoksun. Memur takımının gece ev gezmelerinde yoksunuz. Çanta dolusu kitapla sınıfa daldığın, öğrenciyle iç içe olduğun için, kimi meslektaşlarına, özellikle müdüre, yadsı düşüyorsun. Ekabirana (rütbece büyük olanlar, ileri gelenler) aldırmayışın, can sıkıcı. Sabahları gün doğmadan ormana çıkışın, doğayla kucaklaşıp esenlenişin, kuşkulandırıyor kimilerini: Deli mi bu? Gizli işler mi çeviriyor?
Sınıfta bayılan öğrencini, omuzlayıp Hükümet Tabibine götürüyorsun. Meğer hasta değilmiş çocuk, açlıktanmış... Araştırıyorsun, o ve iki arkadaşı, her gün 10 km.lik köyden gelip gidiyorlar, boş mideyle. Karı-koca aylık 36’şar liralık ek ders ücretinizle, bir lokantadan, öğle yemeği olanağı yaratıyorsunuz ”Kendi gelirleri ne ki? Niye elin çocuklarını doyuruyor bunlar?” Öğrencilerine okuttuğun ders dışı kitaplardan da kuşkulanıyorlar. Müfettiş geliyor Ankara’dan. Hele ki kitaplar, -bir önceki iktidar zamanında basılmış olsa da- Milli eğitimi Bakanlığı’nın yayını:” Öğrenciden tanık yok, veliden de. Paçayı sıyırıyorsun. Bir de “Duruluk” adlı edebiyat dergisi çıkarıyorsun. Kim okur burada? Adı belli dergilerde şiirlerin yayımlanıyor, sana gelen posta, devlet dairelerinden kabarık.”Bu adamın nerelerle ilişkisi var?” İzlenmeye alınıyorsun. Ama halk seviyor seni. “Daha önceden köy enstitüsünde okumuş, bu kesin komünisttir” demiş Askerlik Şubesi Başkanı, bir tüccara. O da: ”Valla çocuklarımızı iyi yetiştiriyor, dürüst, çalışkan adam. Bir kötülüğünü görmedik onların. Komünist onar gibiyse, ben de olurum...” yanıtını vermiş. Tartışmalar kulağıma kadar geldi. Binbaşıyı dövdüğümden mahkemeye verildim. Tanık bulamadılar. Halktan gören de görmemiş. Askerlik zamanım geçiyor, yakında çağırırlar. Serde köy enstitülülük var, örneği var, 22 yüksek köy enstitülü çavuş çıkarılmadı mı? Müdürün tafralarına dayanamıyorum zaten. Taşova Ortaokulu Müdürlüğü için dilekçe verdim. Tezden atama çıkmaz mı? O sıcacık insanların yurdu Reşadiye, olanakları kısıtlı olsa da, bana dar gelmiyordu, ama... Binbaşı olayı unutulur, ondan sonra giderim Yedek Subay Okuluna. Adres değiştirmek, doğduğum köyün 19 km yakınında, çevremizin çocuklarına hizmet de bir nimet.
1956, Kasım. Taşova. Okul, bir yıldır yönetimsiz kalmış, öğrenci başı boş. Hızla giriştim işe. Okulu düzene soktuğum gibi, köylerden gelen öğrencilere de pansiyon açıyorum. Gerektiğinde yemeğini pişiriyorum öğrencinin. Salonda pinpon masaları, bahçede voleybol sahaları...vs. etkinliklere yöneltme, sonra 15.15’te ders bitince bütün öğrencilere Varlık Yayınları’nın çocuk kitaplarını vs. okutma derken, öğrenci hizaya giriyor. Zaten buranın çocuğuyum, halk tanıyor önceden, bozuk okulun düzeldiğini, öğrencinin okuluna bağlandığını görüyor. Seviyorlar, çalışmamı övgüyle karşılıyorlar.
Taşova, (Yemişenbükü) bir köyden, konumu nedeniyle ilçe olmuş bir yer. Halkı, esnafı çevre köylerden inmiş buraya. Memur takımına ağır geliyor, ilçe yerine bu köyümsü yerde çalışmak, halkını köylü diye aşağı görüyor, baskıcı davranıyor. Onların önüne dikiliyorsun. Halkın ezikliğinin acısını alıyorsun; sen de nasıl kendisini bulmaz halk?... Nasıl, dışa vurmadığı iç tepkisini yansıması sayıp yüceltmez seni? Bu ilgi, bu sevgi, sonradan, o halkça senin siyasete bulaşmana neden olacakmış, bilmezsin ki... Bu arada, bürokrat takımı, nereden nasıl bulursa yalaka buluyor ya da takma adlarla “CHP’li, DP’ye karşı” diye dilekçe yağdırıyor, ilgililere. Hele ki Mehmet Varinli diye bir vali var Amasya’da. Milli Eğitim müdürü, soruşturma açmak istese de onay vermiyor. “Çalışkan, üretken adam, ezdirmem, ucu bana dokunana kadar” diyor, ama milli eğitim müdürüyle kavgalı gittim Yedek Subay Okuluna.
1959’un temmuzunda Yedek subay Okulundayım. Sonra Konya Astsubay Okulunda öğretmenlik. Komutan, iki de bir, öğrenciler için: ’Bunlar köylü, keçi takımı’ diyor. Sabır sabır... Patlıyorum: ‘Ben de o keçilerdenim. Sizinle aynı üniformayı giyiyorum. Sadece omzumuzla üstü farklı.’ Hapislik... 27 Mayıs ordu müdahalesi gelmek üzere. Binbaşı nöbetçi amiri, sen de nöbetçi subayı. Gece 23 haberleri. DP’ye karşı olanlara, nasıl bir saldırı; mantık görmemiş, edepten yoksun. Kalkıp radyoyu kapatıyorum. “Aç” diyor binbaşı. “O kadar beğeniyorsan kendin aç” diyorum. Kalkıp açıyor. O aç, ben kapat. Sonunda kavga. Soruşturma bitmeden 27 Mayıs’ta yönetime el konuluyor. Amasya Er Eğitim Tugayına naklediliyorum. 31 Aralık 1961’de terhis oluyorum.
Eşim Amasya’da. Emekli subayları, oraya öğretmen diye atayan yönetim, Amasya’da bana yer bulamıyor (!) Eşimin Öğretmeni Sıdıka Avar, Kız Teknik Öğretim Genel Müdürü, ona başvuruyorum. Amasya Kız Meslek lisesine atanıyorum. “İlke” Dergisi’ni çıkarıyoruz Amasya’da.
Suluova Ortaokulu müdürlüğü öneriliyor Bakanlık’tan. Eşimle birlikte olmak kaydıyla kabul ediyorum. Orada da halkla kaynaşmışım, öğrencim seviyor. Şeker fabrikası, daha önce okulun yapımına yardımcı olmuş, şimdi ben atanınca soğuk bakıyor. 27 Mayıs’ta, arkamda bandolu bir bölük askerle Amasya çevresinde ‘devrim nutukları’ atmıştım. Fabrikanın kapısı önünde de konuşmuştum, unutmamışlar da ondan. Ben gidiyorum onlara; diyelim ki Ziraat Müdürüne. Ziyaretten bir hafta önce şeker pancarı ziraatı, konusunda bilgileniyorum. Sözü, oraya getirip başlıyorum Türkiye’de şeker pancarı üretimi üzerine... Birkaç bölümün müdürünü ziyaret ettim böyle. Hazırladığımız tiyatro oyununu, hem yerel elverişliliği nedeniyle, hem de onları okşamak için Fabrika salonunda oynuyoruz ilkten. Fabrika yakınlaşıyor. Olanakları var, okula yardımı eksik etmiyorlar artık.
Kaymakam bozuk. İdarecilik ayrı bir sanatmış, onun incelikleri varmış, kendisini SBF’yi bitirmenin üstünlüğüne TODAİE’yi de bitirmiş. Karşılaşmalarımızda bu TODAİE, sık sık söze dökülür oldu. Şunu bir de biz deneyelim dedik, 64’te bitirdim Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsünü. ‘Kamu yönetimi uzmanı’ unvanını alıyor, burayı bitirenler ve yüksek kademelerde görevlendiriliyorlar. Ne yüksek görevi?
Suluova Ortaokulu bütünleme sınavları için oraya gittiğimde, meslektaşlar ısrarla bir konsere götürdüler bir akşam. Adı konser... İlçe jandarması, sözümona düzen sağlıyor. Bir şeyler çıkacağını sezdim, çıkmak üzere kapıya yöneldim. Bir onbaşı dikildi önüme: ”Çıkamazsın!” “Niçin?” “Hesap mı soruyorsun?” diye elini kaldırmaz mı? Tüfeğini çektim aldım elinden, pencereden dışarı fırlattım. Çavuşu tabanca çekti bu kez. “Anlatır mısın bana, neden? Yaptığım ettiğim bir şey var mı?” O ara, bütün öğretmenler sardı çevremizi, kopardıkları sandalye ayakları havada. Şimdiye kadar nerede olduğu belli olmayan komutan, bana ve öğretmenlere yatıştırıcı sözler söyleyip askerleri geri çekti. Efendim, sözümona Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın yeğeniymiş, tüfeği elinden alınan, tartaklanan. İş Ankara’ya ulaştırılmış, saatinde. Gecenin saat 10.30’unda Bakan İbrahim Öktem, beni müdürlükten aldığını bildirerek ildekileri yumuşatmaya mı çalışıyordu? Hadiiii... doktor muayenesi, sarhoş muymuşum? İçmemiştim. Onu atlattık. İlçe Jandarma Komutanını gevşek bulmuşlar ki, ilden bir güç yola çıkmış, komutanın sözüne göre. Doktoru görmek üzere çıktım. Hemen bir rapor. Gece yarısı Ankara yolu...
Açıktayım. İş için çalmadığım kapı kalmadı. Kitaplığımdaki kitapları satıyorum, Ulus Meydanında. Görevli değilim ya, eşimin de naklini yapmıyorlar. (İşte böyle hasret bırakırlar insanı, evine yurduna, çoluğuna çocuğuna. Özlem “Kestirme sokaklardan/ Akşam/ Kahvelere uğramadan/ Dönmeliyim eve/ Kapımı sen açmalısın, gülümseyerek/ Öpmeliyim yavrumla ikinizi birden/ Yorgunluk, dışarıda kalsın eşikten/ Şimdi orda olmalıyım/ Neylersin /Duman dumandır, dağların başı/ Ve kör olası ekmek parası” dizelere dökülür böyle) İşinden ayrılmak zorunda kalıyor eşim (iki yıl) Selanik Caddesi’nde bir terzihanede çalışıyor. Geceleri peçete, gömlek üretiyor. Kitabın alıcısı çıkmadığında bunları satıyorum. Eve günde 15 TL yetiyor. Günde 20-25 liralık satış yapmışsam, Öğretmen Federasyonunun lokantasında, 2.5 liraya, mezesiz şarap içiyorum. Benim solcu arkadaşlarım, kenar gezmekten öte, ‘nereden buluyor şarap parasını, ajan mı yoksa?’ diye saklanıyorlar benden.
Öğrenciliğimde öğle yemeklerinin ekmeğini satarak edindiğim kitaplardan her birini, ekmek parası için elimden çıkardıkça, iç kalemin duvarlarından tuğla sökülürdü. Onlardan biri var ki, yazmaya elim varmıyor. Anımsadıkça gözlerim doluyor. İlk kez burada anlatacağım: Eylül ortalarıydı. Eve vardım ki çocuklar okula gitmemiş. Sordum Nermin Hanıma. Rahatsız olduklarını söyledi. Halbuki öteki odadan taşan sesleri, onların kedi yavruları gibi alt alta, üst üste oynadıklarını söylüyordu. Anladım ki ayakkabıları giyilecek durumda değil. Hiç elimden çıkarmayı düşünmediğim kitaplardan birkaçını kaptığım gibi Süngübayırı Sokağından, ana caddeye yuvarlandım. Bir dolmuşla Kızılay. Sonra Kocabeyoğlu Pasajı. Vaktiyle dergisinde yazdığım Aydın Sami Güneyçal, orada kitapçı: Alır da satar da. Koltuğumdaki kitaplar otuz kırk liradan aşağı verilmezdi. O da yeterdi, üç çocuğun ayağını giydirmeye. Aydın “Hocam sen, yabancı değilsin, bunların, piyasa bulacak değerini vereceğim.75 nasıl?” “İnsaf be Aydın! 100 versen, zarar mı edersin sanki?”
Yüz lira (bu, benim sokak kitapçılığımın, neredeyse bir haftalığı) cebimin en derin yerinde, hemen eve ulaştım. Çocukları alıp indim. Cebeci Postanesinin önüne. Oradan Demirlibahçe’ye giden sokağın başında bir ayakkabıcı vardı. Üçüne de, kışın da giyebileceklerinden aldık. Giydiler, fırlayacaklar eve. “Durun!” dedim. Ellerine birer çikolata, ceplerine para. “Annenize verileceği, ben getiririm, akşam” demeye kalmadı uçtular. Yavrularının ilk uçuşunu gören anakuş heyecanıyla elim ayağım kesildi. Yol kıyısına çöküvermişim. Şakır şakır yağmur yağıyor. Utanmasız, sakınmasız, başım iki elimin arasında hüngür hüngür ağlıyorum. O sel seylap, yağmurdan mıydı, benim acılarla çağıldayan gözlerimden mi? Hakkım yoktu çocuklarımı üzmeye. İşim olmalıydı kesinkes. Analarının da işsiz kalmasının nedeni bendim. Gelene geçene aldırmadan, iliklerime kadar ıslanmış, ne kadar ağladım orada bilmiyorum.(Demek içindeki gerilen telin koptuğu, o müthiş duygulanım anıymış onu gördüğüm gün...)
Yüksek makamların hepsi vicdansız, o günkü aklıma göre. Onlara gitmeyi aşağılanmak sanırdım. Hakkımı istiyordum. Onlarla eşit olarak konuşmak yakışırdı bana. Onların tepeden bakmalarına olanak vermezsen soğuk bakarlardı sana. Türkiye Öğretmen Dernekleri Federasyonu (TÖDMF) Genel Yönetim Kurulu üyesi olmam nedeniyle, ayaküstü tanışıklığım vardı Sanayi Bakanı Muammer Erten ile, kapısında uzun süre bekletilmeden alındım makamına, sıcak karşıladı. Küçük Sanatlar Dairesinde Müdür yardımcılığına atanmam için hemen emir verdi, ilgililere. Zor belâ “olur” alabildim kendi Bakanlığımdan. Geceleri tavanlar üstüme abanmıyordu, ekmek parası için sattığım kitaplar, kelepçe sicimi, bileklerimi sıkmıyordu artık. İki maaştan tek maaşa düşmek gam değildi. Tekiyle de onurumu koruyarak yaşayabilirdik biz.
65 genel seçimlerini AP kazandı. Eski MEB Ali Naili Erdem geldi Sanayi Bakanlığına. Gazilere yine yol görünecek. Kuşkulu, ürkülüyüm. Bakan değişip yerine Mehmet Turgut gelmesin mi? TÖDMF Genel Kurul üyeliğim sürüyor. Dahası, Türkiye öğretmenler Sendikası (TÖS’ün) kurucu üyesiyim. Mehmet Turgutlar’a göre hoş karşılanır mı bu? Sanayi Bakanlığını babalarının malı, sonsuza değin orada kalacağını sananlar homurdanıyorlar: ”Ne arıyor, bu solcular, bizim bakanlığımızda?”
1976’da Bingöl Maden İrtibat Memur Muavinliğine tayinim çıktı. Söylediklerine göre buyruğuna gireceğim adam ilkokul çıkışlı. Cincilikten bilmem neye kadar soruşturmalar geçirmiş. Yüksek öğrenimi üstüne “kamu yönetim uzmanlığı sertifikası” almış biri olarak, nasıl dayanacağım böylesinin buyruğuna. Militan olduğu da söyleniyor. Sağ-sol çatışmaları kızışıyor. İnsan yok etmeler, başladı başlayacak, gidiş onu gösteriyor. Sanayi bakanlığı maceram bir yıl, bir ay, üç günlük. Kışın ortasında, cebimde 15 lirayla istifa ettim.
Yine sokaklar... Başvurduğum yerlerde olanak doğacak gibi görünmüyor...Ama arkamdan izlendiğim için, o kapılardan, hiçbiri açılmıyor. Özel pansiyonlarda belleticilik, özel okullarda sekreterlik. Sonu gelmiyor. Kurucusu olduğum TÖS’e işçi olarak giriyorum. Yönetim oturmamış, her şey benim üstüme. O arada Yeni Tanin Gazetesinde yazıyordum, onlar da istemiyor artık. Sivriymişim, yöneticileri gölgeliyormuşum. Başka nedenler de seziyorum. Dokuz ay da o macera da bitti.
Bu arada Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e mektup yazmıştım. Gönderilen özel araba ile karı koca Köşk’e alınıyoruz. Sonunda Nermin Hanım Hayman’a Ortaokulu’na. Tek maaş, çift maaş tahtaravallisi oynuyoruz: Birimiz yerde, ötekimiz havada. ”
Daha fazla yüreğim dayanmadığından okumaktan vazgeçip bırakıyorum elimden kitabı. Anlattıkları benim için sürpriz değildi. Daha Akpınar Köy Enstitüsünde mezun olan öğretmen adayları okullarına karşı son görevlerini yaparken enstitüyü ziyaret eden zamanın Eğitim Bakan R. Şemsettin Sirer’in “Sizi bu amelelikten kurtaracağım evlatlarım!” sözüne “Biz amele değil, öğretmeniz, iş üretiyoruz!” diye karşılık verdiğinde “İblis senin gibileri adam edeceğim; sürüm sürüm süründürecek, adım adım izleyeceğim!” dememiş miydi Hocam? İşte, yaşadıklarınız, yaşayacaklarınız bunun sonucu, öyle değil mi?
Bu, aslında sizin, köy enstitülerinin savaşı değildi ülkemizde yaşanan; aydınlıkla karanlığın, ilericilikle gericiliğin, devrimle karşıdevrimin, laiklikle antilaikliğin savaşıydı; bir yerde de Cumhuriyetin. Dumanlı inanç artıkları, düşüncelerinden ötürü çok ve uzun acılar çektirdiler Tunguç’a, H. Âli’ye; eserlerini yok etmeye çalıştılar. Yetmedi, şimdi de yetiştirdikleri çocuklarına işletiyorlar acının gergefinde yokluğun bin bir renkli nakışını; hasta çocuğuna dört buçuk liralık öksürük şurubunu alamayacak duruma düşürüyorlar Boluluları. Ama sizler, Tonguç Baba’nın, Hasan Âli’nin çocuklarısınız; her ne kadar İsmail hoca ile Hatice Hanımın sulbünden gelmişseniz de onların düşüncelerinden doğdunuz. Nasıl dayandıysa Tonguç haksızlığa, nasıl dayandıysa H. Âli yıllarca baskıya, sizler de dayanacaksınız çaresiz? Meslek dışına itilerek açlığa mahkum edilseniz de; birey olarak, yazar olarak siz de dayandınız kuşkusuz. Açığa alınarak nasıl açlığa mahkum edilen Tonguç, kimseye boyun eğmedi; yıkılmadı, yıkamadı onu Sirerler... Bolulu da, Bolulular da yenilmedi, yıkılmadı, onuruyla yaşadı hep. Sizler Türk Devriminin top ağzına sürülmüş mermileriydiniz çünkü. Adınızdan söz edilmese de ipekböceği sessizliğinde ülkenin, -bizlerin- yarınlarını ören sizler, ağır bedel ödediniz; boy hedefiydiniz iktidarların, emperyalistler ve yerli işbirlikçilerinin. Bugün Mülkiyelilerde söyleştiğim öfkesini törpülemiş, kini acılarında erimiş Bolulu, o günlerin armağanıydı bugünlere.
(Aynı kuşaktan değildim, yine de az çekmedim düşüncelerimden ötürü; aykırı öğretmen olarak. Sizler gibi benim de en büyük suçumdu vatanımı sevmek, insanlarına hizmet etmek... Bugünlere gelebilmişsem eğer, bunu direngenliğime borçluyum; ortak noktalarımızdan biri bu Hocam, kimseye eyvallah etmeyişimiz.)
Yüreğim nasıl da şişti gecenin bu saatinde; yazık deseler ağlayacağım. Size mi, kendime mi, ülkeme mi, çekilen acılara mı, bilmiyorum.
İnsan isteklerine kolay kavuşamıyor, belli yere gelemiyor; Acının imbiğinden süzülmeden olgunlaşamıyor, hainin hançer sızısını yüreğinde hissetmeden dostu düşmanı tanıyamıyor. Edebiyat tarihine bakıyorum, bütün büyük yapıtlar, büyük acıların sonucu değil midir? Mevlâna’nın söylemiyle “Hamdım, yandım, piştim” Aydınlarımız, insan olarak yandı, pişti ama kara kütük olmadı; hâlâ dimdik ayakta herkese, her şeye inat! Bolulu’nun diğer kalem ustalarından bir farkı da, işte, bu olsa gerek....
Bugün karşımda oturan Bolulu, yine hırçınlığın dinginliğinde mutluydu gördüğüm kadarıyla; Büyük yaşam savaşından zaferle çıkarların dingiliğiydi yüzüne yansıyan. Olgundu da. Kolay elde edilecek bir mutluluk değildi bu! Bolulu olmak ise hiç kolay değil; zor, hem de pek zor. Ne diyordu “Bir Çakımlık Sevinç” adlı denemesinde:
“Mutluluk hem zor, hem kolay. Elinizin altında, gözünüzün eriminde; öte yandan önünde o kadar çok engel var ki, nasıl ulaşacaksınız ona.
Mutluluğu özdeksel yakalamak da bir sevinç. Ama özdekselde mutluluğu bulursunuz da yitirebilirsiniz de. Dıştandır o; gelir de gider de. Doğrudan sizin kazanımınız değildir. Küçük yaşama sevinçleri öyle mi ya? Koyu karanlığın içinden siz çektiniz onu, siz arayıp buldunuz, kirli ortamın karmaşasında. Sizin emeğinizdir o. Öz malınızdır, üstünüze abanmış karanlığı siler, gözünüzü gönlünüzü parlatır; sizi yaşama pekiştirir; umudunuzun kanatları açıktır artık.”
Anlıyorum ki sıkıntılara, ürettiğiniz Bir Çakımlık Sevinç’lerle dayandınız; tıpkı Tonguç gibi. O da öğrencilerinden aldığı güzel haberlerle bilermiş direncini; karanlığın içinde bir çakımlar sevinçler yaratırmış kendine. Nasıl bir kuşaktı onlar, yapılana dayandıkları gibi direnmesini de, haklarını aramasını da bildiler; yürekliydiler, bilinçliydiler, bilgiliydiler. Ama Hocam, yine de asıl dayanan siz değilsiniz bence; eşiniz. Asıl kutlanması gereken o, öyle değil mi?
Kafama takıldı gecenin bir yarısı; yine aynı soru “Nasıl biridir Bolulu’nun büyük aşkla bağlandığı eşi?” Nereden çıkardın bunu? demeyin sakın. Eşinden her söz edişinde gözleri çakmak çakmaktı onun. Değilse onca güzel şiir başka nasıl yazılırdı ki? Büyük seviler, gizini de içinde saklar, kendi sessizliğinde büyür. Onlarınkisi de o hesap işte!
Oooo! Bırak onu bunu da yat artık! Vakit nasıl da geçmiş böyle? Zaman kanatlı bir kuş sanki! Ayrımında olmadan uçar yelkovan, maraton koşar akrep; saatin kadranında. Gece, çoktan devrilmiş sabaha! Yatma zamanı gelip de geçmiş çoktan. Uyumadan önce o meşhur duamı “En kötü günümüz bugünkü gibi olsun Tarım! Her şeye inat yaşayıp üretmeliyim; tıpkı Tonguç gibi, Hasan Âli gibi, Bolulu ve daha niceleri gibi... Bana küçük sevinçler bulma gücü ver ki, direngenliğime yılgınlığın kanadı dokunmasın hiç!” ederken kayıvermişim uykunun koynuna zahir.
Yeşillik bir yer. Kocaman bir su akıyor nazlı nazlı; bu İvriz Çayı desem değil, acaba adı nedir? derken göksel bol yankı bir ses “Yeşilırmak” diyor. Allah Allah! Demek Yeşilırmak! Peki, ne işim var benim burada? Irmağın iki yanında hazırola geçmiş gibi dizilmiş evlere bakıyorum; özgün mimarileriyle nakış gibiler kıyı boyunca. Evlerin arkalarında yükseliyor baba bir dağ; onları koruyup kollamak ister gibi arkalarında. Yoksa Ferhat’ın Şirin’in uğruna deldiği dağ, bu dağ mı? diyorum kendi kendime. Öyleyse ne güçlü bir duygudur âşk! İyi güzel de burası neresi? Aynı göksel ses, “Şehzadeler kenti Amasya!” diye gümbürdüyor. Öyle görkemli ki dağ! Öyle etkileyici ki gümbürdeyen ses! Büyülenmiş gibiyim. Çakılıp kalıyorum. Neden sonra yürümeye başladım gömgök suyun kenarından; kıyı boyunca.
İnsanlar gelip geçiyor sağımdan solumdan. Erkeklerin hepsi şapkalı, temiz pak giyimli. Kadınlar şimdiki gibi türbanlı değil; kiminin başı açık, modern giyimli, kimi geleneksel Anadolu kadını gibi bağlamış başını. Bazılarının gözlerinde kurnaz pırıltılar. Yanımdan geçerken konuşmalar çalınıyor kulağıma: “Demirkırat” diyorlar. O da ne ki? Birisi, diğerine göz kırparak “Yeter gayri, söz milletin!” derken, elini kaldırıp “dur” işareti yapar gibi! Nasıl selamlaşmaysa bu? Bazıları kubuz kubuz yürüyor ki! Yanlarından geçip giden hemşehrilerine bir garip bakanlar da var. “Sağır İsmet, boyunun ölçüsünü aldı” diyorlar bir keyifle. Ardından da keh keh, kih kih gülüyorlar.
Açık bir pencereden radyonun sesi taşıyor dışarı; “Sizi küçük Amerika yapacağım!” diyor metalik bir ses. Şaşırıyorum! Neden Küçük Amerika olacakmışız? Atatürk Türkiye’sinin suyu mu çıktı? Arkasından ekliyor aynı ses ”Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz!” diyor çekincesiz. Vay canına! Cumhuriyet’e ne oldu? Sonra “Vatan Cephesi!” sözü geliyor kulağıma. Arkası arkasına birçok adlar okunuyor. Anlayamıyorum bunları. Uçuşan sözler arkamda kalıyor, ben yürüyorum.
İlerde yemyeşil bahçeler. Aaa! Elma bahçeleriymiş. Çiçeğe durmuş ağaçlar! Aman ne güzel! Kırlar çiçeğe kesmiş. Yeşille beyazın, pembeyle sarının koyun koyuna yatması; ulu suyun kıyıcığında. Bakmaya kıyamıyor insan. Canım kıpkırmızı, sulu, kütür kütür Amasya elması çekiyor. -Bizim memlekette de bol yetişir.- Ağzım sulanıyor birden. Yürüyorum. Su gibi akıyorum, bilmem ki nereye!
Sonra nasıl oldu ayrımında değilim kasabamsı bir köye geldim. Bir yere girip çıkıyor hanımlar, insanlar; Kapıda “Taşova Biçki-Dikiş Kursu Sergisi” yazısını okuyorum.
Ben de dalıyorum içeri. Pek çok kadın kız var içerde; tek tük de erkekler. Sanki kız çeyizi serilmiş gibi; el emeği, göz nuru işler her tarafta. Kızların başındaki maviş gözlü tıpkı Bolulu’nun eşi; genç ikizi sanki. Kiraz dalı gibi ak çiçekli, incecik, gün yüzlü öğretmen yaşından çok olgun görünse de, çocuksu bir yanı var yine de. Ama ne? Yalı kavağı gibi upuzun esmer, gencecik biri, masanın üzerindeki deftere bir şeyler yazıyor; kızlar hoşlanmış ki gizli gizli süzüyorlar onu. O yazarken çaktırmadan bakıyor yazı yazana öğretmen. Ardından yazdıklarını okuyan kızlar gülüşüyor, fısır fısır konuşuyorlar. Tüy gibi sessiz, akar gibi yürüyen öğretmen yanlarına gelince, sus pus oluyor elma yanaklı kızlar. Buğday yüzlü öğretmenin ilgisine takılmış olmalı ki çalı bıyıklı genç adam, soruyor aydınlık yüzlü kızlara “Kim bu?” Onlar da “Öğretmen Osman Bolulu, sergi açıldığından bu yana sık sık gelip gidiyor” diyorlar utanarak. Bunu duyar duymaz hemen o yana çeviriyorum başımı; saçları alnına yapışmış bu kara sırığı hiç benzetemiyorum tanıdığım Bolulu’ya, ama neyse. Benzerlik salt boyunda. Bu sırada iki gözün bir birine değdiğini görüyorum; bir an kurşun yemiş gibi sarsıldığını gözlemliyorum iki genç bedenin; utangaç pembeler açmış yanaklarda. Başlar öte yana çevrildi hemen. Becerikli kızlar, yaptıklarının beğenilmesinden mi gururlanıyorlar bu kadar, yoksa yakışıklı beylerin varlığından mı etkileniyorlar, bilmiyorum; ama hepsinin bakışları capcanlı; pırıl pırıl gözleri. Kapının girişinde bir takvim; yıl 1950. Olamaz! Dehşete kapılıyorum büsbütün. İnsanın doğmadığı zamanda nasıl bulunur? Olası mı bu?
Bir köprü başına geldim. Günün canı çekilmiş, ikindi akşama gidiyor nazlı nazlı. Durdum. Sağa sola bakındım. Karşıdan Osman Bululu geliyor, elinde bir kâğıt. Tam “Hocam!” deyip koşacağım, sergideki öğretmen de yanında öğrencileriyle bizden yana geliyor. Bakışları değince birbirine, zaman durdu sanki, yürekler durdu. Dudaklar susmuş, konuşan gözler... Şaşkınım gördüklerimden. “Osman Hocam!” deyince büyü bozuldu sanki. “Gel” dedi Bolulu, başladık yürümeye.
Elinde bir kâğıt; yaprak gibi titriyor. Bir eve geldik. Yüksek bir yerde; bütün kent ayaklarımızın altında. Uzakta Anıtkabir görünüyor; Ankara’ burası, diyorum kendi kendime. Sımsıcak bir “Hoş geldiniz” ile karşılandık olgun yaşın ırmağında akan sergide gördüğüm öğretmen tarafından. İçeri buyur ediyor bizi. Bolulu, eşim Nermin, Emine M. Azboz, diyerek tanıştırıyor bizi birbirimize bir kez daha. Gülümsüyoruz.
Bir odaya geçiyoruz. Burada her yer kitap. “Çalışma odam! diyor Bolulu. Duvarda bana şaka yapıyor sandığım babasının resmi. Anacığı Hatice Hanım bir başka köşeden bakıyor bize. Masanın üzerindeki fotoğrafta üç küçük çocuk. Eline alıyor, öpüyor. “Bunlar benimkilerin küçüklüğü, şunlar da torunlarımız” diyor neşeyle. Ya eşiniz? O zaman oturduğu yerden kalktı. Bir dolabı açtı. Bir albüm çıkarıp getirdi. “Gel, bak!” dedi, yanına oturdum. Birlikte bakıyoruz geçmişi anılaştırılan fotoğraflara:
İlk sayfada siyah beyaz, artık tarih olmuş eşinin resmi. Sevgiyle geziniyor resmin üzerinde parmakları, adeta okşuyor fotoğrafı. Anamın eşleği, o buğday yüzlü Hocanımın yıl sonu sergisini gezdiğimde o hünerli ince işler, beni o kadar etkiledi ki, sergi defterine vurucu cümlelerle döktürdüm duygularımı. Ondan bir umudum olamazdı, ya...
Bir akşam üstü. köprüde öğrencileri ile gezinen öğretmenle şöyle bir göz göze geldik. -Yıldırım aşk dedikleri bu olmalı zahir!-Kâğıt hâlâ elinde. “Hocam kâğıt, diyorum, vermeyi unuttunuz!” O, vermeyip açıp okuyor: “Taşova köprüsünde bir bahar akşamıydı/ Saçların sarı gül gibi, yüreğime üşüştü/ Altımızdan akıp giden Yeşilırmak değildi/ Ben yatağını bulmamış suydum, aşka doğru akan/ Yıllarca çağlamış durmuştum/ 1950’nin baharında bir akşam/ Gözlerimde seni, kanımda vuruşunu bulmuştum/ Dağ pınarlarından arı, candan/ O akşam girdin hikâyeme, gün şimşek/ Yıllarca aradığım sen miydin/ El ele, göz göze, yediveren bahçesi/ Benimle mutlu sabahlara gidecektin/ “Bir bahar akşamı rastladım size”/ Gözlerimde pırıltı, damarlarımda alev/ Bir sarı gül uzattım elinize/ O güldür, gözlerinizdeki ılık hava/ O güldür, sizden yeşeren mutluluk/ Biziz sevgilim/ O gülün aydınlığında biziz aşka yöne” şiiri okurken o dik sesi yumuşacık, bakışları çakmak çakmaktı; o günkü duyguları capcanlıydı besbelli.
Bir kadın için az şey midir bu? Her kula nasip olur mu böylesi? İmrenerek baktım her ikisine de. Kim bilir parası pulu, şanı söhreti olup da sevgi fukarası ne çok insan vardır yeryüzünde, böyle bir sevginin özlemini çeken?
“Bunu orada niçin vermediniz ona?” deyince gülümsüyor. Sonra da “Nerede o cesaret bende?” deyip buruluyorsa da biraz sonra sürdürüyor sözü “ Birkaç gün sonra oradan ayrılacak, bir daha dönmeyecekti Nermin. Yerimde duramıyor, patlayacağım, dünya bir cendere, suyumu çıkarıyor. Nereye akıtacağım. Ben de kâğıda döktüm içimi işte. Üzülme, daha sonra bir çocukla yolladım ona. Nasıl olsa yarın gidiyordu. “Sayın Bay’la başlayan bir pusula aldım ondan:”İstediğinizi bulup mutlu olmanızı dilerim” diyen. On, yüzüne karşı okudum işte! diyor çocuk sevinciyle.
“Benim için artık bağlantı yerleri özürlü bir hat üzerinde giden bir katar yaşam: Gitti, gitti, gitti. Tak, tak tak... beynimin taktakında geçti bir yaz. Hocanım Niksar’a atanmış. Neredeyse her gün mektup yazıyorum, şiir yazıyorum. Uluköy İlkokulu bahçesinde kocaman kara dut, geceleri doruğuna çıkıp Erbaa’nın ışıklarına bakıyorum. Ondan elli kilometre ötedeki ışık yağmuru içinde Nermin. Onun geceleri aydın, benimki zindan. Zırt pırt izin alamam. Soyunup Yeşilırmak’ı yararak Niksar’a kaçıyorum geceleri gizlice ve de sık sık. Günlerce tasarladığım kütüphaneler dolusu söz, beynimden boşalmış, dilim tutuk. Yüzüne bakıp susuyorum Hocanımın. Konuşan gözlerimiz, suskunluğumuz muydu, bilmiyorum. Bakışların, duruşların dili neyi, ne kadar söyler ki? Sürüyor açmazlı macera. Hocanım “Sen köyde, ben şehirde, nasıl olacak bu iş? Yüksek öğretimi bitirip kente gelmelisin” diyor. Zaten benim de vazgeçilmez tutkum, amacım da o. Beş on günlük sakaldan sonra, traş makinesi kırıp, saçlarımın yanını makaslayıp kitaplara kapanıyorum. Yüksek öğretim sınavını kazanacağım. Yirmi bir gün dışarı çıkmamış, gereksinimlerimi pencereden almışım, yüzüm sakınık.
Gazi Eğitim Enstitüsünün Edebiyat bölümüne girdim. Geceleri binanın tepesindeki rasathane kulesine çıkıp ayı gözetliyorum. O da ayı görüyordur diyerek aramızda bağlantı kuruyor, ışıklı sevgiler sunuyorum. ”Özlemi dizelere döküyorsunuz, değil mi?” deyince iç çekip hem de nasıl deyip ”Sen uzaklardasın N..../ Akasya dallarında kuşlar hür/ Boş kalan kafesler gibi/ İçime hüzün dökülüyor/ Boş pencere uzun ufuk/ Senin nasibin öğrenci/ Taş duvar, demir kapı yolculuk/ Atlayamazsın, işte şu pencereden/ Zil zurna âşık çocuk” dizelerini sesi titreyerek okuyor. Ardından da, ona kavuşmak için şubat ayında, Ankara’dan Niksar’a kamyonun sırtında gittim. İçimdeki özlem ateşi korumuş olmalı arık bedenimi. Dersten çok mektup yazmak işim; duygularımı dizelere döküyorum, -”El ele göz göze yaşamak/ Hayat bu değil mi/ Ner’im benim” derken o günleri anımsayıp daha bir diriliyor ruhu.- Mektuplar gelip gidiyor arasız. Bir fotoğrafını göndermiş Nermin, biraz önce albümün başındaki, sana gösterdiğimi, saçını taramaya özenen yeni yetmelerin sık sık kullandığı aynalar gibi elimden düşmüyor hiç. Anamın tıpkısı bu kız, yalnız gövdesi ondan görkemli. Dolaysız içtenli sözleri de anamın kentlicesi, yani.”
“Bu âşkın sonu evlilik değil mi, hocam? Bir düğün fotoğrafı çıkarıp gösteriyor. Resimde mutlu bakıyor bir çift göz, geleceğe umutla gülümsüyor yüzler. Bolulu da aynı duyguları yaşıyor olmalı ki sesi hayal edilemeyecek kadar ılık “Nermin Hanımla nasıl evlendik bilir misin?” dedi. “Bilmiyorum derken içimdeki kırk merak küçük, zıp zıp zıplıyor sevinçten. Uslu çocuklar gibi sessiz onun anlatmasını bekliyorum. Hocam, kesilen konuşmasını sürdürüyor:
“Kimimiz, kimsemiz yoktu, paramız pulumuz da. Niksar Halkevi’nin salonunu ricayla aldık. Düğün çağrılarını elle yazdım. Kocaman bir semaver, büsküvi türünden bir şeyler, bir gramofon.... Oldu da bitti.” derken bugün olgun yaşın yatağında atan yürekler yine kıpır kıpır olmalı yine, sık sık göz göze gelip sevgiyle bakışıyorlar, gülümsüyorlar birbirlerine.
Dikkat ettim çok coşkulu Bolulu. Severek anlatıyor, tarihe not düşmek istercesine. ”Tören bitti. Songüzün ayazında eve gidiyoruz, yalnız. Nermin titriyor. Ceketimi çıkarıp attım omzuna. “Sen?” dedi. “Erkekler üşümez!” dedim. Hadi canım sende, üşümek ne ki titrememek için kendimi zor tutuyordum. Yatağımızı benim yaptığım ağaç karyolaya serdik. Beş yıl sonra Taşova Ortaokulu Müdürlüğümde iki çocukluyduk. Samsun’dan iki ağaç sandalye getirdiğim gün evde bayram sevinci yaşandı.”
Eşine sevgiyle bakıp “Hayat mı dedin karıcığım/ O sesinle başlar/ Adınla girer hikâyeme/ İyimserlik/ Sen, yalnızlığımın çiçeğisin/ Ama rüzgâr esme/ Kaderimin aynasında büyüsün/ Beraber yeşerdik/ Sevimli küçük fidan ; andız/ Baba “baba” diyen kız seninle geldi bahçeme/ Can verdik/ Bir anam bilir camı, bir de sen/ Şefkat rüzgârıdır bakışların esen/ Aman üstümden çekme/ Kalsın bu serinlik” dizeleriyle anlattığı “Karıma” şiirini okuyunca, içtiğimiz çay daha da demleniyor, gülüşüyoruz. Öyle sanıyorum ki Nermin Hanımsız Osman Bolulu, boş bir kovandan başka bir şey değil.
(Ne mutlu onlara diye geçiriyorum içimden, ne mutlu size! Yarım asrı aşmış bir evlilik... Bunca yıllık mutluluk.) Bunun sırı nedir acaba? diye soracaktım ki Hocam, usumdan geçenleri okumuşçasına:
“Özdekselde ulaşamayacağımıza ayarlamadık kendimizi: Olanaklarımızla yetindik. Özdeksel kazanımlarımızla başkalarına üstün gelmeye çabalamadık. Birimiz bir köylü ailesinin oğlu, diğerimiz bir posta dağıtıcısının kızıydık. Halk gibi yaşamak, gocundurmazdı bizi. Halktan olduğumuzu unutmayacak, ama halk tipi düşünüş ve tavırda kalmayacaktık. Beynimiz besinsiz, yüreğimiz esinsiz kalmasın, ondan ötesi kolaydı. Elli yıllık birlikteliğimizde, küçük sevinçlere tutunarak, birbirimize kaş yıkmadan yaşadık mutluluğu. Çocuklarımız da bize benzedi. (Çocuklarınız, bana benzeyecek değil a Hocam! Elbette size benzeyecekler; ne de olsa armut dibine düşer, diyorum içim sıra) Bizim en büyük varsıllığımız onlar. Dünyayı, insanlık değerlerini kemiren yaratıklar salmadık ortalığa. Bundan büyük mutluluk olabilir mi? Bu gördüğün torunlarımız derken sevimli çocuk fotoğrafları uzatıyor bakmam için bana. Resimde yayla genişliğinde kaygısız gülüyor çocuklar. Onlar, bizim yaşam ağacımızın sürgünü. Onlarla uzayıp gitmek, yaşlılığın getirdiği ağırlığı siliyor üstümüzden.” Diyor biraz burularak.
“Aaaa! İşte bu olmadı! Durun bakalım, yaşlanmak da neyin nesi? Daha üç otuzuna mı geldiniz sanki? Sonra yaşı kaç olursa olsun, düşüncesi genç olanlar yaşlanır mı hiç? Yakışıyor mu Cumhuriyet çınarına böyle laflar? Yoksa yaşananlara bakarak yılgınlığın gölgesi mi düştü yüreğinize Hocam?” diyorum makineli tüfek mermisi gibi ar arda. Gülüyorlar karıkoca. Remzi İnanç her zaman bana “Emine kız, kapını bacanı iyice kapat ki yaşlılık içeri girmesin.” diyor. Girmemesi mümkün mü ki? İnsan istese de istemese de yaşlık kapıdan kovsan, pencereden giriyor yine de Ama beden yaşlanır, ya içsel ışığımız? Daha durun bakalım hocam yaşlılıktan söz etmek için çok erken!” Gülseler de Azrail’in zamansız edepsizlik etmesinden çekiniyor gibi sanki! Yoksa bana mı öyle geldi? Yanıldım mı acaba, bilmiyorum.
Sözünün arasına girdiysem de yine de Hocam kaldığı yerden yaşlılığa, Azrail’e meydan okurcasına “Öfkesi, tutkusu olmayan silik yaratıklar mıyız ikimiz de? Yoooo! Elimiz, ayağımız, kasığımız çalışmış; üretmişiz, yaratmışız, çocuklarımızı, öğrencilerimizi yetiştirmişiz. Yazılı sözlü ürünlerimiz olmuş. Başkalarına katkıda bulunmuşuz. Bir kitapta, bir görüntüde, herhangi bir insanda bir güzelliği yakalasak, kendimiz yaşarız onu. Başkalarıyla çoğalmak, insanın insana eklemlenmesi değil mi? Yıllar önceki öğrencilerimizden haber alsak, onların iyiliğini duysak kanatlarınız. Kim olursa olsun insanların açmazda olması burkar içimizi; üzülürüz. Elimiz yetmiyorsa, duygularımızla paylaşırız onların acısını. İnsanın olgunluğu kadar acısını paylaşmak da olgunlaştırır bizi. Algılanmalarımız üzünçlü de olsa, daha da bir derinden duyumsarız, insan olmanın onurunu. Çünkü insanın acısını bilmek, onu gidermeye uyarır, kişi olan kişiyi.”
Bunlar güzel siz bana eşinizi anlatın diyorum bakışlarımla, çay ikram eden Nermin Hanım’a bakarken. Anlıyor ne demek istediğimi.
“Hikayem onunla güzelleşti” diyor sevgili eşine bakarak. Ve ekliyor: ”Onun itmesiyle yüksek öğrenim sınavlarına girdim. Onun gönderdiği harçlıklarla okudum. (Eşinin özverisiyle okuyup da sonradan eşini beğenmeyip terk eden soysuzların varlığıyla yüreğim bir an daralsa da, Hocam, öteliyor hüznümü. Onu öyle doğal bir şey gibi algılamış ki, Bravo doğrusu!) Aynı öğretim kademesinin öğretmenleriydik artık. Deli torosun biriydim; hâlâ da öyleyim ya. Olumsuzluklar karşısında bir küheylan olurdum, sık sık başım belaya girerdi. Her sıkışıklıkta onu bulurdum arkamda ( Demek süper bir defans oyuncusu Nermin Hanım! Böyle takımı kim yenebilir?) O, çok sakindir ama... Bir keresinde yine üst makamların hışmını çekmiş olmalıyım ki, Milli Eğitim müdürü Nermin Hanım’a: “O azılı herif askerde, seni perişan ederim” deyince, o “Bir kere bana sen diyemezsiniz. Ayrıca o azılı herif dediğiniz kim?”diye sertleşince “ Kocan!” demiş. Bu yumuşacık kadın öyle bir celallenmiş ki” Onunla hesaplaşma yürekliliğini neden gösteremediniz zamanında? Benden ne istiyorsunuz şimdi?” deyince o da “Seni dağ başına atarım.” diye tehdit etmek isteyince de “Elinizden gelini ardınıza koymayın. O erkek aslansa, ben dişi aslanım” deyip kapıyı vurup çıkmış Nermin Hanım.
Ben, Yedek Subay Okulunda iken olan bu olayı, izinli gelişiminde, tanık olan yeğinim anlattı. Gördüğün hanımefendi, yeri geldiğinde de...” deyip gülümsedi. Gülüşünde büyük bir onur, sesinde gurur vandı. Nermin Hanım’ı, gören de sessiz duru su sanır; hiç direnişi, tepkisi olmayacak. Hiç de öyle değildir, yeri geldiğinde... Kendimi tutamayıp “Yaşa Nermin Hanım!” dedim. Gülüştük.
(Bu, bana amcam bizlere “Kızım, her yerde, her zaman hanım olun; yalnız üzerinize laf gelirse, çuvalın içindeyseniz de çıkın, gerekeni yapın, yine girin çuvala” sözünü anımsattı bana. Hocanım da bizim çuvallılardan demek ki!)
“İzinli geldiğimde eşim okuldaydı. Yeğenim, bu olayı anlatınca, akşam müftüyü, belediye başkanını, kimi ileri gelenleri bize yemeğe çağırdım. Olayı onlara da anlattım “Bu Hocanımla biz resmi nikahla evlendik. Ama onun benden yiğit olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bir de dini nikah kıydırmak istiyorum” dedim. O gün ikinci kez evlendik Nermin Hanımla. Darıldı bana güzelim: ”Benim gönül nikahım yetmiyor mu, devlet kaydına geçtik ya...“ diye. “Tutucuların inadına, espri olsun diye Gülüm!” diyerek zor kurtuldum serzenişlerinden.
Biz elli yıllık evliliğimizi gölgesiz mi geçirdik, sanıyorsun sen? Hayır. Tütemedik baca olmaz. Her ailede olduğu gibi bizde de oldu; dakikalarla, bilemedin saatlerle sınırlıydı kırgınlıklarımız. Böyle zamanlarda O, başka bir odaya kıvrılmış, Osman’ın üstünü örter, kalkar kalkar geceleri yoklar hastalanmasın diye. Ben, o uyurken ormana çıkmışımdır, oradan devşirdiğim çiçeği, yastığında burnunun ucuna koyarım; ona uyansın da beni bağışlasın diye. (Ah, ne güzel!)
Çalkantılı ve zordu yaşamımız. Hemen tümünün nedeni benim dikliklerim, kötülükleri silme Don Kişot’luğumdan. Daha önce iki kez görevden alındım, sınıf dışı kamusal alana burnumu soktuğum için. Üç yıl açıkta kaldım, düşüncelerimden ötürü. Ona da iş vermediler. TODAİE’i bitirmek üzereydim. Bana değil yüksek idarecilik vermek, işten alacaklarını sezince ona telefon ettim Ankara’dan: “Senin mantoyu bana, benim pantolonu sana giydirecekler, ne yapayım?” dediğimde yanıtı “Hiçbir namussuza eyvallah etme. Kendi başını kurtarmaya gözün kesiyorsa, ben dikiş diker, çocuklara bakarım” oldu. İpekten ince, gülden nazik Nermin Hanım, böyle yiğittir, işte! Onun bu sözüyle değil, o kıytırık adamları, Ankara’yı yıkardım ben artık.” derken gözleri buğulandı Hocamın, belli belirsiz kirpikleri mi ıslandı ne?
Olgun yaşın yatağında akan karıkoca göz göze gelip bakıştılar; suskunlar. Anılarda yitip gittikleri belli. Konuşmaya çekindiğimden ben de susuyordum. Neden sonra uykudan uyanır gibi başını kaldırıp eşine bakan Bolulu, dingin .bir sesle:
“İkinci açığa alınışımda, benim yüzümden Nermin’e de iki yıl iş vermediler. Ankara’nın ortasında beş nüfus, bir kuruşsuz kala kaldık. Sana anlatmıştım ya, başıma kasketi çekip meydanlarda kitap satıp işçilik yaptığımı. Hocanım bir Ermeninin dükkânında işçilik yaptığını. Evde geceleri gömlek dikip peçete ürettiğini; onları sattığımı. Sıkıntıların içinden onurumuzu zedelemeden çıktık, bugünlere eriştik anlayacağın.” deyip içten içe titreyen şefkat yüklü bir sesle “Diken üstüne dizili /Elli yılın içinden geçip dipdiri/ Çakır gözlerinde eritip öfkeyi/ Zehrini bal dudağın katık eden/ Benim gibi geçimsizlik dağını/ Bin tarha bölüp/ Gül bahçesine dönüştüren/ Anamdan bacımdan öte dostum/ Yiğit diye beni el içine salan/ Ilımanların en durusunu/ Göğsünde bulduğum/ Kavgamın slogansız ustası/ Ayrıntıları aşmış gerçek insan/ İşte o birisi/ Güzelliğin kadınlaşmış yontusu” eşine yazdığı şiiri okudu. Öyle dingindi ki bu evde mutluluk. Özenmemek elde değil. Sert Bolulu’yu bu denli yufka yürekli, bu denli duygusal hiç görmemiştim şimdiye değin.
Yapacağını yapmışsa da yıllar, eşinin anlattıklarını saygıya bulanmış bir sevgiyle gülümseyerek dinleyen o dağ pınarları gibi duru gözlerde, asma veriminde rüzgârlar eserken bozkırların gül/ örgen kadının” yüzünde yılgınlığın izi yoktu hiç.
İlk bakışta Nermin Hanım da binlerce Anadolu kadınından biriydi, onu tanımadan önce sıradan biriydi benim için, oysa şimdi evlat, ana, eş olan, yarın rüzgârlarının vurup meyvesini döktüğü binlerce Anadolu kadınından, kendi sesini tanıyan, bilen bir kadındı o. Bizim kadınımız harami yolunda bir yalnız ağaç, eli ayağı gecesi gündüzü sebil, sabırla koşuşturmaya ortaç olsalar da o, kendi çiçeğini koklayanlardandı. Binlerce Anadolu kadını gibi hizmet etiketi alnına vurulmuşsa da, zamanı başkalarına tapulu kadınlarımızdan olsa da o, mutluluğunu emeğiyle yaratandı. Sabırla acıyı bal eyleyenlerdendi Nermin Hanım.
Bu iki sevdalıya bakarken usumdan geçen “Ya gelin-kayınvalide?” diyecektim ki Hocam’a, daha ben sormadan o: “Anamın yıldırımı çarptı beni. Mutlu evliliğim ondan sürüp gelir, derken gelin kaynananın yan yana çekilmiş fotoğrafını gösterdi. -Baktım bunlar gelin kayınvalide değil de ana kızdı sanki.- Belki de genetik bir akrabalık, ona benzeyen bir kıza tutuldum, yıldırım aşkıyla. Anamı, benim değil de onun anası sanırlardı hep: Biri köylüsü, ötekisi kentlisi, bu iki hanımefendi öyle birbirinde özleşmişlerdi ki, okumuşu okumamışıyla özdeşleşmiş bir tek Anadolu kadınıydılar sanki. Evde ufacık bir tatsızlık çıksa anam, benden çok onu korur, gelininin yanında yer alırdı hemen. (Başka türlüsü de beklenemezdi köylünün olan, mahallelinin olan, elin olan Akça kadından; herkesle bölüştüğünü niçin bölüşmesindi geliniyle?) Niye böyle yapıyorsun ana, diye sorduğumda “O, senden daha iyi insan. Hem ben oğlundan yana oluyor, dedirtmem kendime, şanıma yakışmaz” der sustururdu beni. (Okumasız yazmasız, halk kültürüyle yoğrulup pişmiş Hatice Hanımdan da başka türlü davranış beklenemezdi zaten.) Ne mutlu size Hocam, hiç gelin kayınvalide kavgasını yaşamamışsınız!” deyince eşine baktı, gülümsedi. “Onlar gelin/kaynana değil ana/kızlar. Bu, evimizde dirliği, düzeni daha da arttırıyordu .
Anam, derken Hocam, ağzından bir anam daha çıkıyordu. Köylüsü ile kentlisi bu iki kadın öyle birbiriyle özdeşleşmişlerdi ki, okumuşu okumamışıyla özdeşleşmiş tek bir Anadolu kadınlarıydılar, sanki. Ankara’ya geldiğinde bir gün Gençlik Parkı’na götürmüş onu Nermin.” deyince ilk kez söze karıştı eşi: “Ana, önceleri burası bataklıkmış, sonradan bu duruma getirilmiş.” diye anlata anlata gezdik parkı o gün.” deyince Hocam da “Akşam eve geldiklerinde, anam: “Aman oğlum orası bir cennet-i âlâ, hele fışkıran sular kevser (Cennette bir havuzun adı) Hepsini Mısdakemal yapmış. Bek acıdım Mısdakemal’e. Erken öldü, erken...“ deyince, ben de “Yarın seni Anıtkabir’e götüreyim, onun mezarını göstereyim sana ana” dedim. Sevindi.
Ertesi gün Anıtkabir’e götürdüm anamı. İçeri girdik. Lahdin önüne diz çöküp, iki elini açarak dua etmeye başladı. Ne yalan söyleyeyim, gelip geçenin meraklı bakışlarından sıkılıyordum, biraz muziplik olsun diye “O içkici adamın biriydi. Evliya mı ki, iki dizinin üstüne çöküp dua ediyorsun?” deyince “Git başımdan” dercesine yan yan baktı bana, elinin tersini salladı. Duasını bozmuyordu. Okuması bitince kalktı yürüdü, benden yana değil, çekti gidiyor. “Ana ben buradayım, nereye gidiyorsun” “Çekil başımdan seninle gelmiyorum” “Anacığım şaka yaptım. Niye küstün?” “Ulan evliya dediğin nedir ki? Mısdakemal kadar bu millete iyilik eden var mı? Sen adam olamamışsın” deyip yürüyor. “Yol bilmez, iz bilmezsin; eve nasıl gideceksin?” Kızdı. “Bir insan evladına, gelinimin adını söylerim. O da götürür beni.” Boynuna sarıldım: “Anacığım bir şaka için üzme beni, bağışla!” “Öyle şaka olmaz aptal!” deyip elimden kurtulmak için çırpınıyordu., ağlıyordum, göz yaşlarıma dayanamadı, direnmeyi bıraktı sonunda. Ben kurtuluş savaşının öyküsünü dinlemiştim, anam onu yaşamıştı, üç yaşında bebesi sırtında cephane taşımıştı kağnısıyla. Böyle bir şakayı bile kaldıramazdı. O kuşak anam gibiler, onu yaşadı, bizler düşüncesini yaşattık, yaşatıyoruz, yaşatacağız. Ya şimdikiler?”
Hocam bunları anlatırken içimden hüzün kuşları havalanıyordu Laik Cumhuriyet’ten yana. Şimdi daha da iyi anlıyordum Bolulu’nun Cumhuriyet aşkını, ona bağlılığını; onun beslendiği kaynak buydu işte.
(Anacığımda da “Mustafa Kemal benim dayım!” derdi. Çocukken bunu sahi sanır da gururlanır, kendimizi herkesten üstün sayardık; nasıl gururlanmazdık ki, Mustafa Kemal ile hemşehriydik; O da Selânikli, biz de! Çocukluğunda Balkan Savaşı’nı, gençliğinde Kurtuluş Savaşı’nı Selânik’te yaşayan babamın Mustafa Kemal’e bağlılığı ise bambaşkaydı. Hele de onları Lozan’la Türkiye’ye getirmesini hiç unutmuyorlardı; O’na bir günde kırk öğün dua ederdi anam; “Bizi düşman elinden, zulmünden kurtardı, nur içinde yatsın!” diye.)
Okumuş yazmışlığı olmayan bu kuşakların, yetiştirdiklerinin Atatürk’e bağlılığına bir bakın, bir de şimdikilere! Hele de yöneticilerimize... Elbette Hocam ve onun gibiler, Cumhuriyet’ten yana olacaklar, elbette onu savunmak için çırpınacaklar, elbette onun için çalışacaklar var güçleriyle, elbette devrimleri gözbebekleri gibi koruyacaklar; bunu yaparken karşıdevrimcilerle kâh kalemle, kâh sözle, kân eylemsel olarak amansız mücadeleye girişecekler: Bundan doğal ne olabilir ki.... Aydın sorumluluğu bunu gerektirmiyor mu? Hocam, “Ulusuma, insanlığa borcumu ödemek için yazıyorum” demiyor muydu iki de bir.
Zil sesiyle gözlerimi açtım ki, ne Bolulu var, ne de eşi. Evimde ve de yatağımdayım. Odama gün ışığı dolmuş.
Düşünüyorum da sevinç kırıntılarının avcısı Bolulu’nun dediği gibi “Mutluluk denilen şey, bir çakımlık yaşama sevinci...” değil midir?
Barış ve sağlık gibidir mutluluk, gerçekleştirilmesi sonsuzca zor, sonsuzca kolay. Yaratmayan, yaratıcı bir varlık olduğunun bilincine varmayan insan, gerçek mutluluğa erişemez, bir çakımlık sevinçler yakalayamaz.
Boşuna dememiş Bolulu “Dünyaya iki Kadın’ın Gözünden Bakıyorum” diye. Yetmiş beşinci yaşından geleceğe bakan Bolulu’ya nice bir çakımlık sevinçler bulması dileği ile...
Kaynaklar;
Hocama söz verdim, “Alıntıların sayfalarını da yazacağım” diye ama beceremedim yine. Sadece kaynak adları belirtmekle yetineceğim.
Bele Tansu; Dilden düşünüşe Uzun Koşu, Kum yayınları, 2004
Bolulu Osman; Bir çakımlık Sevinç;Çağdaş türk Dili dergisi, 177. Sayı, Kasım 2002
Bolulu Osman; Dünyaya İki kadının Gözünden Bakıyorum, Damar:102. Sayı, Eylül 1999
Bolulu Osman; Yurtboyu Sevişmek; Doğru Yayını, 1994, s.77,75,76
Bolulu Osman;Bileşim çizgisi, 193, s. 10, 16, 21, 29, 34, 38, 39, 40, 41, 46, 47,. (Buradaki şiirler, Varlık, İstanbul, Sanatyolu,Merhaba, Beşkaza, Otağ Dergilerinde yayımlanmış, tarihleri 1950/Taşova,1953 Ankara, 1955-56 Reşadiye, 1960 Konya, 1962 Amasya, 1963 Suluova/ Taşova’ya yazılmıy)
Bolulu Osman; Kadınlar, Kıyı dergisi, 150. Sayı, Eylül 1998
Oğan münevver; Damar dergisi Bolulu Özel Sayısı ile ilgili söyleşi
Yorumlar (0 )