SES BAYRAĞIMIZ TÜRKÇE

SES BAYRAĞIMIZ TÜRKÇE

 

  

ANA SÜTÜMÜZ

Türkçe'm kadar  güzel çocuklarımıza

 

İpekten ince

Kılıçtan keskin

Yiğitten yiğit

Atadan öğüt

      Türkçe deyince

      Yaşamın dönencesinde

Bin bir çiçekte koku

Düşünceyi ince ince doku

Gelin duvağıdır ak

Çıkmaz'lara çıkak

        Türkçe deyince

        Söylemin incesinde

Sevginin gergefi

Düşünüş örgesi

Sağduyunun kanadı

Soyumuzun göbek adı

           Türkçe deyince

            Geleceğin güvencesinde

Kömür karasını bile ak'layan

Çözümsüzü, çetrefili yok'layan

Kirlenmemiş su

Bilimlerin en doğrusu

            Türkçe deyince

            Özümün derincesinde

Tan yerinden temiz

Ulusal kimliğimiz

Türklüğün omurgası

Dünya durdukça durası

            Türkçe deyince

            Tarihin söylencesinde

 

 

 

 

GİRİŞ

 

Her öğretmen anadili öğretmenidir aslında. Ben Türkçe öğretmeni olarak önce Türkçenin kurallarını, işleyişini doğru kavratmalıydım ki görevimi tam olarak yapabilmeliydim.

 

 


Ulusal Varlığımızın Omurgası Türkçe  

                                                                

Ulusal Varlığımızı Türkçeye Borçluyuz.

Birçok kazanımların, değerlerin hazırına doğarız. Türkçe, işte o hazır değerlerin en önemlilerinden birisidir, bizim için. Sözümüz, düşünüşümüz dilimize göre biçimlenir. Yaşama bakışımızla (dilsel) düşünüş dizgemiz koşuttur. Türkçe ulusal omurgamız olduğu kadar kişisel omurgamızdır da.

Türk ulusu, ulusal kimliği yitirmeyişini diline borçludur. Tarihe baktığınızda dillerini yitiren ulusların kültürlerini, ulusal düşünüş dizgelerini de yitirdiğini, yaşama bakış-taki ortak paydalarının eridiğini, birbirine katlanarak bir arada, dirlik düzenlik içinde yaşayış bağlarının koptuğunu; yabancı dil ve kültür baskınına düşerek, yabancının yedeğine takılmış yozutma döneminin sonunda tarihin karanlıklarına gömüldüklerini görüyorsunuz.



Ulusların asıl anayurtları anadilleridir

Türk ulusunu, tarihin her döneminde, diri tutan, uzun ve çileli olayların, tökezleyiş, dağılış, yeniden toparlanış vb. içinden bugüne getiren Türk dilidir. Düşünüş dizgemiz, yaşama bakış ve yaşamı algılayış, değerlendiriş kılavuzumuz Türkçedir. Türkçe, kimlik belgemizdir. Ulusal bağımsızlığımızın simgesidir. Ulusların oturduğu toprak değişse de dili sağlığını koruyorsa, kültürel bağları gevşemez. Ulusu varlığı için dil, topraktan öncedir. Dilinizin işlediği, kültürünüzün canlılığını koruduğu yerdir anayurdunuz. Türk ulusu dilini, düşünüş dizgesini koruduğu için, nereye gitmişse, orasını kolayca yurtlaştırmıştır.


Anadolu’yu yurtlaştırmamızda Türkçe’nin payı az değildir

Orta Asya’dan Anadolu’ya, at sırtında gelip kılıç gücüyle egemen olduğumuzu sanırız, ilk bakışta. Ulusal düşünüşümüzün omurgası dilimizi yitirseydik, acaba kimliğimizi özüyle koruyabilir miydik?

Türk yurduna dönüştürdüğümüz, Türk dil ve kültürünü egemen kıldığımız Anadolu, bizden önce boş muydu? Köklü uygarlıkların izleri vardı Anadolu’da: Otuz bin kişilik tiyatrosu, heykel okulları vb. olan bir topraktı Anadolu. Çağımızın bilgi ve anlayışına temel olan birçok birikimlerin üstüne gelmiştik. Anadolu’yu Türk yurdu yapabildikse; burada, bütün kültürlerin alaşımından yeni kültür ve insanlık anlayışı yaratabildikse; bu oluşumu sağlayan; doğanın diyalektiğinden çıkardığımız anlayışıyla, bizden önceki Anadolu insanına barışık gözle bakışımız ve düşünüş dizgemizin sağlamlığı, işlekliği ve gelişkenliğiyle, yaşamın gerçeğinden bütünsellikle kavrayan dilimizdir, Anadolu kültür oluşumunu yaratan… Anadolu’nun Türkleşmesi Türkçe’yledir.

Anadolu’da bizi kökleştiren; Türkçe’nin yaşamı kavrayabilen mantıksal sağlamlığıdır. Öncesinin içinde erimeyişimiz, kendimiz olarak üstün yerimizi alışımız, salt kılıç gücüne yaslanmayışımızdandır. Anadolu’da, öncesini dışlamayan Türk egemen bir insan coğrafyası, bir insanlık anlayışı/alaşımı yaratılmıştır. Ondan dolayı, Anadolu insanı, Müslümanlık anlayışı, Alevilik, Sünnilik görüşü, tarikatlar (öncesindeki, şimdikileri demiyorum)… Tasav­vufuyla, başka yerdekilerin benzeri değildir hiç. Anadolu’da, dünyanın her yerinden çok daha uyumlu, barışık yaşayış, buradan yeşermiştir.

Türkçe köklü bir dildir

Batılı Türkologlar şaşırırlar; öncesinin, öyle çok derin ve geniş yazılı kaynakları gün ışığına çıkarılmamış, edebiyatı kamusal yaygınlık kazanmamış, dil akademilerinde işlenmemiş, yapı ve işleyiş dizgesinin kuram ve kuralları, gereğince, yazıya dökülmemiş Türkçe’nin; mantıksal dizgesine, işleklik ve gelişkenliğine hayran kalırlar.

Orhun Yazıtları’nda, soyut kavramları karşılayan sözcüklerimizin bulunduğunu, soyut kavramları söze yansıtan dilin matematiksel düşünüşe yönelerek bilime ulaşma yetikliğinde olduğunu; 732’de yazılı anıt dikip onun üstüne dilimizi kazıdığımızı söyleyerek, onlara karşı çıkabiliriz. Ama şaşkınlıklarında, hayranlıklarında, doğruluk payı vardır da… Yabancı Türkologların yanılgısı, Türkçe’nin birçok soy, kültür doğasal çetinliklerle boğuşa boğuşa
kendini yapıp, yeni sorun ve durumları aşmaya yetik işleklikte ve üretkenlikte olduğunu inceleyip irdelememiş olmaktandır
.


Yaşamın içinde sınanmış, eytişimsel (diyalektik) bir dildir Türkçe
   

Türkler, yaşadıkları coğrafyayı değiştirdikçe, başka soy ve kültürle karşılaştıkça, yeni duruş ve atağa geçtikçe; dilleri de, yeni durum ve engelleri aşacak evrime yönelmek zorunda kalmıştır. Gününü, yaşamı kavrayarak evril­miş­tir Türkçe. Yaşamın her türlü olgusu içinde sınanmış; Yaşama uygunluk ve devingenlik kazanmıştır.

Türkçe, yaşamın içinde yoğrulduğu için diyalektik bir dildir: Yaşam gibi ge-lişkendir, işlektir, yeni durumlar karşısında yeni çözümler üretmeye elverişlidir. Kimi diller, insanlar gibi doğ-muşlar, ölmüşlerdir. Düşünüş dizgesini, işlekliğin, gelişkenliğini yaşamdan devşirmiş Türkçe, ölmez bir dildir. Çünkü doğanın olguları, insanın serüveni içinde oluşmuştur. Dizgesini
doğadan, insanın serüveninden çıkarmıştır. Doğa gibi, insan gibi süreğendir. Öyleyse ulusumuzun ölmezliği dilinden; dilimizin ölmezliği ulusal düşünüşümüzdendir.

 
Batılı Türkologların sandığı işlememiş bir dil değil Türkçe

Onların sandığı kadar yazısız, kitapsız değildi Türkçe. Üzerinde incelemeler yapılıp kitaplar da yazılmış. Fakat bunların, o günkü koşullarda etkin olamadığını, yaygınlaşıp halka inemediğini, pek çoğunun yabancı kültür/dil baskını karşısında, savunu güdüsüyle, ulusal bilinci korumak için kaleme alınmış olduğunu da göz ardı edemeyiz. Türkçe’yi diri tutan, tarih içindeki serüvenidir. Türkçe’nin, Orta Asya’dan Anadolu yoluculuğuna çıkış yılları için, tarih diyor ki: “Ulusların, bir yerden ötekine yolculuğu, yüz yılda 30 kilometredir.” Ulusumuzun, dilimizinuzun yolunu düşünün: Ne kadar kışı, yazı yaşamıştır? Hangi doğal engelleri aşmak zorunda kalmıştır? Kimlerle karşılaşıp onlarla boğuşmak zorunda kalmıştır? Saymakla bitmez, öyle tek haneli sayılara sığmayan bir serüven, Türkçe’nin Anadolu yolculuğu. İşte, o uzun serüvenin içinde sınanmışlıktandır, Türkçe’nin özündeki dirilik.


Anadilimizi özenle koruyabildik mi?


Böylesine sağlam dilimizi, özenle koruyabildik mi? Bu dile, kendi duyuşumuzu ve düşünümüzü dokuyan edebiyat yaratabildik mi? Mantıksal örgüsü-nün sağlamlığıyla, işleklik ve gelişkenliğiyle bilime çok elverişli dilimizi, sürekli yenilikleri yakalamayı, araştırmayı konu edinmiş bilim yoluna kavuşabildik mi? Ne yazık ki 960 yılında Fer-gana boyunda 1000 çadırlık Türk’ün Müslümanlığı kabul edişiyle, kendi kültürümüzün ve düşünümüzün dışında bir yörüngeye girdik. Dilimiz, düşünüşümüz Arap, Fars etkisine açık kaldı. 11. yüzyıla kadar Türkçe’ye Arap, Fars dili, kavramları, düşünüş yolları doluştu. Hele 14. yüzyıldan sonra, çeşitli dil, düşünüş ve soylara egemen olan imparatorluğumuz, dilini kendi özünde tutmayı önemsemedi. Arap, Fars düşünüş ve edebiyatına öykündü. Çağcıl öğretim kurumları yoktu, olanında da Arapça, Farsça karışımı dili kullanıyordu. Öğretim dinsel ağırlıklıydı. Din’in dili Arapça’ydı. Osmanlıca dediğimiz, Arapça ağırlıklı, Farsça karışımlı ve biraz da Türkçe ekli; ulussuz dil buradan doğdu. Halkının dili, düşünüşü başka, devletinin dili başkaydı. Ulusal dilimiz, düşünüşümüzden yozutmuştuk. İmparatorluğumuzun, çağının bilim ve teknolojisini yakalayamadığı, dinsel bukağından kurtulamadığı ve de dünyada imparatorluk döneminin bittiği için sona erdiği söylenir. Bu doğrudur da… Derim ki, o nedenler olmasaydı bile, ulusal dilsizliği nedeniyle, bir gün sona ererdi imparatorluk. Bir devletin diliyle, düşünüşüyle, halkının düşünüşü uyuşmuyorsa, orada çağımızın yaşamını sürdürme olanağından söz edilebilir mi?


Türkçe’yi halkın dil sezgisi korudu


Böylesi çapraşık, ters oluşuma karşın, Türk dili/düşünüşü niçin ölmemiştir? İmparatorluğun, Türkçe’nin halk içinde, özünden sapmadan kullanımını, dış etki ve baskılara karşı korumasından mı, Türkçe ayakta kalabilmiştir? Fars, Arap kopyalı edebiyat, halka kadar indirilebilseydi, ülke baştan aşağı dinsele bukağılı medrese eğitiminden geçirilebilmiş olsaydı Türk dili, düşünüşü sağlıklı kalabilir miydi?

Dilimizi diri tutan, halkımızın kökenden gelen -bilincine erişilmemiş- dil sezgisidir. Ne yapsındı o? Manisi, türküsü, halk öyküsü, masalı, bilmecesi, deyimi, deyişi, hatta küfrüyle dilimizi erimekten korudu. Bu, bir anlamda, halka ulaşmamış, halkı ötelemiş imparatorluk diline karşı halkın kendini korumasıydı. Burada iki soru düşüyor usuma: Halk baştan aşağı medrese eğitiminden geçirilmiş olsaydı, duyarlık ve düşünüşü ne olurdu? Mustafa Kemal hangi duyarlık ve düşünüşe sarılarak, bağımsızlık savaşına girişebilirdi? Cumhuriyeti kurup kabul ettirebilir miydi? İkincisi, 2007’lerde üstümüze abanmasından korktuğumuz şeriatçı anlayışın kökeni, imlediğimiz, o noktadan sürüp gelmiyor mu?

 

Ulusal dille ulusal düşünüşe

 

Kurtuluş Savaşı bağımsızlık imecesidir. Türk Devrimi, siyasal yapımızı kökten değiştirip çağa uyarlanma girişimidir. Bu kadarı yeter miydi? Kültürleşmeden uluslaşabilir miydiniz? Dil, düşünüş ayrılığıyla, uluslaşmayı, kültürleşmeyi becerip başarabilir miydiniz? Tepesi ayrı, tabanı ayrı dille, ayrı düşünüşle çağdaş bir devlet yaratabilir miydiniz? Bunlara benzer soruların yanıtlarını, derinliklerinde de neler yattığını, milimetrik hesapla bilen Mustafa Kemal Atatürk’ün dil devrimini, Kurtuluş Savaşı felsefesinin gereği sayıp, uygulamaya koyuşunun nedeni burada yatar. Devlet ile halk, dil, düşünüş birliğinde olacaktı ki, çağdaş devlet, halkından alsın gücünü. Dipten tepeye, ulusal düşünüşlü yurttaş yetiştirebilsin, Cumhuriyet kendi insanına yaslansın. Gerçek demokrasinin alt toprağı kirizma edilsin. Dil devrimi, halklaşma, çağın insanını yetiştirip çağın bilimine ulaşma, bizi kuşatan yabancı etkiden kurtarma savaşımıdır.Dil devrimi; ulusal bağımsızlığın, dilde, düşünüşte, yaşama bakışta ortaklığını yaratma eylemi, Türk Devrim ve Aydınlanmasının dil, düşünüş koludur, Cumhuriyetçi anlayışa sağlam/sarsılmaz taban hazırlamaktır.

Dilimiz, öz benliğine döndüğü oranda Türkçe düşünüyor, Türkçe yazıyorduk. Edebiyatımız, bizim düşünümü-
zü dokuyordu. Bilimimiz yabancının, Türkçe’ye kopya olarak aktarılışından kurtuluyordu. Dünyada edebiyatımızdan, bilimimizden söz edilir olmuştu. Türkçe eğitimle, halkın, halk çocuklarının kafası ışıklanıyordu. Tebaa ulusa dönüşüyor, dipten, tepeyi sorgulamaya çalışıyordu. Dış etki ve sömürüye karşı çıkılıyor, dış sömürünün kuyruğundaki iç sömürgenler, dinsel egemenler sorguya alınıyordu. Toplumu bilisizliğinden, dil ve düşünüş eksikliğinden sağanların çıkar damarları kesiliyordu.


Neden dilsel sapmanın siyasal sapmaya dönüştüğünü düşünür müsünüz?


1923’ten sonraki 80 yılı yok sayan, Cumhuriyet’e ve Mustafa Kemal’e savaş açanların niçin 2023’e koştuklarını merak edecek olanların Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine bakmaları gerekir diye düşünüyorum.

Dilsel sapma siyasal sapmaya dönüşürse karşı devrim devirimini gerçekleştirir.

 

 





ORTAK PAYDAMIZ TÜRKÇE


Ülkemizde -büyüklü küçüklü- 26 dilin varlığından söz edilir. Bunların ne kadar kişi tarafından, nerelerde konuşulduğu, çağımızın duygu ve düşüncelerini ifadeye yetip yetmediği, bilim kavramlarını karşılamaya elverişli olup olmadığı konusunda bir araştırma yapılmamıştır. Varlığından söz edilen bu dillerden -Türkçe dışında- herhangi birisiyle yaratılmış üstün bir sanat yapıtına ya da bilimsel ürüne tanık olmuş değiliz. Ya da ben görmedim. Anlaşılıyor ki sözü edilen diller, çevrelerindeki insanların yerel/günlük gereksinimlerini karşılamada kullanılıyor. Bunların, şimdiki işlenmemiş durumlarıyla bilim ve teknoloji çağının kavramlarını dillen-dirmeye yeterli olduğu ileri sürülemez. Devlet dili olamamış, yazılı anla-tıma geçememiş dilleri, yerel kültürün birer rengi, genel kültürün mozaiklerinden biri olarak kabul edebiliriz ancak. Bu yargıyla, Anadolu’daki öteki dilleri ya da onları kullananları önemsemediğim, küçümsediğim sanılmasın. İnsanın anasından öğrendiği ilk dilin, doğal tepkileri yan-sıtmada önemi olduğunu biliyorum. Fakat Anadolu’daki kültürel, siyasal bütünlüğün Türkçeyle korunacağına, bilimin Türkçeyle yakalanabileceğine değinmek istiyorum.

Bir dilin bilimi yakalayabilmesi için yazıya geçmesi, devlet dili olması gerekir önce. Devlet dili olabilen diller, bir yerde zorunluluktur. O coğrafyada, o toplumsal örgütte yaşayan insanlar, aynı kavramlar için aynı sözcükleri kullanacaklarından aralarındaki bağ, yeniden daha güçlenecektir, dilde bütünleşeceklerdir. Anadolu’da devlet dili olarak yüzyıllardan beri Türkçeyi görüyoruz, yaşıyoruz. Türkçeyle çeşitli etnik yapıların birbirine kenetlendiğine tanık oluyoruz.

Aynı coğrafyanın, ortak kültür özelliklerinin, yaşam biçimlerinin dayatması, devlet dili olan Türkçeyle bütünleşmeyi, daha da kolaylaştırmış, perçinlemiştir. Türkçeyle Anadolu’da yeni bir kimlik yaratılmıştır. Duygular, düşünceler Türkçenin bağlarıyla örülmüş; dil, etnik kökene göre önalmıştır.

Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce de varsıl ve sözlü dili vardı (732, Orhun Anıtları). Yazıyı ise, en az 1500-2000 yıldır kullandıklarına tarih tanıktır. Yazılı dil ise edebiyattır, sanatsal anlatımdır. Edebiyat dili, sanatsal anlatım, ulus yaratmanın temel taşıdır. İlkel gereksinimleri karşılayan günlük dilin çok üstündedir. Kullananı (anlayanı), soyut düşünmeye götürür, duygu ve düşünce dünyasını genişletir. Yeni bir duygu, düşünce yolu açar. Aynı duyguların, düşüncelerin ortak pay-dasında buluşan topluluklar, ulus olma düzeyine ulaşır. Sevinçlerini, tasalarını paylaşır. Aralarındaki duygu, düşünce titremi aynıdır artık. Tarihin dibini karıştırırsak, aynı etnik kökenden gelenlerin, dillerini unuttukları için ayrı düşündüklerini, kimliklerini yitirdiklerini, hatta aynı soyun birbirine düşman olduğunu görürüz.

Yazılı dil, kültür dilidir. Yazılı dille soyut düşünmeye başlayan topluluklar, bilim katına çıkar. (Çünkü bilim, soyut düşünebilmeye dayanır.) Çevresini değiştirmeye, kendisini ezen doğayı egemenliği altına almaya başlar. Kültürel ve bilimsel erk kazanır. Bu erkle siyasal bağımsızlığına ulaşır. Sadece birtakım görenek ve gelenekle kenetlenmiş bir grup olmaktan çıkıp kültürde birleşmiş, tasada ve kıvançtaki paydasını ortaklaştırmış ekonomik/ siyasal bir bütünlüğe erişir. İşte o zaman öbür uluslar arasında saygın bir yer kazanır, varlığını kabul ettirir.

Türkçenin 732’lerde, üzerinde soyut kavramları karşılayan sözcükler bulunan yazılı bir anıt diktiğini, tarihin hiçbir döneminde, uzun süre, devletsiz kalmadığını, varsıl sözlü kültürü/dili sürdürüp getirdiğini, Osmanlının bir zamanlar kullandığı karma dilden çok önceleri (Kaşgarlı Mahmut), Türkçe üzerinde inceleme ve değerlendirmeler yapıldığını göz-önünde tutarsak, bir dilin, öyle birden bire kültür dili, yazı dili, devlet dili katına yücelmesi, kendisini kullananların bütün dilsel gereksinimlerini karşılaması, hele onu kullananları dünyayla bütünleştirmesi, kolay bir süreç değildir.

Kaldı ki, uzun süre ihmal edilen Türkçe, 1900’lerden beri kendisine dönmeye, ulusun bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz karşılamaya, bilimsel, felsefî kavramları ifadeye çalıştığı halde, istediğimiz düzeye tam olarak ulaşamamıştır. Ama dünyadaki dillerin evrimine, geri kalmış ulusların kendi benliklerini yaratmadaki çabalarına bakar ve onların bu yoldaki edimleriyle Türkçeyi karşılaştırırsak; Türkçenin ivmesi, (1932’de başlayan dil devrimi) az zamanda dünya bilim ve sanat katında yerini alması; onur duyulacak, imrenilecek bir gelişmedir. Şimdi buradan geriye dönüş, Anadolu üstünde yüzyılların oluşturduğu bütünlüğü çözmektir, bütün etnik grupları, ilkel karanlığına itelemektir.

Anadolu, tarihin önemli bir köprüsüdür. Buradan birçok soy gelip geçmiştir. Anadolu, binlerce olayın geçiş alanıdır. Birçok kültürün kesişim/bileşim noktasıdır. Coğrafyasının yarattığı bir alaşımdır Anadolu. Üstündeki insanlar, yaşamın dayatmasıyla -genel benzerlik içinde- yeni bir yapı oluşturmuşlardır. Bu yapıda çeşitli dillerin etki ve izleri vardır; Anadolu coğrafyasında, kültüründe, insanında. Bunların tümünü silip atmak, olası değildir. Ve de gereksizdir, anlamsızdır. Bu açıdan bakınca, yeryüzünde, bütünüyle -katkısız- aynı kökenden sürüp gelmiş tek dil bulamazsınız.

Türkçede, öz Türkçe kökenden gelmeyen birçok sözcük bulabilirsiniz. Bunların pek çoğunu değiştirmek, arılaştırmak olası değildir. Ancak Türkçe, yabancı kökenli sözcüklerin birçoğunu, kendi yapısı, kendi mantığı içinde eritebilmiş, benliğine sindirebilmiştir. Örnekse ilgeçlerin hemen hepsi, Türkçe kökenden gelmediği halde, Türkçe içinde öylesine evrilmişlerdir ki, dilimize ince anlam ayırtıları katarak, onun ayrılmaz öğeleri olmuşlardır.

Bir dilin aynı kökenden gelmiş sözcükler dizgesinden oluşması, çok istenen bir durumdur. Ancak bugünkü teknoloji ve etkileşim çağında, bunun pek kolay olmadığını kabul etmek zorundayız. Bana göre yabancı kökenli sözcük; girdiği dilin ses yapısına, dil sezgisine, zevkine aykırı düşmüyorsa; o dilin kurallarına göre çekimlenebiliyorsa, türetmeye elverişliyse; onunla sözcük salkımı, kavram dizini oluşturabiliyorsa; o sözcük, artık girdiği dilin malı olmuştur. Böylesi fazla korkulacak bir şey değildir. Fazla kurcalamak, oturmuş yapısını bozar dilin.

Bununla birlikte ulusal kültürün (duygunun, düşüncenin) canlı örgütü olan dil; sıkıştığı anda kolaycılığa kaçamaz, hemen yabancı dillerden aktarma yapamaz. Osmanlıcayla ulusal benliğimizden ne kadar uzak-laştığı-mızı, bilime ırak düştüğümüzü, kendi duygu ve düşüncelerimizi yansıtan bir edebiyat yaratamadığımızı, görmedik mi, yaşamadık mı?… Dillerin ulusal kimlik belgeleri olduğunu (F.H. Dağlarca) kavrayalı beri, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun, yazarlarımızın, düşünürlerimizin çabasıyla  1930’larda yüzde 65’i yabancı olan dilimizden, yüzde 80’i aynı kökene dayanan ulusal bir dil, dünyaya açılan bir edebiyat yarattık. Ama şimdilerde, yeniden bir ters dalgaya düştük: Hiç irdele-meden Batı dillerinden sözcük aktarıyoruz. Sakınmadan televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, edebiyatta, bilimde kullanıyoruz. Birkaç sözcüğü aktarmakla Batıyla bütünleşeceğimiz sanısına kapılmışız. Türkçede dil tıkanmasına neden olduğumuzun ayırdında değiliz. Böylesi de, ulusal kimliğimize zarar verir; Anadolu üstündeki yerel dilleri öne çıkarma ça-bası kadar sakıncalıdır.

Açıklamaya çalıştığım gerçeklerin ve görüşlerin ışığında Anadolu’daki dilleri; bilimin ve aklın terazisine koyarsak, Türkçeden başkasının, bugünün iletişim/bilim gereklerine yetmediğini; şu anda onlarla bilimsel, felsefî anlatıma gidilemeyeceğini, sanatsal anlatımın yakalanamayacağını görürüz. Öte yandan anasından aldığı ilk dil hangisi olursa olsun, Anadolu insanının ortak anlaşma aracının Türkçe olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu, yaşanan bir gerçektir. Anadolu’daki ekonomik ve siyasal birliğin tutkalı Türkçedir. Küçük duyguların ardına düşerek Türkçeyi dışlamaya çalışmak, hepimizi ayrılıkların karanlığına götürür. Bugünkü yapımızı arar duruma düşeriz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKÇE DÜŞÜNÜP TÜRKÇE YAZMAK

 

               

Türkçe düşünüyor, Türkçe yazabiliyorsak, Cumhuriyetli yaşayabiliyorsak, bunu, Dil Devrimine Türkçeye borçluyuz.

 

Dil Devrimi

Mustafa Kemal’in askeri halk çocuklarıydı. Kurtuluş Savaşını Halk Meclisinden aldığı destekle başardı. Askerinin, halkının diliyle konuşarak, halkın gönlünü kazandı, ülkesine inandırdı. Onlardan aldığı güvenin üstüne kurdu Türkiye Cumhuriyetini.

Tabanıyla (halk), tepesi (devlet)  arasında dil, düşünüş,  anlayış ve görüş birliği kurulmadan, kültürünü kirizma etmeden bir toplumu uluslaştıramazdınız. Ulusal ırasına ve değerine odaklı, evrensel insanlık ülküsüne ayarlı; sosyal adaletli, laik, aklı ve bilimi kılavuz edinmiş düzen kuramazdınız.


Atatürk’ün Büyük Nutku:

Dil örgüsü sağlam, mantıklı, Osmanlıcası ağır basan bir dil anıtıdır. Osmanlıcayı yetkinlikle kullanan Atatürk, neden ev kadınlarının dilinden ve kullandığı araçların adından başlayarak Dil Devrimi yaptı? “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” dedi?  Kültürü, o ulusun yaşayış biçimidir. Yaşayışa nasıl baktığının, yaşamı nasıl değerlendiğinin göstergesidir. Bir ulusun düşünüş dizgesi sözlü ve yazılı dil ürünlerine yansır. Dilidir, bir toplumu sevinçte, tasada birleştiren, üstüne yönelen kötülüklere, zorluklara karşı duruşun dinamiği, uluslaşmanın tözü.


Türk abece’si

Dil Devrimi; yalnızca dilimizdeki yabancı sözcükleri ayıklama ve arılaştırma, durulaştırma değildir. Türk boğazıyla konuşmak, Türkçe düşünmek içindir. Ulusal kimlik bayrağımızı dalgalandıran ses, söz ezgisidir, sonsuza dek çığıracağımız.



Demek istediğimi açımlayacak bir anı

   

İlkokulda, bize üçgeni, müselles olarak öğretmişlerdi. Anlamını bilmiyordum. Ezberlemiştim. Medrese çıkışlı babama sordum: Müselles, Arapça salis (üç)ten gelirmiş. Sonralardı, bir yazımda:  Dağ başında, okumasız, yazmasız, üç yumurtayı sayabilen köylü kadının önüne geometrik çizimleri koyun; bunlardan hangisi üç-gendir deyin, şıp diye parmağını üçgenin üstüne basar demiştim.

 

 

Türkçe Başöğretmeni Mustafa Kemal:

 

- Hoca efendi, yeni, yazı biliyor musunuz?

- Bilmiyorum.

- Eski yazıyı ne kadar zamanda öğrendiniz?

- Epey uzun zamanda.

- Eski harflerle yanlışsız yazmak kolay mı?

- Yanlışsız yazmak pek kolay değil.

Kâğıt ve kalemi hocaya vererek, eski yazıyla şu sureyi yazdırıyor:

Vazittini vezzeytini ve turi sînîne ve hazel emin lekat hlaknel fî ahseni takm sümme.”

- Hocam, ben yazdıklarınızı ‘valim, valziton’ diye de okuyabi-lirim.

Buna ne dersin diye soruyor.

 

(Anılarda Yaşayan Atatürk, Ahmet Köklügiller. 2011, s.99.100.)


Medrese dilinin inemediği köyden  


Köy Enstitüsüne gitmeden önce ayağımın uzanımı 10 km.yi gö-zümün erimi 30 km.yi aşmamıştı. Kırın yüzüne kurulmuş, eğitim köyü denilebilecek 5 yıl Köy Enstitüsünde okudum. 16 yıl köylerde, köy yapılı kasabalarda öğretmenlik yaptım. Yarı yarıya köylü hayatı yaşadım. 34 yaşımda kentteydim. Ama açıktaydım, işsizdim, ekmeğin peşinden koşuyordum. Çalkantılardaydım.

   

Böyle bir hayattan ne çıkabilir, ona baktım; verimi, getirisi hayli fazla. Bu,  getiri, benden çok, -Cumhuriyet eğitim kurumları içinde  -Türkiye’ye özgü olan-  Köy Enstitüsü eğitim dizgesinden ve Türkçeden.



Türkçeye doğan kuşaktanım:

 

Cumhuriyet’in 6. yılında Türk abece’sine doğmuşum. 3. yaşımı sürdüğüm yıl, Türkçeyi, Farsçanın, Arapçanın, karışıklığı dolayısıyla anlaşılması güç; yapısı bize aykırı dilinden (çetrefilinden) kurtaracak Dil Devrimi başlamıştı. Türkçeye doğan kuşaktanım.


Aklı, bilimi kılavuz edinmiş, laik eğitimden:

İlkokul kitaplarındaki dili anlıyor, ötücü kuşlar gibi şakıyor-duk. Köyünde okul açılmış olduğu için, Köy Enstitüsüne girme fırsatını yakalayabilmiş köylü çocuklarından birisiydim. Köy Enstitüsünde, Güzel Yazılar adlı kitapları okurduk, Türkçe, edebiyat derslerinde, algılamakta, anlamakta zorlanmazdık.

Söz dağarımız geniş olmasa da Farsça, Arapça ve Batı dillerinin baskınıyla kirlenmemiş Türkçeydi dilimiz: Okurken anamız babamızla konuşur gibiydik.

Kırın yüzüne kurulmuş Köy Enstitüleri dil akademisi miydi ki, dilde, düşünüşte açılım mı kazandınız diye sorabilirsiniz. Türk-çeye çevrilmiş dünya klasiklerini ve Türk edebiyatının yüz akı yapıtlarını okurduk. Kitap yasağı diye bir şey duymamıştık. Her yayın girerdi Enstitüye. Biz, yabancı dil bilmeyen köy çocukları; o yapıtları okuyarak dünyanın yazın, düşün adamlarıyla anıştık. Dünyanın yazın, düşün serüvenini anlamaya çalışıyorduk. Geçin köylü dilini, dünya dilini, düşünüşünü anlamaya çabalıyorduk.

 

Türkçe düşünüşe açılan yol

Kolay gelmedim şimdiki yerime (2013) Yerim diyorum ya bu-rası, ancak iyi yetişmiş ilkokul öğretmeni düzeyi. İlkokul öğretmenliğine başladığımda (1947) bizlere neler öğretildiyse, öğrencilere onları – kitap diliyle- aktarırsam, öğrencileri iyi yetiştire-ceğimi sanırdım. Geceleri, daha üst kademe okulların kitaplarını okur, gündüzün, o katmanın diliyle anlatırdım konuları. Verdiklerimin karşılığını alamayınca, o gününün gecesi ağlardım.

 

Bir kaynakta: “İyi öğretmen, öğrencileriyle öğrenen öğretmendir.” tümcesini okuyunca, çocukların dilini kullanmaya başladım. Konu üzerinde önce öğrencileri konuştururdum. Uygunsa oyun olarak işlerdik konuyu. Konu canlanınca çocuklar da, dilleri de canlanıyordu. Başarı artıyordu. Öğretmenliğim, eğitmenliğe dönüşüyordu. Çocukların arkadaşıydım artık. Verdiğimin karşılığını alabiliyordum.

 

İkinci sınıf öğrencilerim (1948), düzeylerine göre, yaşadıklarını yazılı olarak anlatabiliyordu. Onlardan arkadaşları, kardeşleriyle geçimlerini, yazılı olarak anlatmalarını istedim. İkiz kız-kardeşlerden ikisi de birbiri hakkında hoş olmayan şeyler yazmışlardı. Sakladım yazılarını. 4. sınıfta aynı konuda yazmalarını istedim. İkisi de birbirini çok sevdiğini yazmıştı. Aileye sordum. Durum, anlattıklarının tam tersi. Eyvah, çocuklara, ikiyüzlülük mü öğretiyoruz, onları doğallığından soyunduruyor muyuz?

 

Altı yıl sonra Reşadiye Ortaokulunda Türkçe öğretmeniydim. Yurttaşlık Bilgisi dersine de giriyordum. “Aileniz, size neler sağlar” diye bir yazma ödevi vermiştim. Haluk’un ödevinden bir tümce: “Aile bizi sıcak bir şefkat halkasıyla sarar.” 6. sınıf öğrencisinin olamazdı bu tümce. Dersten sonra Haluk’a soruyorum: “Yediğini, giydiklerin kim alıyor, kim sana harçlık veriyor?”
Yanıt, ailem. “Neden bunları anlatmadın. O tümce babandan mı?” Yurttaşlık Bilgisi kitabından. Sözümona uzmanlarınca hazırlanmış o kitap bakanlığın onayından geçmiş.

  
Nereden geliyor bu yanlışlık?

Öğrenim izlenceleri, ders kitapları iktidar, hatta hükümet de-ğiştikçe ders kitabı ve kitaplara alınacak metinler de değişiyordu. Sanki Türkiye Cumhuriyetinin dil, kültür politikası yoktu. Hükümetlerin politikasına uygun anlayış ve görüşte insan yetiştirilmesi isteniyordu.


İzlencelerden taşan öğretmen

Eski metinlerin yanında, okuru metin içinde yaşatan günün yazar ve kitaplarına ağırlık verdiğim için sorgulanıyorum:

1961 Anayasası 200 yıllık çağdaşlaşma ve demokratikleşme özlemlerimizi, yaşamamıza uygulamak için hazırlanmıştı. Dünya-ya örnek olacak bir toplumsal sözleşmeydi. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini diriltmek için hazırlanmıştı sanki. İlk bölüm devletin görevlerini, yurttaşın haklarını içeriyordu. 50. maddeyi aşınca, vaatlerin, olanaklar ölçüsünde gerçekleştirilir yargısıyla karşılaşıyordunuz. Öğrencilere:
- Bu Anayasa, eşi az bulunur Anayasa. Yurttaş hakları da her demokratik düzende bulunamayacak genişlikte. Ancak düğüm ‘olanak’ sözcüğünde:” Şimdilik, gücümüz, bu kadarına yetti. Gençler, kalanını siz tamamlayacaksınız mı diyorlar yoksa ipe un mu seriyorlar, derdim. Eklerdim: “Bakınız, ben zekiyim, kurna-zım, kendimi kurtarır, köşeyi dönerim derseniz. İki kurnaz, karşı uçlardan köşeyi dönerken, burun buruna çarpışır, sırtüstü dü-şersiniz. Başka bir kurnaz, elinizdekileri kapar kaçar. Hak ve ödev yasada değil, yaşamda olmalıdır. Bir ülkede, herkes hak ve özgürlüklerine sahip değilse, orada hiç kimse rahat yaşayamaz.”


Müfettişler Soruyor:

- Türkçe dersiyle Anayasanın ne ilgisi var?
- Anayasa uzmanlarınca hazırlanmış, TBMM’de görüşülmüş, halkoyundan geçmiş bir metin. Dil. düşün metinlerle öğretilir.
- Okul kitapları, başka kitaplar yok mu, ne maksatla Anayasa?
- Anayasa devletini tanıtır, haklarını öğretir öğrenciye.
- Zorlanmayın boşuna, maksadınızı açıkça söylesenize!
- Okulun asıl görevi bilinçli, çevresinden, kendisinden ve dünyadan haberli yurttaş yetiştirmektir. Bu konuda üstüme düşeni yapmaya çalışıyorum. Bana maksadımı soruyorsunuz. Sorularınızdan sizin maksadınızı anladım.
Sonuç: Disiplin cezası.

 
Anayasa üstüne bir anı

Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstititüsünde Prof.Dr. Tahsin Bekir Balta, Anayasa Mahkemesini anlattı. Söz istedim. Anayasa Mahkemesi üstüne coşkulu konuştum. Ders bitince:

- Delikanlı, seninle bir kahve içelim mi dedi.

Lahey Adalet Divanı’nda üyelik yapmış, uluslararası bir değer olan, bilimsel konuları, sohbet tadında anlatan hocamızın öğrencisine kahve ısmarlamasından onur duyuyor, ne söyleyeceğini merak ediyordum.

- Anayasa Mahkemesi dediğin 15 kişidir. Devlet, polis devletiyse, dikti kapısına iki jandarma, belledin anasını dedi.

Kurağı ışıklı olası, öngörülü hocamı saygıyla anıyorum. Bu anıyı, bakın, neler yaptım demek için anlatmadım: Kuvvetler ayrılığı içinde, birbirini denetleyen, devleti hukukla yürütmekle görevli kurumların adı önemli değildir, işlevi önemli diyormuş saygıdeğer hocam.

Bu söyleşi 1963’te yapılmıştı, 2013’te yazıldı.

Tahsin Bekir Balta ayarında bilim adamlarınız yoksa…

Aydınlarınız günoğluysa…

 

Anadili, ders değil, dil/düşünüş eğitimidir.

Okul kitaplarında metinler, genellikle, eskidir, önceki zamanın kitaplarından alıntılanmıştır. Bir ulusun duyuş ve düşünüşünü dokuyan yazını da okuyacaksınız elbet. Nasıl insanın ister ve gerekleri değişiyorsa, yazının ister ve gerekleri değişir. Dil. düşün durukluğuna düşmemek için, yeni yazın metinlerini de okuyarak dilinizi; düşünüzü canlı tutabilesiniz. O nedenle, öğretmenlik yıllarımda, ders kitaplarından çok, yeni yazın kitaplarına ağırlık vermişimdir. Bu yöntem, beni de geliştirmiştir.

Reşadiye Ortaokulunda (1954–56) öğretmenken öğrenci düze-yinde 30 kitaptan kimilerini, öğretim yılı içinde okutmuştum. Yaz dinlencesine girerken öğrencilerle bir plan yaptık: Kaç kitabımız var? Okuyacak öğrenci sayısı kaç? Bunlardan kaçı ilçede kalacak, kaçı köyüne gidecek? Kimin köyü, kime yakın? Okuduktan sonra, kim, kimden kitabı alacak, sırasını, zamanını belirledik. Herkes, bu programı defterine yazdı. Yeni öğretim yılında okudukları kitapta ne var, anlatacaklar. Öğrenci sayısı çok olmadığı için, Reşadiye’de kolayca uyguladık bu programı.

 

Taşova (1956–59) Ortaokulu müdürüyüm. Yine Varlık Yayınlarından 120 kitap alınmıştı. Bunların, en az, yarısını okumuştum önceden. Kalanını, yaz dinlencesinde eşimle birlikte okuduk. Hangi kitapta ne var, not ettik.

 

Okul, uzunlamasına, tek katlı bir yapıydı. Sınıflar, uzunlama solunun iki yüzüne bakışımlı sıralanmış. Ders 9.00’da başlıyor, 15.30’da bitiyordu. Ders bitimi de sıralar salona çıkarılıyor. Uzunlamasına bir kütüphane. Herkesin elinde kitap. Eşimle başlarındayız: Kitabın hangi sayfasında olduklarına bakıp, ne anladığını soruyoruz. Kem küm ederlerse, öyle değil. Biz bu kitapları okuduk. Neresinde ne var, biliyoruz. Dikkatli oku!

* Baban tarlayı nasıl ekiyor? Ürünü nasıl deriyor?  Anan ekmeği nasıl pişiriyor sorularını, bülbülün ötüşü gibi yanıtlardı öğrenciler. Ders kitaplarından çok, yazın kitaplarına ağırlık verirdim. Okunan kitaplar üzerinde konuştururdum öğrencileri.

* Elmadağ Atabarut Ortaokulunda (1967), bir bakanlık müfettişi, öğrencilere Terzerima’yı sordu. “Bilmezler. Öğretmedim de. O tür şiir, İtalyan edebiyatında kullanılmış. Bizim Servet-i Fünun’da kullanılmak istenmiş. Tutmamış. Öğrencilere yaşadıklarını anlattırıyor, yazdırıyorum. Raporunuza öyle yazarsınız, beyefendi.” dedim. Rapora ne yazıldı bilemem. Bana ceza yazıldı.


Yazılı metin içinde yaşatarak

Yıllar sonra beni arayan öğrencilerime: “Beni nereden, neyle anımsıyorsun?” diye sorduğumda o izlenceler, o ders kitapları yoktu. Dersleri ne oranda günün olaylarıyla ilişkilendirdiysem, ne oranda yaşama bağladıysam, onları ne kerte metinlerin içinde yaşamaya yönelttiysem, oradan anımsıyorlardı beni.

Öğretmedim, anlamaya, düşündürmeye çalıştım.


Yeter ki önünü açın

Gazi Eğitimde öğretmenim Mustafa Nihat Özön’ün: “Sınıfa gir-diğinizde karşınızda, en az, kırk kafa, kırk zekâ vardır.” sözü hiç aklımdan çıkmamıştır. Sınıfça okuduğumuz kitaplardaki dil, düşün yanlışlarını ben söylemez o,  kırk zekâya sorardım.

(Aşağıdaki yanlışlık örnekleri, değerli yazarlardandır.) 

* Bencil yolcu; kompartımana kitapları, eşyasıyla yayılmış, oraya başkası girecekse kuluçka tavuk gibi kızınıyordu. Yazar, yayıldığı yere vagon demişti. Trene bineniz var mı diye sordum öğrencilere, orası vagon değil, kompartımandır yanıtını alırdım.

* Yazar, bir romanında: Gözleri açılmadık keçi yavrusu, demişti. Keçisi olan, keçi güden var mı aranızda?  Par-maklar kalkar; biri, keçi yavrusu denmez ona, oğlak denir derdi; öteki oğlak doğar doğmaz ayaklanır derdi, başkası da gözleri açıktır derdi.

‘Peki, sözlüğe bakalım. Açıkgöz; uyanık davranarak çıkarını sağlayan, kurnazca yararlanan. Açık, göz sözcükleri, bildiğiniz anlamda mı?’ Hayır! Birleşince yeni bir sözcük kurulmuş, sözcükler yeni anlam yüklenmişler. Demek ki eklerden başka yollar da yeni yollarla sözcük türetiliyor: Bileşik sözcük!

* Sosyologlarımızdan birisi, devlet yerine hükümet demişti. Sözlüğü açalım, hükümet mi, devlet mi demesi gerekirdi?

* On yıl önceydi, İncesu ortaokulundan (1969-73) öğrencim Sadık’la karşılaştık. Mühendismiş. Ben, sizin dersinizden pek başarılı değildim, dedi. Mühendis sözcüğü, hendeseden gelir. (Hendese = geometri.) Geometride bir açıyı, milyarda bir saptırdınız mı, öldüm billah, doğruyu yakalamazsınız. Sen, nasıl mühendis oldun? Ben derslerimi dil, düşünüş eğitimi olarak yapmaya çalışırdım. Görevimi iyi yapamadığım anlaşılıyor. Sadık:
- 6. sınıfta Robenson Crusoe'yu okutuyordunuz bize. Bir yerde okumayı kestirdiniz. “Robenson’un yardımcısı Cuma, Aralık ayında orak biçiyor. Bir yanlışlık mı var?” diye sordunuz sınıfa. Kimse parmak kaldırmadı. Ben, orası Güney Yarımküre dedim. Beş (pekiyi) numara verdiniz bana.

- Düşünmeyi öğrenmişsin diyerek kucakladım Sadık’ı.


Kimlerle besledim Türkçemi?

Köy Enstitüsü öğrenciliğimde dünya klasiklerinden, Türk edebiyatından 300 kitap okumuştum. Ömrüm boyunca okumadığım günlerin sayısı azdır.

Müfettişliğimde denetlediğim öğretmenlerin kinlerinden yararlı katkılar aldım. Başarısızlarından neyin olmayacağını çıkardım, dil düşün birikimim kitaplardan, öğrencilerimden, denetlediğim öğretmenlerden, Türkçedendir.


Türkçemi besleyen ana kaynaklar

Çalışma odamın, dört duvarını dolduran kitaplar emzirdi beynimi. Raflardaki bilge konukların (yazarların) birikimlerinden yararlandım. İkinci anam onlardır. Çalışma masamın solundaki iki rafa sıralanmış sözlükler, söz dağarımı dölledi, kısırlıktan kurtardı. Yazım kılavuzları, yazı masamın, baş konuğudur.

 

Türkçe zor dil derler: Yalan!

Türkler Müslümanlığı (Karahanlılar, 955) kabul edince 1.200 yıl süren şamanlık dönemi kapanmış; dilimiz Arap, Fars etkisine açık kalmıştı. 26 Eylül 1932’ye değin (977 yıl), Türkçe devlet dilindeki yerini koruyamaz duruma itilmişti. 1280 yıl önce (Orhun anıtları) yazılı anıt dikmiş Türkçenin, en azından, 3-5 yüzyıl öncesi olmak gerekir. O anıtta soyut kavramlar da var. Soyut düşünmek, bilime, matematiğe yönelişin yol ağzıdır. Türkçe -halk katında- söylence, masal, atasözü, deyim, türküleriyle dirimini, öz benliğini koruyabilmiş Türk’ün bulunduğu her alanda, halk ozanlarının sesiyle canlılığını sürdürmüştür. Ne zaman ki Kurtuluş Savaşının üstüne temellenen, ulusal bağımsızlığımızdan hızını alan dil devrimiyle Türkçe arılaşmaya, öz varlığına dönmeye başladı. Kültürümüz çağdaş katkılar aldı. Yazında, bilimde, sanatta aynı oranda ivme kazandık. Edebiyatımız, dilimiz dünyaya ulaşır oldu. Görüldü ki Türk dili sağlam, tutarlı bir gömüdür. Ona tutunarak uygarlaşılabilir.

Türkçeye karşı olmak; Türkçe düşünüş dizgesine bozmak, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini inkâr etmek, uygarlaşma yolundan dönmek hayınlığıdır. Türk ulusuna karşı olmaktır.

Türkçe düşünerek, Türkçe konuşarak, Türkçe yazarak varlığımızı koruyabiliriz. Türkçe ulusal varlığımızın omurgasıdır

 

Türkçe düşünüş yolu nerden, nasıl?


1.

Düşünmek bir sonuca varmak, karar vermek için

Bir kişi, bir olay, yapıt, okuduklarınız vb. üzerinde bir sonuca varmak, karar vermek istiyorsunuz; ilk görüntüler, ilk algılamalar, sizi yanıltabilir ya da başkalarının dediklerini yineleme durumuna düşebilirsiniz. Doğru sonuca ulaşmak, doğru karar vermek için, hazır düşünceler ve sizin birikimleriniz yetmeyebilir. Doğru sonuca ulaşmak, doğru karar vermek için düşüneceksiniz.

Ama nasıl, hangi yol yöntemle?

* Hazır bilgilerin özelliklerini, ayrıntılarını, inceden inceye, dikkat ve özenle anlamaya çalışacaksınız.

* Bir kişi ya da nesnenin, olayın, durumun, düşüncenin benzer ya da ayrı yanlarını inceleyecek,karşılaştırmalar, oranlamalar yapacaksınız.

* Elde ettiğiniz bulguları, bilgileri, zihninizin terazisinde tartacaksınız.

* Elde ettiklerinizin mantığa uygun olup olmadığına bakacaksınız,

* Bulgularınız üzerinde akıl yürüteceksiniz. Elde ettiklerinizin gerçek olanından doğruluklarından ya da yanlışlarından çıkarımlar yapabilir; yeni bakış ve görüş, yeni düşünceler üretebilirsiniz.


Yine de yetinmeyin:

Sonuca varmada, karar vermede ivedilenmeyin. Bir şeyin ne olduğunu ya da olmadığını doğru değerlendirmek için:

* Üzerinde durduklarınızın, hangi koşul ve konumda, kimce, ne amaçla, hangi bakış açısıyla ele alınıp işlendiğini de hesaba katmalısınız.

* Tekten tüme, tümden teke doğru bakma yöntemini kullanmalısınız.

* Tikel; bütünün bir parçasıyla ilgilidir. Bütünün bireylerine değil de birkaç bireyine ilişkindir.

* Tümel; belli bir sınıfa bağlı olanların tümünü içine alan; bütün kapsamıyla alımlanan bir tümelliği ’bütün’ ya da‚ ’her’ sözcüğüyle gösterebilir.

* Tümel kavramı kapsamına aldığı bütün nesneleri gösteren bir kavramdır Tümeller; cins, tür, ayrım, özellik ve ilineğini kapsar.

* Salt tümele bağlanan düşüne, dünyaya Tanrısal / dinsel açıdan bakar, yazgıcı (kaderci)dir: Bütün olmakta ve olacak olanları önceden değişmeyecek biçimde düzenlendiğine inanılan doğaüstü güç, (alın yazısı).

* Tümeli ve tikeli birlikte düşünen, dünyaya akılla bakar, bilimsel ve insancıl olarak değerlendirme yapar.

* Tikele saplanıp kalmak, ağacı görüp ormanı görememek; tümele saplanıp kalmak, ormanı görüp ağacı görememek gibidir.


* Parçaları ya da öğeleri bir araya getirip bir bütün oluşturarak, (bireşimle) doğru bir sonuca varır, doğru bir karar verebilirsiniz.

 

2.
Düşünce, Düşünüş; dünü, günü ve yarını içeren beyinsel devinim.

Önceden oluşturulmuş, hazır bulduğunuz düşünce, sizden önceki akıl yürütmenin, düşünüş yolunun ulaştığı bir sonuçtur. Ta başına dönmekten kurtarır insanı. Hazır çıkış noktasını gösterir size. Önceden üretilmiş düşünceleri bilmek, bir varsıllığı yakalamaktır. Yönünüzü gösteren kılavuz elinizdedir artık. Edinilmiş düşünceler, öncesini deşelemiş soruların yanıtıdır. Hesabın toplam hanesine kaydedilmiştir. Ama yeni hesapları nasıl yapacaksın sorusu çıkar karşınıza. İşte burada düşünce, düşünüş, kabul görmüş düşünceleri kullanmak üçlemine takılır kalırsınız. İrdeleyici düşünüş dizgesi kazanamamışsanız, çıkamazsınız, bu cangıldan.

Düşünceyle düşünüş birbirinin tıpkısı mıdır?

Kabul edilmiş düşünceler, tek başına, önümüzü açmaya yeter mi, her zaman? Elde edilmiş düşünce,  irdelenerek edinilmiş birikimlerin vargısıdır. Ona, saptanmışlığından ötürü durağanlık sinmiştir, gizliden. Düşüncelerin dişi olduğunu bilmek gerek. Milyarlarca tohum bekler dölyatağında. Mevcut düşünceyi düşünüşle aşılamak gerekir. Ama nasıl? O düşünüş var ya kıvrak, devingen, sürekli vals yapan, işte onu, düşünceyle başgöz edeceksiniz, sonra düşünceyi doğumevine alacaksınız, bakın ne altın çocuklar doğacak, kaç yeni kapı açacak size, bu tatlı yaramazlar...

  
3.
Söz, Düşünüş tartısı


- söz: bir şeyi eksiksiz olarak sözcük dizisi-

Halk arasında bir söz vardır: “Güzele göz ağrısı bile yakışır.” Güzele hayranlıkla, belki de sevdiğinin her halini hoş görme duygusuyla öyle demiştir halk. Konu ciddileşti mi ya da yazınsal metin söz konusu oldu mu, sevda ilişkisindeki hoşgörüsünü yitirir bu sözce.

Sallapati konuşup tepki alınca “Söz maksadını (amacını) aştı.” diye sudan nedenlere sığınan ağzı gümrüksüzler vardır ya onlarınkine benzer, o halk deyişi. Sözü çekip çeviremeyenlerin, ne demek istediğini ipucuyla çıkarırız konuşmalarda. Onlar yazar değil, sözü tartmadan konuşur dili sürçmüştür diye bağışlar geçeriz, günlük yaşamda.

Sözü tartmamak, yazılı anlatıma yakışır mı? Yazılı, anlatım; mantıksal, dilsel uyum ister, sıkıdüzen gerektirir. Boşluk götürmez; kuralını, kurgusunu bozdunuz mu, iletisi sakatlanır: Güzele göz ağrısı bile yakışır, söz maksadını aştı diyenlere benzersiniz. Hatta onlardan daha kötü duruma düşersiniz. Onlar “Lütfen bağışlayınız.” diyerek yanlışını düzeltme olanağına sahiptir. Yazıya dökülmüş, yayınlanmış söz, kayda geçmiştir, kamu önündedir, geri çeviremezsiniz. Günahı da sevabı da yazanın üstünedir. Yazılı kanıtı da vardır. Yargılanmaktan kurtulamazsınız.

Diyeceğinizi, doğru diyeceksiniz. Ne dediğiniz anlaşılacak. O da yetmez, öylesi bürokrat dilidir. Neyi anlatıyorsanız, doğru anlatacaksınız. O da yetmez yazara. Mühendis dili gerekir, ayrıntıya özen için. Niçin mühendis dili diyorum? Mühendislik geometriye dayalıdır. Geometride, bir açıyı, milyarda bir saptırdınız mı, doğruyu yakalayamazsınız. Söz kurgunuzun dilsel, anlamsal ve mantıksal hiçbir eksikliği olmayacak. Yazın dili, söz mimarlığıdır. Mimar, kusursuz bir yapı için, nasıl hiçbir ayrıntıyı, oranı kaçırmamak zorundaysa, siz de sözün kurgusuna, kuralına, yazım kurallarına özen göstereceksiniz. Kuralı, yöntemi diyorum ya, onun törensel giysisinden, talimli adımlarından da kurtaracaksınız sözü. Sözün kuralı, sırası içinde verilmesi, mantıksal, dilsel doğruluğu da yetmez. Sözcüğü, hangi konuma, nasıl, niçin yerleştirdiğiniz¸ neye, nereden bakıp nasıl dillendirdiğiniz önemli. Sözün çıplak doğruluğu da yetmiyor yazınsal anlatıma. Şöyle örnekleyelim; bir ağaç resmi/fotoğrafı görür, hoşlanır, uzun uzun bakarsınız. Her bakışınızda aynı duyguyu yeniden daha boyutlandırarak yaşarsınız. Dünyada hesap makinelerini çatlatacak sayıda ağaç vardır. Onlardan herhangi birinin fotoğrafı/resmi, sizin, böylesine ilginizi çekmiyor, beğeninizi almıyor da neden bunda eskimez bir güzellik buluyorsunuz? O resmi yapan, fotoğrafı çeken, o ağacın konumunu, özelliğini yakalamıştır, bakış açısını ayarlamayı becermiştir de o ağaca ‘biriciklik’ özelliği kazandırmıştır. Fotoğraf çeken herkesin, fotoğraf sanatçısı, eli kalem tutan herkesin yazar, şair olamayışının püf noktası orada işte!

Bilim, sanat gibi, yazınsal da ayrıntılarına özen ister. Her sözcüğün, her ayrıntının yerli yerine, sökülmeyecek biçimde yerleştirilmesinden alır doku sağlamlığını, güzelle, doğruyla eksiksiz bütünleşmesini. Kalkıştan önce, uçağın bakımını yapan teknisyen, işleyişi sağlayan donanımda, saç telinden ince, iki kablonun bağlantısını savsaklarsa, sonucun ne olacağını düşünür müsünüz? Ayrıntıya özenden yoksunluk, teknik işleyişte nasıl yıkıma neden oluyorsa, aynısı anlatım için de geçerlidir. O önemsiz gibi görünen ayrıntıların sıkıdüzen içinde kuralına, gereğine uygun örgüsüdür anlatım.

 
 4.

Sözcük
Beyninizin, düşüncenizin  dışa vurumu

- Sözcük, anlamı olan ses ya da ses birliği-

   
Beyninizin, düşüncenizin çapı, dilinizin çapı kadardır. Bir söz-lükteki sözcüklerin anlamlarını, aşağı yukarı sökebilirim de, anlatmaya gelince, iş değişir: Konuşurken, yazarken kaç sözcüğü yerli yerinde, doğru kullanabiliyorsam, yazma, anlatma başarım, oraya değin ya ötesi? Şaşalarım, duraksarım.


Düşünceniz, birikiminiz, tasarılarınız vardır, onları nasıl kurgulayacaksınız, yazıyı neyle oluşturacaksınız? Yazının (kompozisyonun) olmazsa olmazı/aracı sözcük. Sözcüklerle kurabilirsiniz anlatı yapısını. Kendinizi yazı ustası sanırsınız. Ustalık, işinizi uzlukla becerebilmektir. Kuracağınız yapıya uygun araçlarınız (sözcükleriniz) yoksa beceremezsiniz işinizi.


Yazmaya ara verip, konunun temel kavramlarının, kiminde bir tümcede geçecek sözcüklerin anlamlarını bağdaşıklarıyla, sayfalarca, kâğıda döktüğüm olur. Onların, hepsini, yazıda kullanırsam, bulduklarımı ayıklamadan yazıya aktarırsam, anlatının karnı şişer; dış/boş gebelikle sakatlanır, doğum yapamaz,  doğursa da özürlüdür yazı.


Kağıda döktüğüm, anlam çalışmasından edindiklerimi, ne oranda yazıda kullanırım? Kiminde hiç!

Bir sözcüğün, bir kavramın açıklamalarını çeşitli anlamlarıyla yazarak gözümün önüne döküşüm, boşuna emek mi? Yoo! Tam tersine: Sözlüğe bakmışım; gözümle somutlamışım (göz algılaması) kâğıda geçirmişim; elim işlemiş (el alıştırması); üzerinde düşünmüşüm; beynim irdelemiş: Algılayış alanım genişlemiş. Düşünüşe boyut kazandırmaktır bu!

Bir sözcük ya da kavram için, başladığınız çalışma, ilerledikçe onlarca, yüzlerce anlam açıklaması kâğıda dökülür, bakarsınız ki o sözcükten, ilgisi nedeniyle ötekine, bunların değişik anlamlarına, kullanım içinde beklenmedik anlam yüklenişlere ulaşmışsınız; başta tek olan anlam, düşünüş simgesi; çeşitlenerek, çoğalarak bir anlam, düşünüş yaylasına dönüşmüş; anlayış, kavrayış çevreniniz genişlemiştir. Elinizdekiler, o yazıda işinize yaramasın, gelecek yazı ve dil ürünleriniz için ön hazırlıktır, gelecek için bir gömüdür.

Mermerden bir anıt yapı kuran usta gibi, sözcüğü anlatının yapı taşı olarak kullanırken; sözcüklerin kavram birimi; tümcelerin yargı birimi; bölümcelerin (paragraf) düşünce birimi olduğu bilincine ulaşırsınız. Sözcükleri, yerli yerinde bir diziye koyarak tümceler kurar; tümceleri anlamsal, dilsel ve mantıksal kurgular, tümcelerin bağıntısıyla bölümceleri oluşturur; bölümceleri, bakış açınıza ve vereceğiniz iletiye göre örgüleyerek yazıya (kompozis-yona) bütünlük ve tutarlılık kazandırabilirsiniz. Bu işlemde başvuru kaynaklardan birisi, genel ve alan sözlükleridir.

 

5.

Sözlük
Dil, düşünüş sergeni

Sözlük okuruyum. Sözlük okumak, düşünüş yaylasında, yararlı, zevkli bir geziye çıkmaktır, benim için. Sözvarlığımın boyutunu denetlemedir.

Sözcükleri, madde madde okuyup geçmem. Kavramlar birbiriyle bağıntılıdır: Kiminde karşıtlarıyla, kiminde içerdiği öteki kavramlarla açıklanır, madde başı sözcüklerin anlamı. Yalnızca orada kalır, kavramların ilineklerine, ilintilerine, ilişkilerine bakmazsak, tek bir kavrama çakılır kalırız. Düşünme, yazma kekemesi oluruz.

‘Bitti’ diye bakmam, o yazıya. Unutulacak bir süre dinlendiririm. Başkasının yazısıymışçasına, insafsızca, gözden geçiririm. Sözcükleri yerinde ve doğru kullanmış mıyım? Yazıyı ve kendimi denetlerim.

Sözlükler, ana kaynaklarımdandır da, çok mu bağlıyım onlara? Sözlükçü, sözcüğün anlamını yaratmaz. Kullanıma göre açıklar sözcüğün anlamını. Kullanımda genel kabul görmüş anlam ve tanımları sözlüğe geçirir. Sözlükçü kullanımın arkasından gider.

İnsan, yeni durumlar, gerekler, gereksinimler karşısında nasıl yeni tavır takınır, nasıl edimini, tutumunu gereksinimlere göre ayarlarsa; insan beyninin, düşünüşünün dışa vurumu, iletiye ağımı olan söz de insan gibi değişen, dönüşen bir canlıdır: Değişerek, dönüşerek dirimini sürdürür, canlılığına açılım kazandırır. Sözlükçü, bu canlılığı yakalayamaz. Dilin arkasında kalır.

Sözlükler, doğası gereği duruktur. Sözlük anlamıyla yetinirseniz, düşünüşünüz duruk kalır. Dil insan gibi, duruma göre değişen, yeni durumlarda uyarlanan bir canlılıktır. Dilin, yaşam içindeki canlılığını yakalamak gerekir.

Yazar, şair, düşünür vb.leri, hatta halk sözcüklere yeni anlamlar yükler. Sözcükler, kullanımda, umulmadık yeni anlam kazanır. Çağın yazın, düşün ve sanatını izlemezseniz, dilin ve düşünüşün canlılığını yakalayamazsınız.

Sözlüklerin, eski, ölü sözcükleri de içerdiğini unutmayınız! Eski sözcükle kurulan konuşma ve yazı eski kafalı; ölü sözcükle kurulan konuşma ve yazı durağandır ya müzeliktir ya ölü ağıtıdır.



6.
Kitap

Beyin azığı,
insanı tanıma atlası


Söz, yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kazanıyor. Denetlenerek, damıtılarak kitaplaştırılınca erdemine kavuşuyor, insanlığın kılavuzu oluyor: İnsanın beynini ışıtıyor, yolunu aydınlatıyor. Aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma ve üretime kapalı, buyurgan kitaplar değil, dediğimiz. Kitap dediğin dişi olmalı, kestirmecilikten uzak, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Kitap, kitabı doğurmuyorsa, zihninize açılımlar getirmiyorsa; insanı belli bir görüşe tıkıyorsa, insanlığın yıkımı orada başlıyor: Kitap önünüzü aydınlatan ışık olacak, sizi değiştirip dönüştürecek, daha üst kimliğe taşıyacak yerde; belli bir görüşe çakılıp kalmışsa, kara bir örtü olup kapanıyor üstünüze. Özellikle de inakçı kitaplar! Onu bürünenlerin gözü, kamaşıyor ışıktan, başlıyorlar aydınlığa saldırmaya. Çağdışı kafaların elinde, böylesine ters bir işlev yükleniyor kitaplar. Dölsüz, düşsüz kafayla algılanan kitaplar, hele de inakçı düşünüşle yazılan/kavranan kitaplar, durağanlığın granitle örülmüş kalesi oluyor, geçemiyorsunuz.


Her iyi kitap, bir düş döşeği, düşünce odağıdır, irdeleyici soruların yanıtıdır (toplamıdır). Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, yüreğiniz incelmemişse, zihin çapınız genişlememişse; başkasının acısını, sevincini kendinizde yaşayamıyorsanız, aydınlığı seçebilir misiniz? Başkalarının da sizin kadar yaşam ve mutluluk hakkı bulunduğunu kabul edebilir misiniz? İnsanı, içinden yontan, incelten kitaba değmemişse eliniz; dünyanın en varsıl madenlerinin üstünde oturun, en verimli topraklarında yaşayın, en ileri teknolojiye sahip olun, en iyi yönetim düzenini uygulayın boşuna!



7.
Okumak
Dünyanın dünü, günü ve yarınında düşünüş yolculuğu


Okumak; ürüne durmuş tarladan, bağ bahçeden bir şeyler devşirmek gibidir. Devşirdiklerinizin tohumları dökülür içinize, yüreğinize, beyninize. Her tohum bir döldür. Döl, yatağında beklemeyi sevmez, uç vermek ister, yeşerir; betonu delen otlar gibi, bir yerden, gün ışığına uzatır başını, yaşama tutunur.

Okuduklarınızı, çoğu zaman unuttuğunuzu sanırsınız. Ama... Sigara içmeyen adam, kahveden eve döndüğünde eşi, ona “Sen sigara içmişsin!” der ya onun gibi, içinde bulunduğunuz ortamın kokusu siner size. Hani, “Ekin (kültür) okuyup unuttuklarınızdan sizde kalanlardır.” derler ya, işte öyle bir şeyler, belleğinizin arka alanlarına yazılmış, kaydedilmiştir.


Kitaplarda 2.500 yıl öncesinin düşünür, yazarlarıyla karşılaşırsınız, onların gelecek düşlerinden algılanırsınız. Ta başlangıcından yarınına, insanoğlunun hallerini yaşarsınız kitaplarda. Beyniniz, bütün çağların belgeliğine dönüşür. İnsanı, bütün yönüyle tanıma sergenidir kitaplar.


Dili kurcalamaktan çıkardığım sonuç

“Türkçe dersi, bilgi dersi olmaktan çok, doğru, iyi, güzel konuşma yazma beceri ve alışkanlığını kazandıran, insan zihin ve düşünüşünü geliştiren bir derstir. Bu derste düşüncelerin matematiği yapılır.”

(Türkçe Bilgileri: O.Bolulu, Selvi Y. 1992, S.3)

 

Böyle bir sonuç çıkarabilen kim?

Kente doğmuş, kent okullarında okumuş, kent kültürüyle beslenmiş, akademik öğrenim yapabilmiş birisi mi? Hayır! Ömrünün 34 yılı köy yapılı, köy kültüründen kurtulmamış ortamda geçmiş bir köylü çocuğu. Zeki birisi mi? Hayır! Ortaya yakın zekâda biri. O da kendinin sanısı.

Öyleyse nereden? En az 15 kültürle emişmiş Anadolu’dan, Türkçeden, Türkiye Cumhuriyetinin aklı, bilimi kılavuz edinmiş eğitim dizgesindendir.

Cumhuriyetin eğitim dizgesi yörüngesinden saptırılmasaydı, Cumhuriyetli kazanımlarımız eritilmeseydi, çocuklarımızın tümü, aklı, bilimi kılavuz edinmiş eğitimden nasiplendirilseydi; halk içinde, sıradan birisi bile böyle bir sonucu, rahatlıkla çıkarırdı..

 

Dilimiz elimizden çıkacak

Ulusun omurgası dilidir. Tarih kitaplarında kimi ulusların yok olduğunu okursunuz. Aslında yok olan insan soyu, uluslar değildir. Bir ulusun dilini kağşatırsanız, düşünüş dizgesini bozabilirsiniz. Kültürü yabancı etkiye açık kalır. Anlayışı, yaşma bakışı, yaşamı değerlendirişi eprir, erir, sonunda, kimliğini yitirir. Günümüzde ülkeler silahla orduyla işgal edilmiyor. Dili, düşünüş dizgesi bozulan ülkelerin yönetimi, yabancıya uyumlanıyor, kay-nakları, emeksiz, yabancıya sağılıyor.

 

Kim yazdırttı bana bu yazıyı?

 

* 5–6 yıl önceki üniversite sınavına giren bir milyon sekiz yüz bin adaydan Doğulu bir Kürt kızı 833. sırayı almıştı. Kızımız ilkokul ikinci sınıftayken, terör nedeniyle köyündeki okul kapatılmış. İlkokulu, ortaokulu, liseyi dışarıdan bitirmiş. 23 yaşında üniversiteye giriyordu. Kızımız, üniversiteye girdiği yıldan, bir yıl önce, üniversiteyi bitirmiş olacaktı. Kim yedi, kızımızın beş yılını? Çalınan ömrün ödenmesi olanaklı mı?

* Birkaç yıl önce Malatya’nın beldelerinden birindeki bir genç, kaysıyı çekirdeğinden ayıracak makine icat etti. Tübitak’tan ödül aldı. Malatyalı yüz yıllardır, kaysıyı çekirdeğin ayırmakta zorlanır, ürün kalitesi düşük olduğu için pazar bulamaz, geçimi zorlaşır.

Anadolu çocuklarına fırsat verilseydi…

    
Yok oluş eğik düzlemi

Politikasını, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesine kan davası üstüne kurmuş siyasayla karşı karşıyayız. Bütün olumsuzlukların faturası, Cumhuriyete ve Mustafa kemal Atatürk’e kesiliyor. Yok oluşun eğik düzlemine kayıyoruz. Kuşkuluyuz, ürkülüyüz, korkuyoruz.

Bu yazı, bu korkunun çığlığıdır!  Kurtuluş Savaşı imecesine ve tepkesine (refleksine) çağrıdır!


Yürekli, dik adam mıyım?

Boğalı Dağının karnından fırlamış tümseğin üstüne konuşlan-mış, kendine üstene kapanmış bir köyde doğmuşum. Köy Enstitüsüne gitmeden önce ayağımın uzanımı 10 km.yi, görümün erimi 30 km.yi aşmamış. Evin dördüncü oğlu, haşarı çocuğuyum. Köyümüz Türkmen oymaklarından birinin1223’te konuşlandığı yerlek. Dilimiz Şamanist izler taşısa da söz dağarı sınırlı. Babam, kimseyi kırmaz ama sözünü sakınmaz. Ağabeylerim o zamanın üç sınıflı ilkokulunu bitirmiş.

Köyümüz savaş alanı içinde değil.  Çevredeki Rum çeteleri köyleri basıyor, kıyım yapıyor. Yaşlı erkekler, çakaralmaz tüfeklerle köyü korumaya çalışıyor.

Irzlarını korumak için, kadınları kendir, mısır tarlasında saklıyorlar. Üçüncü ağabeyim o tarladan birinde doğmuş (1921). Erbaa’da isyan ve yerli Türk çeteleleri de var. O günleri dinlemişim.

Duvar diplerinde savaş anıları anlatılırdı. Gidip gelmeyenlerin adı geçtikçe gözler yaşarırdı. İki amcam şehit düşmüş. Evimizin duvarlarında kılıç, çift namlulu tabancalar vardı. Gaziler, sanki Gazi Mustafa Kemal’in gözdeleriydi, herkesin saygısını alırlardı, sözleri dinlenirdi, saygındılar.

İlk anım Cumhuriyetinin 10. yıl töreni. Köyün bütün evleri badana edildi.

Köyümüz bucak merkezi. Üç köyün çoğu bizim köydeki okulda okuyor. Fener alayı, bayrak önde marşlar söyleyerek dört köyü dolaştı. Evin çıktısı damın üstünde mısır huğu vardı. Sırtım ona dayalı, fener alayı dönene değin bekledim, orada. İçeri alamadılar.

İkinci anı acı. 10 Kasım 1938. Öğretmenimiz, ağlayarak Atatürk’ün öldüğünü söyledi, bizi evlerimize saldı.  Komşu oğlu Mehmet ile ben ‘Yunan gelir, bizi keser diye, köyün dışındaki çitlerin içine saklandık. Karanlık bastı.  Top tüfek sesi yok, bağırtı çağırtı yok. Sine sine eve döndük. Babam sormadı ama ben korkumuzu anlattım. Babam: Atatürk’ün ölümü erken, büyük kayıp. Onun kurduğu devlet yıkılmaz dedi

Kişiliğim, böyle bir ortamda mayalanmış. Kimlik toplumsal yapı içinde oluşur. O da öyle kolay değildir. Anlayacak kavrayacak akıl sahibi olmak gerek. Yapıp ettiklerime bakıyorum akıllı biri olmadığımı anlıyorum. Hayatım, bunun kanıtı. Ortaya yakın aklım olduğunu sanıyorum. Öyleyse yukarıdan buraya anlattıklarım palavra mı?

 

Nedir, beni yürekli kimliğe taşıyan
Bu konuyu enine boyuna işlemeye yeterli değilim

Türkmen oymağının konuşlandığı bir köyde doğmuşum,  Cumhuriyetin 6.yılında. Ayağımın uzandığı yer 10 km.yi, gözümün erim 30 km. idi. Köyümdeki 200 yer adlarına baktım. Tümü Türkçe. Örnekse, üstünde darlın birbirine kavuşan yayla yolumuzun adı gölgesi güzel.  Farsın  

Sözüm onlara değil: Görüntülü yazılı iletişim araçlarında topluluk, yerine camia camia diyerek Osmanlıca denilen yapay dili hortlamaya çalışanlaradır. Biliniyor: Onları, Türk Devrim ve Aydınlanmasına, Devrim ve Aydınlanma bütünün ayrılmaz öğesi, ana ayağı Dil Devrimine saldırarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesini yıkma saplantısından kurutulamadılar.

Anımsıyorum, 1970’lerde, o görüşteki Eğitim Bakanın genelgesi gelmişti, okullara. Saydım, karşı oldukları 72 sözcüğün Türkçesini kullanmıştı bakan. Mektupla bildirdim kendisine. İhtar (yanma) ile cezalandırıldım.

1930’ların yazın dilinde %35 olan Türkçe oranı,1980’lerde %80’ne çıktı. Türkçenin, Türkçe düşünüş dizgesini bozabileceklerinden korkum yok da.


Sözlüksüz, yazım kılavuzsuz yazar masaları


Çalışma masamın, sol yanındaki rafta yüzden çok sözlük var. Çoğu, resmi devlet dairesine dönüştürülmesinden önceki TDK’nın armağanı. (1962-1963 yıllarında, o TDK’nın üyelerinden birisi olmak onurumdur.) Yazım kılavuzlarının eski ve yeni basıları, masamın ayrılmaz konuğudur.

Dil altından, yazarlık böbürlenmesi mi yapıyorum? Kesin hayır! Yazdıklarımdan pek çoğunu yırtıp atmışımdır. “Senden yazar mı olur?” diye kendimi azarlamış, yazmayı bırakmak istemişimdir, çok. İnsanlaşmamı Türkçeye borçlu olduğum için yazmaktan vazgeçmedim. Bir şeyler becerebildimse; sözlüklerin, yazım kılavuzlarının payı büyüktür. Yetkinleştim mi? Kesin hayır!


Öyleyse ne?

Siyasal sapma, dilsel sapmaya kaydı iyice. Ulusal varlığımızın omurgası Türkçe kağşatılırsa, düşünüş dizgemiz bozulur, kültürümüz yabancı etkiye açık kalır, Ulusal kimliğimizi yitirir, tarihin karanlığına gömülürüz kuşkusundayım.

 

 

 

 

 

 

 

 


Ana Dili Dergisi 36.s. 2005

(İzmir TÖMER Dergisi)  

Osman Bolulu ile Ana Dili ve Sözün Işığı Üzerine  

 

Anadili öğretimi, eğitim dizgemizin temelinde bulanan bir etkinliktir. Uygulaması hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz?

 

-Yanıtlara geçmeden önce anadili ve anadil konusuna kısaca değinmek isterim. Kimileri, anadili ile “anadil”i birbirine karıştırıyor. Anadili; insanın çocukken anasından, evdekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dildir. Anadil; başka diller türetmiş olar dildir. Türkçe bir anadildir de… O nedenle olsa gerek, kimileri ikisini birbirinden ayıramıyor.

Öğretimdeki sorun, anadilin sadece bir ders ve salt öğretim konusu sanılmasından başlıyor. Anadili; bir ulusun yaşama bakış ve yaşamı değerlendiriş dizgesidir. O ulusun ne düşündüğünü, dünyaya bakışını dilinden çıkarabilirsiniz, Dili, ulusun kültürünün temel ögesidir. Diliyle kültürü iç içedir; birbirlerini yeder, evirtirler. Ulusun ölmezliği, dilinden; dilin ölmezliği, ulusun dilinden; dilin ölmezliği, ulusun dil ve düşünüş dizgesini sağlıklı tutmasındandır. Dil, ulusal varlığın omurgasıdır. Tarihe baktığınızda dillerini yitiren ulusların, kültürlerini de yitirdiklerini, yabancı kültür ve dillerin içinde eriyerek tarihin karanlıklarına gömüldüklerini görürsünüz.

Tarihte yok olan insan soyu değil, kültürler ve dillerdir. Uluslar topraklarını yitirmiş, yer değişmiş olabilirler. Ama dillerini, kültürlerini koruyorlarsa yaşamı anlayış ve değerlendiriş dizgilerini koruyorlar demektir. Ulusların asıl anayurdu, anadilidir.

O nedenle anadili, yalnız bir ders ve öğretim konusu olmamak gerekir. Anadili aslında bir ulusal düşünüş eğitimidir. Yazılı, sözlü dil; ürünlerinizi korur, bunların üstünden evrilir, hem ulusal hem evrensel yaşamın gerek ve isterlerini ıskalamazsanız; ulusal düşünüş yörüngenizden kopmazsınız; soyut düşünüşle (matematiksel düşünüşle) bilimsel düşünüş kazanır bilim yapabilirsiniz. Çağıncıl yaşam ve düşünüşü kavrar, başkalarının yedeğine düşmeden, kültür emperyalizmine yakalanmadan ulusal varlığınızı sürdürebilirsiniz. Öyleyse ulusal bağımsızlığın olmazsa olması anadilinizdir. Siyasal erk de; yönetim biçimi de sağlıklılığını anadilden alır. Siyasal erk, yönetim biçimi, değişebilir. Diliniz, düşünüş dizgeniz sağlıklı ise ulusal kimliğiniz dirimini sürdürür. İşte, bu nedenle, “Anadili, ulusların kimlik belgesidir.” demişler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarıp kendi öz benliğine dönüştürmek için: Sözlü yazılı kaynaklarımızı tarayarak, halk katındaki sözcükleri derleyerek ve anadilimizi kendi ekleriyle işleterek dil devrimine girişmesi; uluslaşma, kültürleşme sürecimizin temel kaynağı idi. Kültürel ortak paydalar oluşturmadan çağdaş bir toplum düzeni kuramazdınız. Uluslaşma sürecini tamamlayamazdınız.

Gelişmiş, çağının ister ve gereklerini uygarlıkların temeline bakarsanız, anadili eğitimine, o dilin gramerine önem verildiğini görürsünüz. Gramer (dilbilgisi) dilin matematiği içindeki geometridir. Geometrik çizimlerde, katrilyonlarda birden az sapma yaparsanız, ölüm billâh, doğruyu yakalayamazsınız. Anadili etkinlikleri, bir ders olmaktan çok, en ufak sapmayı/ eksikliği götürmez düşünüş eğitimidir. Anadili çalışmalarında düşünüş matematiği yapılır. Dil/düşünüş, anlamsal ve mantıksal örgütlenir. Anlatım bir söz mimarisidir. Eksiksiz gereksizinden arındırılmış dille soyut düşünüşe, bilimsel düşünüşe varılır. “Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak” için dil devrimine girişmiş, anadili eğitimine önem vermişti Cumhuriyet eğitimi.

 

- Anadili eğitimi, açıkladığınız gibi mi yapılıyor?

-Okullarımızda anadili, matematik vb. Derslerden başarısız oldunuz mu sınıf geçemezdiniz. Anadilinden borçlu sınıf geçmek çıkarıldı. Anadilinden borçlu geçmek, ulusal düşünüşe, dolayısıyla matematiksel ve bilimsel düşünüşe borçlu kalmaktır. Bir alt kademedeki eğitimi kavrayamayan, nasıl daha yukarısını kavraya bilir? Okullarımızda dili düşünceyi, matıksal, dilsel, anlamsal örgütleyen, anlatım mimarisi olarak tanımladığımız kompozisyon önde gelirdi. Okul bitirmelerde, daha üst okullara girişlerde kompozisyondan başarılı olmak zorundaydınız Beynin, düşüncenin ifadesi olan kompozisyon, önemden düşürüldü. Ondan bile borçlu sınıf geçiliyor. Anadili derslerinde ve öteki derslerden ödev istenirdi öğrencilerden.  Ödev, kitaplardan bilgiyi toplayıp okula getirmek değildi; okulda gördüklerimizin üstüne geliştirici çalışmalar, araştırmalar yapmaktı. Araştırma; inceleme disiplini kazanmanın ön çalışmaları, bilimsel düşünüşe uzanışın ilk adımı gibi algılanırdı. Ömür boyunca yaşam, töreler, yasalar, üslendiği görev, ödev ister kişiden. Toplumsal yaşamda sorumluluk yüklenmeye hazırlığın gereğiydi ödev. Toplum içinde yer edinmek zorunluluktur. Ödevler yasak savmaya dönüştürüldü. Düşünüş ufkunuzu genişleterek dilinize düşünüşünüze açılım kazandıran mantık, toplumbilim ve felsefe gibi dersler kaldırıldı, yeniden konduysa da gereken önemde değil. İnsanı, beyinden sınava çeken kompozisyonun yerine test konuldu. Testte şöyle böyle bir tahminle işaretlerseniz, başarılı oluyorsunuz. Bütün derslerin, hatta bilimin temelinde dil yatar. Çünkü dil düşünüş dizgesidir. Düşünüş dizgesi kazanamamış, ödev sorumluluğundan habersizler, bir de toplumu yönetmeye soyunmuşlarsa ve yapıp ettiklerinden yakınıyorsak, temelinde anadilimize özensizliğin yattığını düşünelim, derim. Anadilinde yetkinleşmek, düşünüş disiplini kazanmaktır.

Şimdi, mantıklı diliyle insanların önce gönlünü kazanıp sonra onları ölüm kalım savaşında yanına alan Mustafa Kemal’i ve dünyada büyük işler başarmışların tümündeki dil ve düşünüş sağlamlığını düşünüyorum.

Anadilimize değgin. İzlenceler, oluktan alınan metinler, genelde siyasal erkin etkisinde. Kitaplar da ona göre hazırlanmak zorunda. Çağdaş yazın okullara giremiyor, birbiri yaşamla bağıntılı, gününü işleyen ve sorunlarımızı tartışmaya alan metinler yok kitaplarda. Hele liselerde edebiyat dersleri, edebiyat tarihi yöntemiyle okutuluyor. Anadili dersleri bilgi dersi olarak işleniyor. Anadili eğitiminde; öğrenci metin içinde yaşatılır, onu insanlık halleri duyumsatılır, insanlık değerini tanıyarak kendisini içinden değiştirip dönüştürme yolları açılır. Geçmişin üniversitelerindeki metin şehri (açıklaması) sürüp gidiyor. Belli, yan tutar görüş ve düşünceler yineleniyor. Yönetimin izin verdiğinden başka kitaplar yasak. Öğrenciyi metin içinde yaşatarak, duygu ve düşüncelerini özümseterek, dilin tadını veren dersler yok dersem, abartma değil. Anadili dersleri, düşünüş üretimi için değil de neredeyse sınıf geçme turnikesini atlayabilmek için birer basgeç (tiket).

- Dilbilgisi, metin inceleme, sözcükleri tümce içinde kullandırma konuları üzerine ne düşünüyorsunuz?

-Dilbilgisi; bir dilin ses, biçim ve tümce yapısını inceler, kurallarını saptar. Dilin doğru, yanlışsız kullanılması için dil bilgisinin kazanılması gerekir. Ancak dil kuraldan çıkmaz, dil bilgisi dilin işleyişinden, kullanımdan çıkar. Bir dilin doğru yazımı, kullanımı ve doğru işleyişi sözlü, yazılı anlatımlarındadır. Her ne kadar dil bilgisi için ayrı bir izlence belirtilmişse de dil bilgisi ayrı bir ders değildir. Metinlere dayalı olarak yapılması gerekir. Bizde dilbilgisi, ayrı bir ders ve bilgi dersi sanılıyor, metinden bağımsız olarak kuralları tanıtmak ve belletmek olarak işleniyor. Daha kötüsü dilin görevsel yönü ıskalanıyor. O nedenle de dille düşünüş dizgesi kazandırılamıyor. Dil matematiğinin geometrisi dediğimiz dilbilgisi, görevsel olarak öğretilmediği için; öteki konularda ve genel yaşamda kimin hangi görevi yapışından ötürü bir şeyleri hak ettiği ya da kimlerin görev yapmadan, başkalarının üretimlerinden haksızca yararlandığı bilincine ulaşılamıyor. Dolayısıyla sorgulamasız –kendisi için biçilmiş olukta- yakınmasız akıp gitmeye razı insan tipi yaratılıyor. Uyduluğu kabullenmiş tekler, bireyselliğini kuşanmış kişi olabilirler mi? Yoksa uydu bireyliklerini, bireysellik sanıp kendi benliklerini söylemekle avunur giderler mi?

Bir dilin, bir ulusun düşünüşü, yaşama bakış, yaşamı algılayışı yazılı metinlerindedir. Ulusal ve evrensel bağlamda insanın, dünyanın –geçmiş gelecek- bütün macerası metinlerde işlenir. İnsanın ve dünyanın neliğini kavramak için dilin metinler üzerinden öğrenilmesi gerekir. Ne yazık ki, metinler, bilgi dersi gibi inceleniyor. Yazın, yazın doğrudan doğruya ne bilgidir ne de bilimdir. İnsanı tanıma gömüsüdür. O gömüden yararlanma yöntemlerini bilemediğimiz için dilimizi, kendimizi, insanlığı tanımada yaya kalıyoruz.

Sözcük; dilin, anlam ve anlatmanın temel taşıdır. Kavram birimidir. Sözcüklerin anlamlı dizimiyle yargı birimi tümceyi kurur; tümcelerin mantıksal, anlamsal ve düşünce örgüsüyle düşünce birimi bölümceyi (paragraf) oluşturur; bölümceleri belli konu ve bakış açısıyla örgüleyerek kompozisyonu yaratırsınız. Kompozisyon, dilsel/yazınsal metin, yazılı düşünüş demektir. Yazılı düşünüş kazanmadan ne edebiyat ne de bilim yapabilirsiniz. Sözcüğün türü, dilsel görevi ve anlamı tümce içinde belirlenir. Sözcüğün bu yanına özen gösterirseniz, tümce içinde doğru kullanılabilir, anlamını doğru algılaya bilirseniz, metni kavrar, dilin tadına varır, bilincini kuşanabilirsiniz. Sözcüğü, tek başına, metinlerden kopuk olarak değerlendirirseniz, tek kavrama çakılıp kalırsınız.  Uygulamada gördüğümüz ne?  Genelde –başka dillerden gelmiş- konuk sözcükler, ölü sözcükler tümce içinde kullanıldırılıyor. Ki böylesi; ölü sözcükle, öğrenciyi eski düşünceye bağlamak, zihni duruk şeylerle doldurmak, öğrenciyi, çağın görüşünün gerisine itelemektir. Ölü sözcükler, yabancı sözcükler, sadece anlam açıklaması için kullanılıp geçilmeli. Sözcük, kendi düşünüş dizgetimizle kavratılmalı ki anadilimizde yetkinleşebilelim. Bir sözcüğün metine ne kattığı, Metinden ne götürdüğü, niçin gerekli, niçin gereksiz olduğu ve sözcüklerin salt düşmüş simgesi değil, düşünüş açkısı olduğu algılanamadığı için, düşünüşte açılım kazanılamıyor.

Sözcük, anlaşma aracı diye öğretiliyor. Sözcük anlaşma aracı olmaktan çok, düşünüşün göstergesidir. Düşüncelerimizi, tasarılarımızı, özlemlerimizi, duyumlarımızı, sözcüklere yükleyerek dışa yansıtırız. Sözcükle düşünce birbirini besler.


- Biraz da “dil bilinci”nden söz edelim mi?

- Dil bilinci de, sadece sevgisi, coşkusuyla değil… Bilgisi, işlevi ve anlamıyla kavrayarak… Dil bilinci; öğütle, kural tanımıyla, kuru cümlesiyle kazanılmaz. Dilinizin çapı ne kadarsa düşünüşünüzün çapıda o kadardır. Kaç sözcüğünüz varsa, bunlardan kaçını, dilsel doğrulukta kullanabiliyorsanız, o ölçüde düşünceniz vardır. Dilin,  düşünüşün ekeneği, yazılı sözlü: Yazınsal, düşünsel ürünleriniz! Onların somutlanışı neresi? Şiiriniz, öykünüz, denemeniz, romanınız vb. yazınsalla kafası donanmış ve yüreği incelmemişin diline, günlük gereksinimlerine yeten anlaşma aracı denir ancak.

Söz arası değinmek gerekiyor: Metinler, kitaplar deyince genelde çağını doldurmuşlar üzerinde dil ve dilbilgisi çalışmaları yapılıyor. Yaşayan, çağını söyleyen, öğrencinin düzey ve dünyasına yakın dil ürünlerinden uzak duruluyor. Eğer sizin ulusal düşünüş dizgenize uygun, çağın gereklerini ıskalamamış yerli-yabancı yazın türleriyle dili inceler, değerlendirmeye alırsanız dil bilinci, kendiliğinden gelişir.

Yönetimin tepesinden tabanına, toplumsalda gözlemlediğimiz toplum karmaşası, dil bilincine erişememişlikten. O nedenle anlaşmaktan, ortak paydalarda buluşmaktan yoksunuz. Herkes, kendince söyleniyor. Ayrı tellerden çalarak birbirimizi incitiyor, tüketiyoruz. Dil bilinci, toplumsallığın, esenlik ve barış içinde yaşamanın tutkalı, harcıdır. Ah, onda yetkinleşebilsek…


-Tarihin her döneminde diller, birbiriyle sözcük alışverişi yapmıştır; ancak son zamanlarda dilimize akın akın giren (“buyur elden” mi demeli?) yabancı sözcükler kirlilik oluşturacak kadar çok. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

- Görünüm, kirlilikten çok öte. Kirlilik, yüzeye değgindir. Yur, arıtır, aslını altından çıkarırsınız (Dil devrimi, bunu yapıyordu.). Dilin kullanımı, en üst düzeyden tabana, dilin savrukluğunu aşıyor. Yozutma yaşanıyor: dilimizin beğeni, uyum ve işletişine yargı yabancı sözcüklerle; yapısına ve işleyişine aykırı anlatımlarla; söz kalıplarımı, tümce yapımız bozuluyor. Türkçenin düşünüş dizgesi kağşatılıyor. Bu, dilin sağlıklı işleyişine ket vurmak, ulusal düşünüş dizgesinden, dolayısıyla kendi kültürümüzden yozutmaktır. Aynı zamanda bu, Ulasallaşma sürecimize kütük atmaktır. Sonu, yabancı yedeğine takılmak, sonra yitiş eğitimine girmek.

 

- Küreselleşme gerekçe gösterilerek “ Türkçesi yok” bahanesiyle kullanıma konulan sözcüklerin yarattığı kirliliği önlemek için kimlere, hangi görevler düşüyor?

- Kim demiş, Türkçesi yok? Ararlarsa bulurlar. Örneğin resmi devlet dairesi yazımından önceki TDK, 110 terim kılavuzu yayınlandı. 110 kitapta, on binlerce sözcük önerilmişti. Niçin bu Türkçeleştirme önerme kitaplarına bakılıp eleştirilmiyor, eksiği varsa onarılmasına, yenilerinin yaratılmasına koşmuyorlar? Kolaycılık mı, tembellik mi, kendi ulusunu, dilini önemsememek mi, yabancıya yamanmakla kurtuluş umusu mu? “Mega, start, in, aut vb.” kolaylarına mı gidiyor? Bilmeden apardıklarının, asıllarındaki anlamlarını, kullanımını biliyorlar mı? Türkçede bunların karşılığı var mı diye araştırmayı, zahmet mi sayıyorlar? Türkçeye yamamak istedikleri Doğulu, Batılı ve eski sözcüklerin dil tıkanması yaratacağını, damar tıkanması gibi, ulusal düşünüş ve dilimizi sayrı kılacağını bir düşünseler ya!... Türkçenin 200’e yakın eki vardır. Daha pek çoğu, gereği gibi işletilmiyor. Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun “esmek” kökünden 300 sözcük türetebildiğini ileri süren yazısını anımsıyorum. Anlamadan, bilmeden yabancı sözcüklere takılacaklarına, kendi dil gömülerine, işletiş yollarına, bir eğilseler ya!...

Her dilin, kendine özgü bir düşünüş dizgesi vardır. Anadan doğar doğmaz belleğimize yazılan, dilimize ağan o dizgedir, onun sözcükleridir. Düşünüşümüz onunla işler. Kendi düşünüş dizgesini kazanmayan, başka dil ve kültürlerin düşünüş dizgesini nasıl kazanacak, nasıl onlara eklemlenecek? Birkaç yabancı sözcükle mi? Gölgeye kimlik kartı vermezler, saygı duymazlar. Anadilinizden yabancı dillere açıkça açıldıkça düşünüş pencereleriniz çoğalır, evrensel düşünüşün içinde yer alabilirsiniz.

- Türkiye Türkçesinin arılaştırılması, Türkçe eğitimi ve öğretimin geliştirilmesi amacıyla hazırlanmış bilimsel yapılara verilen Dil Derneği Beşir Güğüş Ödülünü aldığınız “Sözün Işığı” yapıtınız, okullardaki Türkçe öğretiminin eksikliğini giderme amacıyla mı oluştu?


- Adını andığınız “ Sözün Işığı” anadilimizin eğitimi üzerine hazırlamaya çalıştığım üçlüden birincisi. İkincisi “ Yazım Bilgileri”, bitmek üzere, yıl içinde basılacağının umuyorum. Üçüncüsü, “ Kavramlarla (Anadiliyle) Düşünüş Eğitimi”.

Bizim varsıl sözlü kültürümüz/dilimiz var. Yazınımız cumhuriyet döneminde hayli gelişmiş, yabancı dillere çevrililer olsa da ulus bütünü olarak yazılı düşünüşe geçebilmiş değiliz. Yazılı düşünüş; dilsel, anlamsal ve mantıksal eksiklik götürmez. Algılama, anlama, anlatmaya yeter söz/dil dil örgütlemesinde yetkinlik, düşünüş mimarisi gerektirir. Ancak yazılı düşünüşle bilimi yakalayabilir, uygarlığımızı evirtebilirsiniz.

Sözün Işığı, becermeye soyunduğum üçlünün noktalamayla ilişkili olanı: Öğrenciliğimde, öğretilen noktalama bilgi ve öğütlerinden öğrenememiştim noktalamayı. Okuduğum binlerce kitaptan edinmiştim. Kimi yetkin yazarlarımızda bile noktalama yanlışlarına rastlanıyor, anlamı sökmekte zorlanıyoruz. Böylesi eksiklikten kurtulmaya, noktalama bilgisi, kurallarının bilmek yetmiyordu. Kural ve bilgisiyle birlikte becerisinin kazanacaktınız da, nerden, nasıl? Noktalamada yetkinleşmek, anlama, anlatma eksikliğinden kurtulmak için; doğru, iyi, güzel örneklerin bol bol okunması gerekirdi. Bunun kaynağı da duyuş ve düşünüş ayrıntılarının en ince ayrıntılarıyla bize eksiksiz ileten kitaplardı. Herkesi, herkesi böyle oylumlu ve uzun zaman isteyen çalışmaya itemezdim ki… Nasıl bir yol bulmalıyım, diye düşündüm.

Bu konuda epey kaynak vardı. Onlarda bilgi, kural ve birkaç örnek veriliyordu. Aynısında kalırsam, yinelemekten öteye geçemezdim. Öğretmenliğimde, müfettişliğimde görüp izlediklerimi teraziye aldım. Dil konusunda kitaplarımı ve yazılarımı gözden geçirdim. Eksiği, doğrusu bana çok şey öğretti. Edindiklerimin olurunu olmazını, nedenlerini araştırdım. Ama bunlarla yetinirsem, yine kural ve örnek vermede kalacağımı gördüm. Yan desteklerle konuyu hem uygulamasal hem de kolay kavratacak bir yöntemle okura sunmama gerekiyordu. Hızlı akan yaşamda değişik alanların çağırdığı ve ilgi alanları genişlememiş, parçalanmamışlara, onları yormadan kısa bir yol bulmaya çalıştım.

Kitap, her noktalama imleri (işaret) için yazılmış 30 şiir; bunlar için özel olarak tasarlanıp çizilmiş resimleri; her konu için, çocuk edebiyatından seçilmiş en az birer okuma parçasını içeriyor.
Amacı:
*Şiirle noktalamayı, görselleştirerek tanıtmak, hem de ona şiirsel yaklaşımı sağlamak, kuru noktalama bilgisini, şiir tadında okura ulaştırmak;
*Noktalama iminin (işaretinin), nerede ne nasıl kullanıldığını göstererek bilgisini vermek;
*Metinlerin noktalaması okura bırakıldığı için, noktalamayı tekrar tekrar yaptırarak noktalama beceri ve alışkanlığını pekiştirmek;
*Öte yandan metinler yoluyla, koma alışkanlığının ve yazınsal metinlerden tat alma zevkini kazandırmak.
*Kitaba alınan metinlerin, okurun düş dünyasını genişleteceği, düşünüşünü geliştirip beynini zenginleştireceği, yüreğini incelteceği de unutulmamalıdır.

Çalışmam, konusun ilk örneğidir, sanıyorum. Öyle büyük savlarda da değildir; ama 24’ü anadili öğretmenliğinde, 8’i (MEB) Türkçe müfettişliğinde ve 50’si yazarlıkta geçmiş yılların gözlem, deneyimlerine dayalıdır. Noktalamaya değgin bilinen örnekleri aşmış gibi görünse de, geliştirilmesi gereken yönleri olabilir. İnsan nasıl konumuna, koşullarına göre değişiyor, düşünüyor, yeni duruş alıyor, yeni yollar buluyorsa; onun düşünüş dizgesi, dil ve kullanışı da öyledir. Eksik bıraktıklarımı tamamlayacaklar olacaktır elbet.

 

- Sayın Bolulu, Türk yazın dünyasında –özellikle şiir ve öykü dalında- pek çok ödül bulunmakta. Dil ile ilgili ödüllerin çok az sayıda olması konusunda neler söyleyeceksiniz?

-Bu kadar çok yazan olunca ödül de çok olacak elbet. Her ödül bir sınanmadır. Ödül; alanına, yerini gösterir, yeni sorumluluk yükler. Bir yandan da seçici kurullarına teğet geçer. İşlevinden sapmış ödülleri anıştırmak istiyorsanız, o, verene, alana yönelir, ödülle gevşeyenleri ilgilendirir. Bu arada şunu da söylemek isterim: Ben ödüllerin kimilerini yüreklendirme, genç yazarlara ön açma olarak görür, iğnelemekten kaçınırım. Ödüller, zamanın küpünde demlenen şarap gibidir; sonunda sirkeleşir mi, tadı taraveti artar mı, o başka…

Yukarıda, yazılı düşünüşte boyutlanamadığımızdan, gül gömümüzü eşeleyip yeni çiçeklerine domurtamadığımızdan yakındım. Melih Cevdet Anday’ın bir yazısından da, acı acı anımsıyorum: Üniversite bitirmişlerden yedisi, öğretimde aşama yükselmek için Fransa’ya gitmiş. Onlara ikinci bir dil seçiniz demişler. Kolay sanıp Türkçeyi seçmişler. Dil bilgimizin gelişmesine katkıda bulunan Jan Döni’nin sınavında 6’sı başarısız olmuş. Yakınmamın nedeni bu!

Bizi yönetendenler kimileri demeç verir. Çelişkileri ortaya döküldü mü “Söz maksadını (amacını) aştı.” diye dönüş yapıverirler. Yaşadığımız açmazları gördükçe; önce sözle insanları inandırıp ölüm kalım savaşına sokan Mustafa Kemal’i düşünüyorum ve utanarak ve sözü, tumturaklı laf etmek sananlarla, onlara aldananlara gönderme yaparak. Sözünü çekip çeviremeyenin, diyeceğini doğru diyemeyenin sözüne inanılır mı?

- Sayın Bolulu, bize zaman ayırdığınız için okurlarımız adına teşekkür ediyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

       

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )