MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR

Osman Bolulu - Dil Deneme Şiir

MÜDAFAA-İ HUKUK DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR

 

 

 


1-
 
KÖY ENSTİTÜLERİNDEN DEMOKRASİYE


Ülkemizdeki biçimsel demokrasi` ellinci yılını aştı. Ama hâlâ faili meçhullerin sorumlurını bulamamışız,yolsuzluğun rüşvetin nüfuz ticaretinin önünü kesememiş Susurluk olayının  altını deşememişiz. Sosyal dengeyi kuramamış, hukuku egemen kılamamışız. Demokrasiyi göstermelik seçimler mekanizması sanıyoruz. Oy için din tacirliğinden kurtulamadık. IMFinin kıskacına düşmüşüz, ulusal bağımsızlığımızda gedikler açılmış. Kapitalizmin kapıları önünde
medet bekliyoruz. Niçin? 

Türkiyenin, demokrasiyi kuracak, işletecek, koruyacak birikimi, donanımı yok muydu ki, elli yıldır demokrasi diye bocalıyor, `insanımızı birbiriyle sürtüştürüyor; gittikçe bir yanı semirtirken, bir yanını sömürtüyor; sıkıntı içindeki halkın beynine kurtuluş olarak faşist özlemlerin tohumunu ekiyoruz? Yabancının yedeğinde dönenip duruyoruz Niçin?... 

Kurtuluş Savaşı felsefesinin üstüne temellenen Türk devrimi, Türk aydınlanmasına ve çağdaşlaşmasına ilişkin düzenlemeler dizisidir: Ülkeyi padişahın mülkü olmaktan kurtarıp yurt; insanımızı padişahın kulluğundan kurtarıp yurttaş yapacaktı. Bilimi kılavuz edinmişti. Laikti. Sanayi devrimine yönelmişti. Bu çağcıl özlem ve yönelmelerin, kâğıt üstünde kalmaması için` önce onun insanını yaratmak, yetiştirmek gerekti. Ki gerçek demokrasinin toprağı hazırlansın. Kendisini işletecek, koruyacak insanı olmadan, hiçbir düzen ayakta kalamazdı. Bu yüzden Öğretim Birliği Yasası’yla (3 Mart 1924) (kimileri ikili der) dörtlü zihniyetle insan yetiştiren eğitime son veriyor, çağcıl düşünceli insanını yaratmaya çalışıyordu Cumhuriyet.
 
Ülke yoksul, devletin olanakları kıt; halk bitkin ve yorgundu. okur -yazarlık oranı düşüktü.  Kaldı ki çağın düşün- celerini kavratmak... Hele köylerimizde, okur-yazar sayısı yok denecek kadar azdı. Köyler Orta Çağın karanlığın daydı: Hayatı, Etiler Çağı’ndaki gibi kağnı, kara sapan, turşu, fasulye bulgurdan öteye geçemiyordu. Nüfusun %80”i böyleyken nasıl çağdaşlaşabilirdik, devrimleri kökleştirip demokrasiye geçebilirdik? Köy Enstitüleri, bu  gereksinimden doğmuş, ulusal  eğitim kurumlarıydı.

O domatesin bile kızarmadığı bozkırlarda kurulmuş Köy Enstitüler’inde Öğrenciler; barınacakları binaları yapıyor. içecekleri suyu uzaklardan getiriyordu. Tarlalarda ürettikleriyle doyunuyor, bahçelerde yetiştirdikleri meyveyi yiyordu. Marangoz, demircilik, yapıcılık atöl -yelerinde çalışıyorlardı. Elektrik santralının başında, traktörün üstünde öğrenci vardı. Bir yan dan üretiyor. Bir yandan yaparak öğreniyorlardı. Örneğin Pisagor teoremini kitaptan değil, kurmaya çalıştıkları bina temelinin bir köşesinden ötekisine çaprazlamasına gerdikleri ipin üzerinden öğreniyorlardı. Yaşamla bire bir yüz yüze idiler. 1936-47 döneminde (on yıl) Köy Enstitüleri’ne. resmi bütçeden ayrılan ödenek elli milyon liradır, bunun da beş milyon lirası personel ücreti. Örnekse. 1947 yılında 21 Köy Enstitüsü`nün ödeneği 24.831 lira. (Bununla bir kibrit alamazsınız bugün.) Bir Köy Enstitülü öğretmen. beş yılda. devlete 588 liraya mal olmuştur.

Oralarda hem birer meslek erbabı, hem çağcıl bilgiyle donanımlı olarak yetişiyorlardı. Gittikleri köylerde yalnız eğitim öğretimden sorumlu olamayacaklar: köyü içinden canlandırmak. orasının üretim biçimini değiştirmek. halkı bilinçlendirmekle görevliydiler. Türk devrimi köylere ulaşacak. çağdaşlaşma kırsala indirilerek temel ve yaygınlık kazanacak. asıl sahibini bulacaktı. Köy Enstitülü öğretmenler, aynı kaynağın çocukları oldukları için, köyün çetin koşullarından yılmıyor, zorluklarına katlanıyorlardı. Görev. analarını-babalarını kurtarma davasıydı onlar için.
'1940’ların kıraç köylerinden gelmiş Köy Enstitüsü öğrencileri  böylesine kapsamlı ve zor işi, hangi donanımla gerçekleştirebilirdi? Onlar demokratik anlayışa erişebilmişler, sorumluluk bilincini kuşanmışlar mıydı? Üretici, yarara dönük iş içinde yetiştikleri için pratik becerileri artmış, her koşulda kendilerine yeter duruma gelmişlerdi. İş eğitimi. onların kendilerine güvenini artırdığı gibi, başkaları tarafından kabul edilecek kişi konumuna getir -miş, bağımsızlık kazandırmıştı. Bu kadarına sahip olmak,  onları, sadece iş erbabı düzeyinde bırakırdı, yetmezdi. Köy Enstitülerin’de Türk edebiyatının seçkin eserleri yanında. Hasan Ali Yücel’in  öncülüğüyle çevrilen dünya klasikleri okunuyordu. Düzenin hoşlanmayacağı yayın lar da giriyordu Köy Enstitüleri’ne. Okuduklarıyla kafaları besleniyor, yürekleri inceliyordu. Bilir misiniz, özgecilikten not alırdı Köy Enstitüsü öğrencisi. Bu okumaların. böylesi notların altında yatan` daha da insanlaşmaktır. Evrensel değerleri algılar duruma gelmişti Köy Enstitü lüler. Köy Enstitüsü, öğrencisini diploma verip bırakmazdı. Marangozluk yapıcılık, tarım, demircilik, arıcılık, hayvancılık kooperatifçilik gibi hangi dersleri okuttuysa onun avadanlıklarını da verirdi öğrencisine, köyde örneklik etmesi için . Bunlara meslek kitaplarını. sosyal içerikli kitapları` yasaları` sözlükleri eklerdi ve köy öretmeninin çalışmasını yerinde denetlerdi. Gerektiğinde yazları yeniden yetiştirme kurslarına alrdı. Köy Enstitüleri’de okulun yönetimine öğren- ciler ortaktı,öğretmenler kadar  sorumluydular işleyişten. 15 günde bir, bütün Enstitü  o 15 günlük çalışmasını tartışırdı.Bütün kadrosuyla.Orada eleştiri oklarından. kimse kendisini kurtaramazdı.O 15 günün ortasında kalan cumartesilerde halk türküleri söylenir, fıkralar anlatılır öğrencilerin yazdukaları da içinde olarak temsiller verilirdi.Ulusal kültür kaynak arıyla evrensel değerler emiştirilirdi. Her sabah. bütün enstitü. ulusal türkülerin eşliğinde halk dansları oynardı meydanlarda.
 
 

Böyle bir eğitim sürecinden geçen insan:

- İş içerisinde yarara dayalı eğitimden düzgülü gelişme,

- Yönetime katılma. sorgulama ve sorgulanma bilincini.

- Yaşamını kendi kültür değerleri üzerinden yücelme

- Dünyanın ülkenin gidişinden haberli  olma.,

- Özel ve genel çevresindeki sorunları bilip. Onun sorumluluğunu taşıma payını almış olacaktı
elbet.

- Daha öğrenciliği sırasında demokrasiyi yaşayarak öğrniyor,

- Eleştirel düşünüşlü kişilik kazanıyordu.

Böyle bir kişilik modeli duruk düzene, yüzyılların uykusundaki  topluma yadırgı düşüyordu.  Dünün kara-kuru oğlanlarının. başı  yazmalı kızlarının toplumsal sorunlara burnunu sokması gidişi eleştirmeleri düzeni rahatsız etti. Köy Enstitüleri’ni kuran parti de pişmadı köy Enstitülerini kurduğu için. Uslu yurttaş değillerdi değillerdi bunlar.So-ruyori sorguluyor duruk yapıyı sarsıyorlardı.  Köy Enstitüleri kapatılmalıydı.
 
1940"lara doğru İtalya ve Almanya`da faşizme taban hazırlanırken, Köy Enstitüleriyle tabandan-köyden başlayarak demokrasinin alt toprağını hazırlamaya yöneldiğimizin farkına varmadı varmak istemedi yönetim ve siyasa. Uslu insanların uykusundan yararlanarak emeği belli kesime sağmayı yeğledi, dinsel duyguları gıdıklayarak oyunu artırma yolunu seçti.  Politika dine ayarlandı, komünizm öcüsü yaratıldı.Sosyalist eğilimler insafsızca bastırıldı.Fa-şizan örgüt ve düşüncelerin önü açıldı. sürekli. Öğretim Birliği yasası tersine çevrildi, bütün
Okullar imam hatipleştirildi.Gele gele geldik bugünlere.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çağdaş, laik eğitim dizgesi tersine çevrilmemiş  Köy Enstitüleri en azından bir on yıl daha kapatmamış olsaydı; kendi içinden üretim ilişkileri biraz daha  geliştirilmiş , kafa dünyası biraz daha açılmış köylünün politika avcılarının  avı olması mümkün müydü? Köyler` kentleri kuşatarak bir insan çangılına döndürebilir miydi? Ülke baştan başa köylüleşir miydi? Uyanan halk gelip geçici önlemlerle uyutulabilecek miydi? Ögütsüzlük, hukuksuzluk, yabancıdan medet bekler olmak, böylesine yoğunlaşacak mıydı? Halkın mevcut dokusu bu kadar yozlaşacakmıydı, yoksa evrime yatkın mı olacaktı?  Sorularını  sorduğumuzda köy Enstitülerinini, en azından onun  eğitim misyonunun yitirilişinin, çok acı  sonuçlar getirdiğini düşünmek zorunda kalıyoruz.

Elbette, her şey salt Köy Enstitüleri’ne bağlı değildi. Ancak demokrasi. İnsanıyla vardır. Onu tanımayan, onun değerlerini tatmamış, bilincini kuşanmamış insanla demokrasi işletilemez. Reformunu, rönesansını yaşamış, geçmişteki sömürü kaynakları tükendiği için yeni pazarlar arayan, stratejik alanlar kollayan  çevrelerin güdümüne düşmekle insan hakları  uygulanamaz, özgürlükler yaşanamaz, nimetler hakça bölüşülemez öyle. Yolumuz, çok uzun ve çetin.
 
Demokrasi; hak, hukuk, bilim, özgürlük, ödev, sorumluluk,esenlik paylaşımıdır,çağcıl evren-el değerlerde ortaklaşanların düzenidir.  İçi boş, bütünü gözetmeyen, salt bir  kesimin türküsünü söyleyenlerin değil. Hele örgütsüzlerin, uyuyanların hiç değil. Evet, ekonomi, sanayi, soysa adalete dayalı` laik düzen olduğu kadar, onun eğitiminden geçmiş bireylerden alır diriliğini onların bilinciyle işlerliğini korur.

Toplumsal yönetsel yapımızı, Kurtuluş savaşı olgusunda Mustafa Kemal düşünüş ve mantığı  üzerinden evriltmeyi, sağımız da solumuz da ihmal etti gibi geliyor bana ne dersiniz?

Çağcıla  yönelik eğitimden vazgeçmekle, Köy Enstitüleri’ni kapatmakla, demokratikleşme sürecin ket vurduğumuzun ayırtına varabildik mi?
 
 
 
 
 

 

MÜDAFAA-İ HUKUK Dergisi Köy Enstitüleri Özel Sayısı
Sayı:20, Sayfa.:7-59- 31 Mart 2000

 

 

 
 
 
 
 
 2-

ÖMRÜ KISA, TARTIŞMASI UZUN BİR EĞİTİM DİZGESİ:

KÖY ENSTİTÜLERİ

 

61 yıl sonra niçin Köy Enstitüleri?

 

Köy Enstitülerinin 1940”da açılıp 1954’te kapatılması, o olgunun yasal yanı. Gerçekte köy enstitülerinin ömrü 5-6 yıl (1940-1946). Uzun yıllardan sonra niçin köy enstitüleri tartışılıyor, gündemden düşmüyor? Hele son yıllarda, köy enstitülerine ilginin artması neden? Köy enstitüleri birer ortaöğretim kurumuydu. Öğrencileri l940” ların köy okullarından alınmış köy çocuklarıydı. Öyle akademik/bilimsel öğretim kurumları da değildi köy enstitüleri. Öğretim elemanlarının da yeterli olmadığı, bilinen bir gerçek. Köy enstitülerinden yetişenler, topluma yön verici konumlara çıkarılmadılar hiç; inadına dışlandılar, izlendiler, irdelendiler, kovuşturuldular, suçlandılar. Bu kurum- lara, bu denli ilginin nedeni ne? Kuruluşunun üzerinden 61; kapatılışının üzerinden 47 yıl geçmiş, hâlâ gündemden düşmemiş, böylesi bir kurum örneği var mı?

 

5-6 yıl, ancak kuruluş/kurumlaşma aşaması olabilir. Ama bu yılların verimi; 60’tan çok eli kalem tutan insan, bir o kadar bilim adamı, sanatçı, siyasacı. Ve bunların içinden 18.839 öğretmen, 1.599 sağlık memuru ayrıca 8.675 eğitmen... Köy enstitülerinden yetişenler, Türk yazınının coğrafyasını, yönünü etkiledi. Hep diri kaldı. 50 yıllık engelleme, onları sindire -medi. Neydi köy enstitülerinin, oradan yetişenlerin gücü? Önceleri, onları korumayan toplum katları, niçin şimdi köy enstitülerine sahip çıkıyor, köy enstitülerini arıyor? Köy enstitüsü çıkışlılar, horlanmalarına karşın, nasıl kendilerini ayakta tutabildiler? O kadar güçlü ve etkili miydiler? Yoksa, bu ilginin altında; Kurtuluş Savaşı felsefesinin eğitim kurumlarına özlem, günümüzdeki çarpık eğitim düzenine tepki mi yatıyor?

 

Köy enstitülerinin ana toprağı:

 

Daha Kurtuluş Savaşı sürerken (Nisan/ 1921), Mustafa Kemal, Ankara°da eğitim şûrasını (eğitim danışma kurulunu) toplamıştı. Düşman denize döküldüğünde (9 Eylül 1922), askerî başarının yetmediğini, asıl kurtuluşun bundan sonra başlayacağını imliyordu. Kurtuluş Savaşı özgörevinin (misyonunun) üstüne temellenecek Türk devrimi, nasıl yaşama geçirilecekti, çağdaş uygarlığın üstüne çıkabilmenin yolu yöntemi neydi?

 Eleştiriye kapalı toplum, eleştirel düşünüş kazanmalı,

 Ümmet toplumu, yurttaşlık bilincine kavuşturulmalı, birey kimliğini kuşanmalıydı insanımız.

 Kültür çevremizi değiştirip, çağdaş kültürle ulusal kültürü emiştirerek ulusal kimliğimizi yüceltmeliydik,

 İlkel tarımdan, rasyonel (usa dayanan) üretime yönelmeliydik.

 Sanayi devrimini gerçekleştirerek, demokrasinin itici gücüne kavuşmalı, yurdu bayındır, insanımızı mutlu kılabilmeliydik.

 Ondan sonra oligarşik yapıdan eksiksiz demokrasiye geçebilirdik.

 Bu isterler yasayla, özlemle yaşama indirilemezdi. Çağın insanını yetiştirmek gerekirdi. İnsanı

değiştiren dönüştüren, ona sorumluluk kazandıran, haklarını koruma bilinci aşılayan, toplumsal kişiliğini oluşturan eğitimdir.

 Atatürk: “Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasına üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygar bir zevkten çok, yaşamda başarılı olmayı sağlayan, geçerli, uygulanabilir donanım ve güç durumuna getirmektir. ” Diyordu. Ve ekliyordu: “Türkiye Cumhuriyeti 'nin temeli kültürdür “:Kültürleşecek, uluslaşacaktık önce. Düşüncemizin kirizmasını yapacaktık, bilimi kullanacaktık eğitimle edineceğimiz bilgi ve bilincin yöntemleriyle...

 

Klasik ve çağdaş eğitim anlayışı:

 

Klasik anlayışa göre, eğitimle geçmişten geleceğe doğru uzanan bağın kopmaması sağlanır; kendi onurunun ve toplumsal ödevlerinin bilincine varmış insan yetiştirmeye çalışılır.

 Ancak geçmişten geleceğe doğru uzanan bağın, onur kavramının yenilenmesi, toplumsal ödevlerin gözden geçirilmesi, ödevin karşısına bir de hakkın konulması gerekiyorsa ne olacak? Geçmişte dünyayı, kendisine göre biçimlendiren, uygarlığı yaratan, teknolojiyi geliştiren insan değil midir? İnsana, yeni bir uygarlık, yeni bir teknoloji gerekiyorsa, yeni davranışlar takınmak durumundaysa... Öyle bir insan tipi yaratılmalıdır ki;gereksin- melerini karşılayabilsin, esenliğini sağlayabilecek dünyayı yeniden kurabilsin. Böyle bir insanın kesenkes özgür düşünceli, sorgulayıcı kendine güvenli, yapıcı ve yaratıcı olması gerekir. Böylesi insan ders kitaplarından çıkarı- lamazdı. O halde eğitim, yaşamın içinden kaynaklanmalı, insanın yararına, ülkenin gereklerine uygun olmalıydı. Ancak böylesi eğitimden geçen insan, koşullarıyla boğuşa boğuşa, hem gereksinmelerini giderebilirdi, hem de kendi kişilik modelini yaratabilirdi. Konum ve koşullarının gerektirdiği donanım ve beceri sahibi olabilirdi.

 

 Niçin köy enstitüleri?

1940 lara doğru, ülke nüfusunun % 80 i köylerdeydi. Köy Etiler çağını yaşıyordu: kağnıydı kara sapandı kullan- dığı; yediği bulgur pilavı, turşu, kuru, fasulyeydi. Türkiye ekonomisi ilkel tarıma dayalıydı. Yurt kalkınması, köy kalkınmasıyla özdeş sayılıyordu. Tabanı biçim  kazan mamış devlet, olabilir miydi? Orada uygarlık yeşertilebilir miydi? Tepesi ne kadar gelişmiş olursa olsun, altı uygarlıktan nasibini almamış, ortaçağı yaşayan toplum, çağının nimetlerin den yararlanabilir miydi? Dipten, köyden başlayacaktınız eğitime, kültürleşmeye, uluslaşmaya.

Cumhuriyet, varlığının temeli, Kurtuluş Savaşı’nı omuzlayan adsız kahramanlarına (köylülere) borçluluk duygusu içindeydi. Kendisini tamamlamak zorunda olan Cumhuriyet’ in sürekliliği için, onun ilkelerini kavramış yurttaşı yetiştirmek zorunluydu.

Geçmişten gelen eğitim dizgesi, Cumhuriyet’in isterlerini karşılayamıyordu. Ülke ve devlet yoksuldu. Nasıl eğitim modeli bulunmalıydı ki; hem gideri az olsun, hem Cumhuriyet çağdaş insan tipine kavuşsun, varlığını sürdürebil- sin, çağını yakalasındı. Kentlerdeki eğitim, köye göre ileri aşamadaydı, ama köyler?... Dilsizin dilinden, en iyi sahibi anlar “ Düşüncesinden hareketle, eğitimi yaygınlaştırmaya köylüyle köyden başlanılmalıydı. Köyün, kendi içinden canlandırılıp kalkındırılması, yurt kalkınması bakımından bir dayatmaydı. Köyden alınıp yetiştirilecek insanlar, doğup büyüdükleri yere dönmeyi yüksünmeyeceklerdi. Köyün maddî, manevî çehresini değiştireceklerdi. Köylü derneşecek, üretim biçimini değiştirecek, zihinsel açılım kazanacak, demokratik yaşayış isteği, dipten tepeyi zorlayacaktı. Sonra ulusal düzeyde çağdaş değerler paylaşılacak, birlikte hoşgörüyle, birbirine katlanılarak yaşanacaktı.

Rönesans, reformdan geçmiş, bilimsel düşünüşü kazanmış Avrupa’nın İtalyası”nda Mussolini ile, Almanyası’nda Hitler ile, l940`lara doğru faşizmin temelleri atılırken, Türkiye eğitimle demokrasinin alt toprağını hazırlamaya çalışıyordu. Cumhuriyet iyice kurumlaşacak çağdaş kimliğiyle dünyadaki saygın konumunu pekiştirecek, buradan uzanacakı ilerisine.

 Köy enstitüsü öğrencilerinin niteliği:

 Köy enstitüleri, sosyo/kültürel özelikleri göz önünde tututularak, yurdun 21 bölgesine kurulmuştu. Öğrencileri, aşağı yukarı, aynı bölgenin çocuklarıydı. Arılarında ufak tefek kültür farkları var görü,lüyorsa da. Hepsinin temelinde Anadolu  kültürünün, anlayışının` tavrının ortaklığı yatıyordu. 1930’ların çocuklarıydılar, o yılların, yoksul köylerinden geliyorlardı. İlkin, yoksulluğun ortak dili, onları birbirine bağlıyordu. Birbirlerini kıskanacak, yerecek halleri yoktu. İyi koşullara susamışlık, kendisini bulma, yüceltme özlemi yatar yoksulların içinde. Yeniliklere, güzelliklere, iyi olanaklara azgın bir istekle yönelen çocuklardı bunlar.

Verilecek olanı, itirazsız kabule hazırdılar. Bir de verdiklerinizi sindirmesini kavratırsanız onlara, iş kolaydı, eğitilmeye elverişliydiler. Öğrenciler aynı kaba boz giysileri, aynı asker postallarını giyiyorlar, aynı yemekhanede aynı yemekleri yiyorlar, aynı yatakhanede yatıyorlar, aynı kitap defter, kalemi ortaklaşa kullanıyorlardı. İşe giriştiklerinde, ellerindeki araç aynıydı. Kimsenin ayrıcalığı, üstünlüğü yoktu ötekisine. Hele öğretmenleri, uygula- nan eğitim, onlara içtenlikle yaklaşınca, bu öğrencileri aynı amaçta birleştirmek kolaydı.

Köy enstitüsü öğretmenlerinin işi zor değildi öyle;

Gerçi öğretmenler kent kökenli, kentte yetişmiş insanlardı  köy enstitülerinde bozkırı yaşıyorlardı. Ama öğrenci haylazlığı, veli diretmesiyle karşılaşmıyorlardı.. Yönetim onları kösteklemiyor, destekliyordu. Üstelik öğretmeni, öğrencisi, Cumhuriyet’e inanıyor, onun coşkusunu taşıyordu, kurtuluş heyacanından gelen. Öğrenci, teknik olanaklardan yoksun, verimsiz, hem de zahmetli bir iş yaşamından çıkıp gelmişti, köy enstitüsündeki daha teknik, daha verimli iş yaşamına. Buradaki koşullar daha çetin değildi. Üstüne üstlük, buradan donanımla, statü. (saygınlık) kazanımıyla köyüne dönecekti. Köylü çocuğunu, öğretimin yanında işe sürmek, duraksama, yadırgama yaratmıyordu. Öğrenci öğretmenini, yeni çevresini beğenmeyecek yapıda değildi. Zaten kendilerini yüceltecek başka kapıları da yoktu. Bir çeşit zorunluydular. Bunlar aynı edimde, aynı amaçta kolay birleşebilirlerdi. Öğretmenleri, onlar için imrenilecek birer modeldi. Dahası, bu çocuklar, belki kimi bakımdan geriydiler, ama kirlenmişlikleri yoktu. İlkel saflıkları içinde, almaya hazırdılar öğretmenlerinin önünde. Köy enstitülerinde öğrencileri, bir yandan üretime sokup (çalıştırıp) kendi gereksinimlerini karşılatarak, öteyandan kafaca eğitmeye/donatmaya çalışmak, engeli çok az bir işti.

Köy enstitülerinde eğitim:

a) Yarara dönük iş içerisinde:

 Köy enstitüsü, köyün gerektirdiği bilgilerle donatılmış insanı (meslek erbabını) iş içinde yetiştirmeyi ilke edinmiş bir eğitim kurumuydu. Yetiştirilecek insan; kafaca donanmış olacak, yaşama atıldığında kazandığı becerisiyle gereksinimlerini, başkasının yardımı olmaksızın, karşılayabilecek; çevresine de bu niteliğiyle önderlik/örneklik edecekti. ,Köy, kendi içinden canlandırılacaktı. Yüzyıllardan bu yana uyuklamaya bırakılmış, kör koşullara hapsedilmiş insan kaynağı, kendi benliğinin, gücünün ayırdına varacak, gücünü kullanmayı bilecekti. Dolayısıyla yurt kalkınması, kökten, kırsaldan başlanarak sağlanacaktı.

 Köy enstitülerindeki eğitim ve öğretim, klasik modelden çok ayrıydı: Hayvancılık, balıkçılık tan arıclığa  kadar yaşamın gerektirdiği çeşitli dersler vardı. Öğrencisi, salt ders kitabına bağlı değildi. Örnekse Pisagor teoremini, kendisini barındırmak için kuracağı binanın temelini atarken, bir köşeden bir köşeye çaprazlama gerdiği ipin üçgeniyle öğreniyordu. Doğa güçlerinden söz edilecekse, kuru bilgilerle yetinilmiyor; değirmeni çeviren suyun başına gidiliyor, fırtınanın kırdığı dal inceleme konusu oluyordu. Tarlayı ekip biçen, ürünü deren öğrenciydi. Elektrik santralının başında, traktörün üstünde, demircilik, marangozluk  atölye lerinde öğrenci vardı. öğrenimle yaşam iç içeydi, sağlanan yarar, çalışana yöneliyordu.

 İş yapan üretir, kendisine güveni artar. İş becerme, bir gönenme kaynağıdır. Üretenin  kendisine  saygısı çoğalır. Başkalarının yaptığına bağımlılığı azaldığı için, özgürleşir. Yarar sağladığı ötekiyle arasındaki bağ güçlenir, onlar- dan kabul görür, aranan ve sevilen birisi olur. Yaratmak, çoğaltmaktır, yeni bir dünya kurmaktır. İş; kişilik kazanmanın ve toplumsal  geliş me içinde kenetlenmenin baş etkenidir. Üretimin tadını alan kişi, bir kez durdu mu; hızla dönen değirmenin dönüşü gibi, boşlukta kalır, anlamsızlaşır. İş içerisinde kişilik kazanmış birisi için durmak, yitmektir, ölümdür. Özüne saygısını yitirmemek için, işlevini sürdürmeye zorunludur artık. Üretirken kendisini ayakta tutacak, ötekilere olumlu Örneklik edecek; özüne saygılı, bağımsız kişiliklerin yetişmesine katkıda bulunacaktır. Bu noktada bir özün, bir anlayışın yargılısıdır artık. Öğreti ve anlayışının engelleriyle savaşmak, onun için kaçınılmaz bir görev olur.

 Köy enstitü’leri, salt iş eğitimine dayanmış olsaydı, yalnız iyi birer meslek erbabı  yetiştir -mekle kalırdı. Özgür kişilik modelinin bir yanı eksik düşerdi.

 b) Devlete, ulusa yük olmadan: (10 yıl) köy enstitülerine devletin ayırabildiği ödenek

50.000.000 Tl.dir. Bunun da 5 milyonu personel ücreti. 1946 yılında 21 köy enstitüsünün resmi bütçeden payı 24.83 1 Tl. (Bugün için bir kutu kibrit parası değil). 1946 yılında 21 köy enstitüsünde, 5080 türde 589.600 iş üretilmiştir. Köy enstitülü bir öğretmen, beş yılda, devlete 588 liraya mal olmuştur. Domatesin zor kızardığı yayla kırını yeşillendirdi, bayındır kıldı, köy enstitüsü öğrencileri, teriyle, emeğiyle.

 c) Serbest okuma:

 İş içerisinde yetişenin savaşımcılığından söz ettik. Ama kafası beslenmemiş, yürekten devinim gücünü almamış savaşımcılık sürdürülebilir mi? İnancı bilinçle yoğrulmamış, düşünüş dizgesi bilimsele oturmamışın algılama, düşleme çapı ne kadardır? Köy enstitüsü, öğrencisini salt meslek erbabı düzeyinde bırakmamak, kafasını donatmak, yüreğini inceltmek için, her öğrenciye, yılda en az 20 seçkin yapıtı okuma zorunluluğu getirmişti. Türkçe’ye çevrilmiş Doğu-Batı klasikleri, yerli/yabancı özgü yapıtlar okunur, tartışılırdı. Yayın yasağını duymamıştık, her türlü yayın girerdi köy enstitülerine. Sınıflar duvar gazetesi, köy  enstitüle -rinin çoğu dergi çıkarırdı. Okuduklarımızla kafa çapımız genişliyor, insan ve düşünce coğrafyamız boyutlanıyor, yüreğimiz inceliyor; dünya kültürüyle emişiyor, evrensele yöneliyorduk.

 d) Kültürel beslenme ve kaynaşma:

 Cumartesilerin birinde, bütün enstitü, topluca eğlenirdi: Fıkralar anlatılır, temsiller verilir, çeşitli  bölgelerin türküleri söylenirdi. Sabahları, derse girmeden önce, 800-1000 kişi birlikte ulusal oyuna dururduk, ulusal ezgilerin eşliğinde. Muzaffer Sarısözen”in köy enstitülerini dolaşıp, öğrencilerin ağzından halk türküleri derlediğini anımsıyorum. Yurttan Sesler program larına aldı bunları. Bugün okunan otantik türkülerimizin çoğu oradan. Gene anımsıyorum, Aşık Veysel, bir yıl bizim Akpınar Köy Enstitüsü’nde kaldı, onu dinledik Sınıflarımızda. Çıt çıkarmazdık, o çalar söylerken. Kültürel emişme, bütünleşme içindeydik: Köyünün sınırlarının dışına adım atmamış çocuklar, kendi dışındaki insan ve kültürle tanışıyordu. Ulusal kültürde birleşmeden pay alıyordu.

 e) Yönetime katılma:

 Araştırınız, köy enstitülerinde hizmetlilik (hademelik) diye bir kadro göremezsiniz. Enstitü hepimizindi, işini hepimiz kotarırdık. Kendi göbeğimizi kendimiz keserdik. Sınıf başkanını, kendimiz seçer, düşürürdük. Öğrenci örgütü vardı, okul yönetimine ortaktı. Örneğin erzak ambarının bir anahtarı nöbetçi öğretmende, ötekisi öğrenci başkanında olurdu. Okulun işleyiş ve denetiminde, öğrenci, öğretmen kadar söz sahibiydi. Öğrenci başkanıyken, bir yerde  okumaya dalıp kalmışım, nöbetçi öğretmen tek başına erzak ambarını açamamış da, yemek bir saat geç çıkmıştı...

Katılımcılığı, çoğulculuğu kitaplardan öğrenmiyor, yaşayarak özümsüyorduk. Demokrasi anlayışı, oradan girdi damarımıza.

 f) Sorma, sorgulanma:

 Öteki Cumartesi, müdüründen ustabaşına, bütün enstitü toplanır, 15. günlük yaşam elekten geçirilir, tartı'ya alınırdı. Hiç kimse, eleştiri oklarından kaçınma hakkına sahip değildi. Böyle toplantılardan birinde, sınıf arkadaşım Hüseyin Bey (soyadını anımsamıyorum, asker  kumaşından boz pantolonunu, yatağının altına baskılayarak hep ütülü tuttuğu için ona “bey” derdik) peynirlerin küfünden yakındı. Enstitü müdürü, özür bulamayınca (1945 'ti ,penisilin yeni girmişti bize)Penisilin de küften yapılıyor, o  kadar zararlı değil” dedi. Meğer, bizim Hüseyin Bey, yemekhanelerdeki küflü peynirleri toplayıp paketlemiş, getirip kürsünün üstüne bıraktı. “Müdür Bey, kaynananız hasta, bununla sağaltırsınız” deyiverdi. Hüseyin Bey, öğretmen olabilecek yetenekte değildi. 8. sınıftan sonra, enstitü, ona kendi kamyonunda sürücülük öğretti. Samsun Karayollarında işe soktu. Köy enstitülerinde insan harcanmazdı, her insanın bir işlevi olacağı bilinirdi.

 O toplantılara ilişkin bir anımı sunmak isterim. Çünkü benim yaşamımda önemli bir dönüşüm noktasıdır. Enstitü- nün kamyonundan düşen arkadaşımız öldüğü için, kamyona binmek yasaklanmıştı. Bir kış günü, okulun kamyonu Ladik ilçesine gidiyor. Baktım, herkes atlıyor kamyona. Sıtmalı, kara kuru, 1.41 boyunda bir çocuktum, ürkektim biraz. Ama o ayazda, herkes gibi, niçin binmeyeyim, en sonunda ben de bindim. İlçeye vardık. Sürücü yanındaki beden eğitimi öğretmeni, arkaya dolandı. Karoserden indirdiğinde, bir iki tokat atıyor, “Niçin bindin, yasak olduğunu bilmiyor musun?” diye basıyor azarı. En sona kaldım. “İn” diyor, inmiyorum. Çıktı yukarıya, tokatlayacak. Korku yürekliliğiyle iki koluna birden asıldım. Sırtımı karosere vuracak. Tekmelerimi nasıl salladım, bilmiyorum. İki bacağının orta yerine rastlamış. Büküldü kaldı. Atladığım gibi yandaki tarlaya girdim. Bir karış su. O giremez tarlaya cilâlı iskarpiniyle. Yarı belime kadar çamur içinde döndüm enstitüye. O akşam eleştirili toplantı yok mu. Orada olayı anlattım: “Öğretmen denen adam, öğrencisine böyle yapar mı?” sözüm üzerine, öğretmenimiz, “Müdür Bey, bana adam diyor, sövgüde bulunuyor: ” Diye yakınınca, nerden geldi dilime: “Adam değilse, sözümü geri aldım. ” Salonda bir kahkaha tufanı.

Bu olaydan ötürü ceza almadığım gibi, herkes  beni gösteriyor. “İşte bu çocuktu” diyor, biraz  övgülü söz ediyordu. Yüreklendim: Toplantılarda konuşmaya, duvar gazetesinde yazmaya başladım. Oradan dergilere.

 Özgürce eleştirmeyi, sormayı, buna benzer olaylardan geçe geçe özümsemiştik. Ne bilirdik, duruk topluma çıktığımızda bundan ötürü, düzenin “günah keçileri” içine dahil edileceğimizi?

 

Köy enstitüsü eğitiminden çıkan kişilik modeli:

 Böyle bir eğitimden geçen insan:

 İş içerisinde yararı dayalı eğitimle düzgülü gelişecekti,

 Yönetime katılma, sorgulama ve sorma bilincine ulaşacaktı,

 Yaşamını kendi kültür değerleri üzerinden yüceltecekti,

 Dünyanın gidişinden haberli- olacaktı,

 Özel ve genel çevresindeki sorunları bilip, onların çözümüne koşulacaktı

 Eleştirel düşünüş kazanacaktı elbet.

 Çağcıl birey katına ulaşmak demekti bu!

 Köy enstitülerinde bildiğimiz anlamda laboratuvar yoktu. Ama yaşam, ülkenin gerçek ve isterleri, bu eğitim dizgesinin laboratuvarıydı.

 Köy enstitüleri kapatılmalıydı(!):

 Böyle bir kimlik Ve özgörevle (misyonla) toplumun içine giren köy enstitülü kişilik modeli düzeni rahatsız etti: Dünün kara kuru oğlanlarnın, başı yazmalı kızlarının edim ve tutumu, yüzyılların uykusundaki topluma yadırgı düşüyordu. Halkın uyanışıyla çıkarı bozulacak çevrelerin huzuru kaçtı.

 Siyasa, duruk yapının tepkisizliğine dayalı dengesinin sarsılmasını istemiyordu. Onlar istemişlerdi ki, düzenin olduğu gibi işlemesine yararlı, uslu yurttaş yetiştirelim. Yurttaş yetiştireceksiniz de, bir düzeni değişimsiz sürdürmek için mi? Hitler”in,

Mussolini’nin de yurttaşı vardı. Yurttaşlıkla birlikte,  insanlık ailesinin bireylerini özleyenlere rastlamak, hasım görmek, gibi bir şeydi onlar için. Ne yapıyordu bu köy enstitülüler? Kabuğunu çatlatan civciv anasına benzemiyordu. Minik adımlarının açısını hesaba katmadan, evrensele dikmişti gözünü. Kendisini kuran siyasa içinde olmak üzere siyasal erk; demokra -siyi salt biçimsellik olarak görüyor, iktidarını oyla sürdürebileceğini sanıyor, oy için popülist tutum sergiliyor, dinsel eğilimleri gıdıklamaktan çekinmiyordu. 1924’te çıkarılan Öğretim

Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası tersine çevrildi. Kurtuluş Savaşı felsefesi üstüne temellenen çağcıllaşma çabaları tavsatıldı. Atatürkçü düşünüşün, çağdaş kavramlarının özü boşaltıldı, onlar sadece söylemde kaldı. Bu gidiş ve tutum, köy enstitülerinin kapatılmasını gerektirdi(!).

 Tek başına köy enstitüleri yeter miydi?

 Köy enstitüleri, Cumhuriyet eğitiminin kurumlarından bir tanesidir ancak, ülkenin o günkü koşullarına uygun, bize özgü bir eğitim dizgesidir. Köy enstitülerinin, eğitim seferberliğinin önü kesilmeseydi, 1955 yılında (bundan 46yıl önce) okulsuz köy kalmayacaktı. Yurttaşların tümünü okuryazar yapmak yetmezdi elbet. Sanayinizle, teknolojinizle, öteki ve üst kurum -larınızla düzeninizi sağlamlaştırmanız gerekirdi. Ulusal yapının tabanı, yurttaşlık bilincini kavramaya başlamış, kendi içinde derneşmiş, üretim biçimini değiştirmiş halk olmalıydı. Köy enstitüsü uygulaması, eğitim seferberliği, kalkınmaya ve çağdaşlaşmaya gidişin ana yolların dan birisiydi. Türkiye’deki demokrasinin biçimsel kalmasının, içinde yaşadığımız açmazların temelinde; kendi sanayi ve teknolojisini kurama- mak, demokratik bilinci kazanmış insanı yetiştirememek, birey kimliğine ulaşmış , insandan yoksunluk yatar. Köy enstitüleri özlenen oluşumu yaratacak ekinsel araçlardan birisiydi. Köy enstitülerinin  önemi burada işte! Köy enstitülerinin işlevine son verilerek, Cumhuriyetçi eğitimin, çağcıla evrilişin ayaklarından birisi kesiliyordu.

 Yeniden köy enstitüleri mi?

 Dünya değişti, çağ değişti, insanlığın isterler değişti. Köylülük, ilkel yaşam biçimidir; köy, rıza toplumudur. Önünü açmazsanız, elindekiyle yetinir. Bugün, artık köylü de köylülükte kalmak istemiyor.Kentin, çağın nimetlerini istiyor. Bunlara ulaşmak için, sadece bir özentiyle kentleri kuşattı, kentler köye dönüştü. Türkiye, baştan başa köylüleşiyor neredeyse. Kent sadece büyük binaların güneşi kestiği, ticaretin işlediği, eğlence yerlerinin bulunduğu yerleşim birimi değildir: Siyasayı belirler, eğitime yön verir, kültürün oluşum, gelişim ve işleyiş odağıdır. Kültürünüzün korunduğu, evriltildiği yerdir. Gereken,istenen  ülkeyi yeniden köye dönüştürmek olmaz elbet. Ülkenin bütününü gerçek kent kimliğine çıkarmak, insanını, gerçek kent düşünüş ve yaşayışına ulaştırmak-tır.

Kuruluşundaıı 61 yıl, kapatılışından 51 yıl sonra köy enstitülerine duyulan özlemi sadece bir evrenin verimli eğitimini saygıyla anmak, değerbilirlilik değil; onun eğitim özgörevinin (misyonunun) bütün eğitimimize uygulanmasını istemek, biraz da Cumhuriyetçi, çağcıla yönelik felsefe ve amaçtan sapışa duyulan kırıklık olsa gerek.

 

 

 

 

 3-

 
 
ATATÜRK MÜNAFIKLARI
 
Müdafaa-i Hukuk S:37 Eylül 2001
 
 
Türkiye, Kurtuluş Savaşı felsefesinden yozutmanın, Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru anlayıp algılamayışın açmazını yaşıyor. Ulusal bağımsızlığından İMF’nin kapılarına düşüşün sancısında. Ülkenin, dört bir yanında Müdafaa-i Hukuk ruhu canlanıyor. Yeniden Mustafa Kemal’i yaşama özlemindeyiz. Cumhuriyetin atılımlı yıllarını arıyoruz. Bizi yeniden onurlu konumumuza döndürecek olan Atatürkçü düşünüş, Mustafa Kemal yolu.

Türk devrim ve aydınlanmasından saptığımız için, yabancının yedeğine düştüğümüzü, onun buyruğuna boyun eğdiğimizi anlar gibiyiz. Ancak aynı anlayışı yeniden yaşamamak için, laf Atatürkçüsü ile Atatürk münafıklarını iyi seçiklemek, kurtuluşcu adımlarımızı ona göre ayarlamak zorundayız. 
 
Herkes Atatürk’le ilgili

Darbecisinden ikiyüzlü politikacısına kadar herkes Atatürkçü sözde. Köktendinciler de Atatürk’le ilgili eksi yönden. Çünkü, onun kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne kan davası açmış, siyasasını bunun üzerine kurmuş.

Anayasanın 1. maddesinden 7. maddesine kadar O’nun kurduğu devletin ilkeleri sayılıyor. Eğitim öğretim yasalarında Atatürk ilkelerine bağlı kalınacağı yazılı, devriminden söz ediliyor. Ama bu temel yargılara ne kadar bağlı kalınmış, gerçekten Atatürk’ü anlayabilmiş miyiz, onun yolunda yürüyebiliyor muyuz? Ulusu adına ‘bağımsızlık benim karakterimdir’ diyen Atatürk’ten İMF kapılarında dilenmeye, bağımsızlıktan yozutmaya nasıl geldik?
 
İçten-dıştan tökezletmelere karşın, doğrudan Atatürk’ü inkar edemiyorlar. Bütün kağşatma yeltenişlerine karşın, Atatürk’le biçimlenen yaşamımızı, bütünüyle gözden çıkarmaya güçleri yetmiyor. Niye birileri, söylemde Atatürk deyip, O’nun yaptıklarını kemirmeyi iş edinmiş?
 
Çağını delen adam
 
20. yüzyılın başında Mustafa Kemal’le tarih sahnesine çıkanlardan kaçının adı anılıyor şimdi? Hangilerinin yaptığı anlaşmalar yürürlükte? O günden bu güne ne kadar yönetim biçimi ve hangi sınırlar değişti dünyada? Hangilerinin ilke ve ön görürlüğü geçerliliğini sürdürüyor? Hangisinin kurduğu devlet düzeni, hem de yönetenleri- nin bütün hayınlıklarına karşın, genel yapısı koruyabiliyor? Atatürk bizden ayrılalı 63 yıl olmuş, niçin Türk halkı Atatürk’ü özlüyor? Var mı dünyada bunun başka bir örneği?... Binlerce yıllık alışkanlığını, yaşam düzenini, giyimini kuşamını, yazısını, devletin dilini değiştirdiği halde, bu halkın Atatürk’e bağlılığının altında yatan ne?
 
O, ulusun özüne, duyarlılığına dayanarak dünyanın ilk bağımsızlık savaşının öncüsü oldu, ulusunun özlemlerine, yapısına uygun bir yaşam düzeni yaratmaya koyuldu. Halk dalkavukluğu yapmadı, halkını sarsarak uyandırdı, kendisini kendisine getirdiği için, halk onun devrim sarsıcılığından gocunmadı. Hep birden ardına düştü kurtuluş savaşında. Yakılmış yıkılmış bir topraktan ülke yaratırken, bitkin, yorgun bir toplumu ulus kimliğine kavuşturur- ken, O’nu yalnız komadı. Atatürk’ün ölümüne dökülen göz yaşı dar göz yaşı, tarihin hiçbir döneminde, hiç kimse için dökülmemiştir. Yeryüzünde hiçbir insan, onun kadar ulusunun belleğine yerleşmemiş, hiç kimsenin özlemi, Atatürk’ünki kadar uzun olmamıştır/ olamayacaktır da… Niçin?
 
 Atatürk devrimine ket vurulmasa, Türk aydınlanma/ uluslaşma/ kültürleşmesinin önü kesilmeseydi; kaypak politikacı, halktan destek alabilir miydi? Sapıtmalardan ötürü, Türkiye halkına indirilemedi Atatürk devrimi. Ama halk, devrimin kendi mutluluğunu amaçladığını sezinlediği için, hala onun özlemini saklıyor yüreğinde.
 
 Atatürk, yalnız Türk ulusu için bir şans, bir tansık mıydı? ‘O insanlık idealinin eşsiz, yetkin bir örneğiydi.’ Tuttuğu yol, önce mazlum ulusların, sonra bütün insanlığın ışıklı yoluydu. Yaptıklarına bakınız, sözlerini okuyunuz: ulusları insanlık ailesinin bireyleri sayar, birleşmiş uluslar ülküsünü onda bulursunuz. ‘Yurtta barış dünyada  barış’, onun ana ilkelerindendir. Bilimi kılavuz edinmiştir. Bütün insanlığın esenliği onun ülküsüdür. Yalnız bizde değil, tüm dünyada sömürüsüz düzeni savunur. Bugün dünyanın bir çok yerinde kapitalist sömürgenliğe başkaldı- ranların yüreğinde, bilinçli ya da bilince erişilmemiş Mustafa Kemal felsefesi yatar. İlkeleri, öngörüsü çağını delmiş, bugün dünyayı para imparatorluğuna çevirişe karşı duranların nabzında atıyor. Atatürk evrensel bir değerdir. Onun ilkeleri bütün insanlık için geçerlidir de ondan çağını delmiştir.
 
 
Atatürk’ü anladık mı?
       O emperyalizmi yendi, ama emperyalist ülkelere düşmanlığa çakılıp kalmadı. Onun bilimini, teknolojisini, yöntemlerini, insancıl tutumla, bizim yapımıza uyarlayıp çağını aşmayı amaçladı. Kişisel tutkularının tutsağı olmadı. Her edim ve tutumuyla, hem kendisini hem çağını aşan işlere koşuldu. Kendi özel yapısıyla, yaptıklarını karşılaştırırsanız; o bir kişi gibi değil, bir ulusun üzerinden bütün insanlığın mutluluğuna koşulmuş barışsever, insansever, everensel bir buluncun (vicdanın) ta kendisidir. Mustafa Kemal, bir insandan çok, tarihin derinliklerin- den bu güne dirimini yitirmeyen, her yöyüyle insanlık özünü koruyan ulusumuzun ulusal özünün görüntüsü, simgesidir.bundan ötürü çıkmıyor, ulusun özleminden. O nedenle kapitalizmin saldırı hedefi ve evrensel mutluluğun ön açıcısıdır.
 
 Bizi ‘hasta adam’, sömürü alanı gören, ta Haçlı’dan kalan kinini eritememiş dış odakların, Mustafa Kemal yörüngesinden, Kurtuluş Savaşı felsefesinden bizi tezik tirme çabasını; onların çap tutumu, çıkar çatışması sayabiliriz de, ya kendimize ne diyelim?
 
“Atatürk’ü anladık mı?” derken, bunu bütünümüz için söylemedim. Çünkü hangi siyasal eğilimde olursa olsun, halkımızın, Mustafa Kemal’le biçimlenen yaşam düzeninden geriye dönüşe razı gelmeyeceğine inanıyorum.

 Atatürk’ten yozutmanın yükü kimde?
 
 "Dilsizin dilinden sahibi anlar" diyen halkımız, Atatürk'ü kendinden bir sahip saymış da, sevmiş. Atatürk de, kendisini ulusun evladı sayardı zaten, sık sık söylemiştir bunu. Atatürk'ün yolundan kim saptırdı bu halkı?
 
 * Hemen dış kuşatma ve kışkırtmalar gelmesin aklımıza. Ne diyor halk, 'El elin eşeğini türkü çığırarak arar'. Dışarısı bize ekmek, su taşıyacak değildi elbet. Ne yazık ki dünya çıkar çatışması üzerinde yürüyüp gidiyor, onu, bir geçelim. 
 
Dış güçler, Atatürkçü düşünüşün uzanacağı noktayı, sömürülerinin önünü keseceğini bildiği için, Atatürk'le aramızdaki bağı kesmeye çalışıyor. Bize düşen uyanmak, dönüp kendimize bakmak, kazanımlarımız üzerinden evrilmek değil mi? Yükü yabancıya havale etmekle bir yere varabilir miyiz? 
 
 * Yanlış olsun, doğru olsun, düşünceler, alışkanlıklar gömlek gibi kolayca değiştirilemiyor. Yüzyıllar içinde, çarpıtılmış din adına zihinlere perkitilmiş düşünüş biçimini, öyle birdenbire silemezsiniz. Atatürk devrimi başlamış, yarım bıraktırılmış bir devrimdir. Buna, "millete mal olmuş, olmamış" diyerek devrimlerden çark edişin baş işçisi kim? Dini politika malzemesi yaparak oy avcılığına çıkan, yanpirik iktidar tutsakları kim? Yasalara Atatürk adını koyan, Atatürk diye bangır bangır bağıran, gerçekte Atatürk'ten yozutan politikacıya, "hadi canım sen de, münafık" diyelim mi?
 
 * Atatürk devriminden sapışla evrim yolu tıkanan düzeni, yabancı reçetelerle değiştirmek üzere yola çıkan sivri devrimciler değil mi? Atatürk'e "burjuva milliyetçisi" diye saldırarak, gericilerin geçişine gedik açanlar? Onlar, kökeninden evrilmeyi kavrayamayışın, sadece dünyadaki devrimci şablonlara göre edime çıkışın yanlışlığını yaşadılar. Dün "Taş Mıstık" diyenleri, "Mustafa Kemal, 20.yüzyılın en büyük adamı" diyecek noktaya dönmek zorunda kaldılar, ay bacayı aştıktan sonra. Direnenleri kaldıysa da manda boynuzunda sinek. Sindirilememiş devrim özlemiyle atağa kalkanlar, bir dönem, Atatürk Münafıklığına takılmadılar mı? 
 
* Okyanus üzerinden icazetle (izinle) yönetime el koyanlar var ki, kökten dinciliği tescil eden (zorunlu din dersi, tarikatlarla pazarlık) onlar, şeriatçı karaçalıyı, dibini sulayarak yeşerten onlar. Bir de Atatürk nutukları atmak, onun gibi giyinmek kuşanmak soytarılığına düşmediler mi? Bakmayın onların çağdaş giyimli, ağızlı oluşuna, Atatürk münafıklığının bir iki ağababası, onlar arasından çıktı ne yazık ki... Hele ki, bu odak bütünüyle Atatürkçülükten yozutmadı. Bu arada siyasal çıkarlarını, sermayelerini çoğaltma hırsıyla darbe goygoyculuğu yapan aymaz politikacıyı, parababalarını unutmamak, Atatürk münafıklığını, asıl onlarda aramak gerekmez mi?
 
  "İhlas ile yola çıkanı" (ihlas'ın 4. anlamı müşteriyi aldatmak ve iflas) din tacirliğinin kervan başı değil miydi? Vurgun, soygun, sömürü  kapılarını genişleterek Cumhuriyetçi yapıyı, içinden kemirmedi mi yıllarca? Sonra "laikliğin güvencesi benim" aldatmacasıyla münafıklığını örtülemeye çalışmadı mı? 
 
 * "Düzen değişikliği", "toprak işleyenin, su kullananın" sav sözleriyle dağa taşa adını yazdıran, sonra "umud"u "unut"a dönüştüren, bu ulusun özlemlerini kullanıp siyasal payını çoğaltan, gericilerle "hülle"de buluşan, başka bir felsefesiz, bir başka şaklaban, dikalasından, münafık değil de ne?
 
 * Ya şu omurgasız, ulusallığı kuşkulu aydınımsılar!... Demokrasi ortak değerleri bölüşme, koruyup kollamanın hoşgörülü yaşam orkestrasıdır. Onda, uyumunuz, karşılıklı kabulden alır dengesini, barışını eşitlikten yeşertirsiniz. Bunun ortamında, insan haklarını, evrensel değerleri savunur, karşıtınızın da haklarını korursunuz. Bu gerçeği gözardı ederek, sözüm ona evrensel ölçütlerle gericileri korumaya soyundu, kavramların içeriğini kavrayamamış aydınımsılarımız. Şeriatçıların değirmenine su taşıyanlara, münafığın saf Asafı demez de ne söylersiniz?
 
 * Bir de ikinci cumhuriyetçilerimiz var, hani Fransa'da cumhuriyetler numaralanmış ya... (o Fransız Devriminin oluşum tabanını, gelişimindeki aşama ve kavgaları, bugününü, bilebilselerdi bari.) Her türlü olumsuzluğun faturasını Cumhuriyet'e, Mustafa Kemal'e kesmek kolay geldi bu efendilere. "Bilim adamıyım" dediler, "yazarım" dediler, avurtlarını şişire şişire ahkam kestiler, dibi delik. "İkinci" sözcüğüne tutulanlara sorsam, evdeki kirli Fadime'nin adını değiştirirseniz, dünya güzeli mi olur? Siz dünya tarihindeki sosyal oluşumları izlediniz, bizim tarih/gelişim maceramızı irdelediniz mi? İkincisini yeğlediğiniz Cumhuriyet'in nasıl kurulduğuna, yönüne yöntemine, doğrultusuna baktınız mı? Onun tökezletilmesi karşısında ulusal tavrınızı takındınız mı? Cumhuriyet'in Türk aydınlanmasının başlangıcı olduğunun ayırdında mısınız? Dünya'da her şey birbiri üstüne eklene eklene gelişir. Hazır, çağdaş bir sıçrama noktası varken, oradan ilerisine atlamada hangi kahramanlıklarınızı gördük? Cumhuriyet'e ters düşmüşseniz, sizi Atatürk münafıklarının dışına çıkarabilir miyiz?
 
 * Ah Atatürk çığırtkanları! Atatürk bir biçim midir, bir düşünüş yolu, bir yaşam felsefesi midir, anlamadınız. Ağzınızı köpürte köpürte kuru Atatürk nutukları attınız. Atatürk'ü yaşama indirmek, halka tanıtmak zor geldi size. Gazete sayfalarındaki, beyaz camdaki kışkırtıcı Atatürkçülük yetti size. Atatürkçülüğün eylem, edim, yaşam uygulaması olduğunu kavrayamamıştınız ki. Alnına vura vura insanları Atatürkçü yapma kabalığından çıkamadınız. Kaşımalarınız, kışkırtmalarınız, algılaması dar, özümsemesi eksik insanları, karşı saflara iteledi. Bilinçsiz fırtınanız, kendi üstünüze döndü. Bilinçle emişmemiş inancın, düşüncesiz coşkunun; karşınızdakilerin inaklı coşkusunun ters işleyişinden başka bir tutum olmadığını kavrayamadınız. Niyetiniz ne kadar  iyi  olursa olsun Atatürk münafıkları- nın alanını genişlettiniz.Tümünüzü, Atatürkçülüğü paravan olarak kullanan cambazlardan saymak istemem. Ama bilinçsiz sevgi çiçeğinin, ilk zorda kuruyacağını hatırlatmama izin veriniz.
 
 Soralım mı kendimize
    
Atatürk'ü doğru anlamak, onun yaptıklarını algılayabilmek için, dünyadaki sosyal gelişimleri inceledik mi? Bizim tarih içindeki serüvenimizi biliyor muyuz? Türk devriminin, aydınlanmasının nedenlerine, sonuçlarına baktık mı? Atatürk'ün büyük nutkunu her yıl bir kez okuduk mu? Onun söylev ve demçlerini inceleyerek, irdeleyerek, düşünüş yolunu, felsefesini algılamaya çalıştık mı? Atatürk eylem ve ediminin, bizim coğrafyamızın, sosyo-kültürel yapımızın özelliğine oturarak evrensel değerlere uzanan bir yaşam görüşü olduğunu kavrayabildik mi?
 Atatürk nutku atmak mı, Atatürkçü düşünüş mü?...
 Coşku, duygu Atatürkçülüğü  yetmez, bilinç Atatürkçülüğü!...
 
 
 
 
 
 
4- SÖZÜNE BAK, İNSANIN TANI *
    LAFLAR GAFLAR
 

5-SUÇU YIK BÜROKRASİYE
   DEVAM  ET GÖTÜRMEYE *
   Müdafaa-i Hukuk, S:35, Temmuz 2001
 
 
6- ULUSAL İMECE ZAMANI ŞİMDİ*
   Müdafaa-i Hukuk, S:39, Aralık 2001
   Afrodisyas Sanat, S: 4, Temmuz-Ağustos 2007
 
 
 
 
 
                                                      

 
 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
    
 
 

 

 
 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )