BOLULU'YA SAYGI - GÜNCEL SANAT

BOLULU'YA SAYGI - GÜNCEL SANAT


TÜRK DEVRİMİNDE VE EVRENSELDE
KENDİSİNİ ARAYIŞ
(Osman Bolulu ile Söyleşi)

Arslan Bayır- Sayın Bolulu 75 yıllık yaşamınız boyunca genelde ve edebiyat alanında yapmak isteyip de yapamadığınız ya da yapamadıklarınız var mı?
Osman Bolulu – 74’ü dolduralı iki ay olmadı. 75’ten alacağım var daha. Yapacaklarım da var.
İnsanoğlu, temelde kişisel istekler, özlemler yumağıdır. Ne çok şeye özenir, ne çok şey düşler? Bütün düşlerini, özlemlerini gerçekleştirmiş insan olmamıştır / olamaz da… Herkes dünyayı yeniden keşfeder. Önemli olan insanın kendisini keşfetmesi, neyi yapıp yapamayacağını keşfetmesidir. Kolay mı bu? Doğa acımasızdır, yaşam engellerle doludur. Acıların, zorlukların çetin sınavından geçeceksiniz. Kendisini keşfedemeyenler kurulu düzene teslim olur, yaşamı yazgı olarak kabul eder, onun yelinde savrulup gider. Kimi, doğanın, yaşamın zorluklarından yakınıdan kurtulamaz; kimisi de kendisini, yaşamı doğru algılayamadığı için, yetemeyeceği düşlerin, özlemlerin ardında seğirterek öğütür ömrünü.
Zorlukların çetelesi diyebileceğim yaşamımın içinde, kendi aradım ben. Olan bitenden, kitaplardan kendimi öğrenmeye çalıştım. Zorluklardan eğitim aldım. Olanağı kısır toplum kesiminde doğmaktan yakınma yolunu seçmedim. Önümü kesen olumsuzluklarla savaşıp, onun içinden çıkarmaya çalıştım kendimi. Şunlar, bunlar elimde olsaydı, ben şuraya, buraya ulaşbilirdim yakınısından olsaydım, elime ne geçerdi? Hiç! Elimde ne varsa, o’yum ben.
Bu adam ham geldiği dünyadan ham olarak gitmiş, insanlığın birikimlerini yemiş, insanlık adına atağa geçmemiş, hiç izi kalmamış demesinler, onun çabasını sürdürüyorum / sürdüreceğim yaşadıkça..
Edebiyat alanında, kim bütün özlemlerini gerçekleştir miş ki? Özlemleriniz biterse, yaşam da biter, edebiyat da biter. Edebiyat adamanın işi, doğrunun, iyinin, güzelin ardına koşulmuş bir uzun koşudur.
Arslan Bayır – Tüm yapıtlarınızda dil öne çıkıyor. Kitaplarınızı inceleyen ortak yazarların da ortak kanısı bu yönde, bunu biraz açabalir miyiz?
Osman Bolulu- Dille düşünüş iç içedir: Birbirini yeder, evriltir. Dil, bir ulusun yaşama bakışının, yaşamı algılayış ve değerlendirişinin – tarih içinde ve yaşamın engelleriyle boğuşa boğusa oluşmuş- düşünüşünün dizgeleşmişidir. Ulusun,yaşama bakışı, yaşamı algılayış ve değerlendirişi diline yansır. Felsefesinin,biliminin kültürünün, uygarlık düzeyinin omurgasıdır dili. Yurt dediğiniz toprak parçasını yitirirseniz, başka bir toprağa konuşlanabilirsiniz. Dilinizi yitirseniz, yurtsuz/kimliksiz kalırsınız. Tarihin derinliklerine gömülürsünüz.
Bir ulusun kimliği, sözlü yazılı ürünlerindedir. Biz, Cumhuriyetle uluslaşma, kültürleşme, dolayısıyla aydınlanma ve uygarlaşma yoluna girmiştik. Ne yazık ki, önü kesildi. Söz arası, şunu da belirteyim: Bizi, tarihin derinliklerinden bugüne getiren salt kahramanlıklarımız değil: İşlek, üretken, üretimli anadilimizdir.
Aydınlama sürecimize ket vuruluşundan ötürü, yazılı ve sözlü dil ürünlerimizi dünü ve bügünü ile inecelemede, irdelemede aksak kaldık. Cumhuriyetin devrimini yeterli saydık. Dil devriminin getirileriyle yetindiğimiz için düşünüş boyutumuzu büyütemedik. Sözü, söylemi aynı kalıplarla kullandığımız için, aynı yerde dönenip duruyoruz. Türkçenin olanaklarını kullanabilseydik; düşünüşte daha ileriye sıçrayabilirdik, çağın uygarlığını yakalayabilir, ötesine geçerdik. Edebiyatımız, sanatımız görkem kazanırdı. Demokrasimiz, topallamazdı. Bugün, dünyanın yedeğinde yelpelenmezdik, diye düşünüyor, ona yazıklanıyorum. Benim dile özenim, dil titizliğim, buradan geliyor.

Dil dediğimiz zaman, salt sözü anlamayalım: Müzikten yontuya, resme, baleye varıncaya kadar, her sanat bir dildir. Hele edebiyat dilsiz olur mu? Yazıklandığım, dilimiz ve özümüz üzerinden evrensele yönelen ivme hızımızı çoğaltamayaşımızdır.
Arslan Bayır – ‘Korkacaksan Kitapsızlardan Kork’ benim için de dikkat çeken bir eserinizdi. Kitap okuyana fazla itibar yok gibi. Biz kitapsızlardan mı korkacağız?
Osman Bolulu – Kitapsız kafa çöle benzer. Ona ne eker, ondan ne biçebilirsiniz? Kitapsız kafayı, beselenme kaynağı ve akağı olmayan bir durgun gölete de benzetebilirsiniz. Durgun su, durduğu yerde, zararlı yaratıklar üretir. Din tarihi, 28 bin peygamberden söz ediyor. Ama kitaplı olan dördünü önemsiyor. Bugün, onların çağını doldurmuş öğretileri değil mi, insanlığı yaşanılası gerçek dünyadan koparan, insanlığın bir kesimini, din tacirlerinin sömürü aracı yapan?
Ret-Kit okumakla öğünen cumhurbaşkanları görmüş olabiliriz. İnakçı kitapların katı öğretisine saplanmış, kafaların en yüce/kamusal koltuklarda oturduğunu görebiliriz. İnsanı, insan yapan sözdür. Kitap sözün damıtılmışıdır. Kafası kitapla beslenmemiş, yüreği incelmemiş -dolayısıyla insanlaşmamış- ve insana tecim nesnesi gibi bakanlar coğaldı, baskınlaştı diye, onlara teslim mi olacağız? Kitapsızlar, inak kitaplarıyla insanlığı yenmeye soyunmuşsa, niçin biz de insanı , daha insanlaştıran kitaplarla savaşımı durmayalım? Aydınlanmanın, insanlaşmanın kaynağı kitap değil mi?
Arslan Bayır – İkinci kitabınızdan 30 yıl sonra şiirleriniz tekrar gündeme gelir ama Cemal Süreya sizin için ‘ gizli şair’ der. Gerçekten öyle miydiniz, bu süre içinde? Şair’in /ş/sindeki çengel düştü ‘sair’ oldum demişsiniz, geçmişte: Ne demek istemiştiniz? Bir dokundarmam mı vardı birilerine ya da bir yerlere?
Osman Bolulu – Sözünüzü ettiğiniz 30 yılda, az yazmış olabilirim. Yaşamın içindeydim ama…Ülkemizi kıskacına alan, gençlerimizi kıyan karabasanla boğuşuyordum. Ülkenizin sorunlarıyla boğuşmadan, yaşamını, insanını tanımadan, neyi yazabilir, neyi söyleyebilirsiniz? Edebiyat dediğin, şiir dediğin, kitap dediğin yaşamın olgularından almıyor mu istimini? Belki yazısı kıt bir dönemdi o. Ama yaşamın acı-tatlı şiirini yaşıyordum. Yaşam, başlı başına bir şiirdir: Acısını da tatlısını da söz ya da davranış, duruş olarak yaşarsınız. Bir sınanma, evrilme tezagâhı sayıyorum, o ara vermeyi.
Yazmıyormuşum ama duruşumda, tavrımda bir şairlik varmış ki, Cemal Süreya öyle demiş. Sosyal eylemlerin içindeydim de, sözü slogana koşmuyor, edebiyatı siyasya teslim etmek istemiyordum. Benim şiirim, o sıralar – kimi çevrelerce- önemsenmiyordu. O nedenle yapmış olmalıyım o espriyi. Ucu birilerine dokunuyorsa, dün de bugün de kime değerse, onlar da payını alsın desem başkalarını incitirim. Kendimle gırgır geçmeyi severim de…
Arslan Bayır – Sizi tanıyanlar ‘ dik adam’ diye nitelendiriyorlar. Bu, bir sertlik ifadesi mi? Şiirleriniz, kitaplarınızın adları sevgi dolu sanki. İçinizdeki çocukluk keşfedilmemişi acaba?
Osman Bolulu - ‘Dik’ ve ‘sert’ sözcükleri; esnekliği olmayan, zor, hırçın, bağışlamasız, hoşgörüsüz, gönül kırıcı, katı, ters anlamlarıyla benim kimliğime yazılamaz. Yalnız, o iki sözcüğün içindeki anlamlardan ikisini bulabilirsiniz bende: Eğik değilim, yer çekiminin, her türlü baskı, çıkar çekimlerinin yelinde eğilmem, dikeyimdeyimdir hep. Nerede, kim olursa olsun insana yönelen kötülüklerin karşısına sert bir kaya gibi dikilirim. Yazımla, duruşumla savaşırım onlarla. En azından, onların acısını yaşarım. Dünya kuruldu kurulalı akla kara, iyiyle kötü savatadır. İnsanlığın olumlu gelişimleri; ak’ı yeğleyenlerin, iyi’ye koşuların getirisidir. İyi’nin, ak’ın yanında yer almak, insanlaşmaktır. Kötüler yataya basıp geçerler; diki’n tepesine boyları yetmez, ürkerler ondan.
Dostlarım, beni tanıyanlar bilirler, benim nerede susacağımı, nerede atağa geçeceğimi. İlkelerim, bilinçle biçimlenmiş görüşlerim çiğneniyorsa, orada dikelirim. Dedeğiniz dik adam, yürekli adam sözününün açılımını yapmışım ‘İnsanlığın Solmaz Gülleri’ adlı kitabımda (s.2) “ Beni yürekli, dik adam olarak nitelendirir çevrem.(……) İnsanlık değerlerinin hiçlendiği, ulusal değerlerin kağşatıldığı, yalanın, saptırmacanının egemen kılınmaya çalışıldığı zamanlar ayaklanmış, zulme karşı durmaya çalışmışımdır. İnsanlık ödevimi aksatmamak, sorumluluk bilincimi korumak için. Çünkü o ödev duygusunu, sorumluluk bilincini bana kazandıran insanlıktı, ulusumdu. Onlara borcumu ödemek zorundaydım. Yoksa öyle yiğitlik, ne gezer bende?”
Külhanilik, kendisine yer edinmek için değildir, benim dikelişim. Doğrudan özüme yöneliş hiç değildir, insanlıktandır. Bunun, acılarını çok çektim, ama cayamadım. Çünkü insanlıktan soyutlanır, insanlığa ihanet etmiş olurdum.
Her yazar, aslında kendisini yazar. Bunun çıkağı, ilk kaynağı çocukkluğundaki algılanmalarıdır. Benim her türlü yazınsal ürünlerim, bir olgudan, yaşanmışlıktan yola çıkar. Dibinde yatan çocukluğum, yaşam serüvenimdir.
Arslan Boyır- Öykücülüğünüz ‘Yağmur Sonrası’nda mı kaldı? Bu dalda tek eser verdiniz, neden acaba?
Osman Bolulu – ‘Yağmur Sonrası’ bir öykü denemesi: Bilinen, alışılmış öykü türüne saygım var, onu inkar etmiyorum. Ama aynı biçemin, yöntemin, tekniğin biraz dışına çıkarak anlatımın, türlerin, söylemin değiştirilmesi gerektiğini; böylece sanatın, anlatımın, düşüncenin boyutlanacağını düşünüyorum. Alışılmış öykü tekniğinden, bir ölçüde yararlanmakla birlikte, alışılmış öykü anlatımından, serimi, düğümü, anadüşünceli, sonucu bulunan, çarpıcı söyleyişten biraz olsun uzaklaşmak çabasıyla yazdım öykülerimi.
Şiirde dili yoğuran düşünüş; dille felsefenin akrabalığından denemeye götürdü beni. Her türlü görüş ve düşünüşü özgürce işlemeye elverişli deneme daha çekici gelip baskınlaşınca, öykü arka plana itildi. Özleminden kurtulamıyorum, ama öyküyü sürdürmeye fırsatım olacak mı, bilemiyorum.
Arslan Bayır - Atatürkçü ve köy enstitüsü çıkışlı bir öğretmen olarak söyleyecekleriniz bitmemiştir sanırım?
Osman Bolulu - Duygusal, coşkucu, Atatürk’ü kavgalarının dayanağı, nesnesi gibi kullanan Atatürkçülerinden değilim. Geçtiğimiz yıl, üniversite rektörlerinden 23’ ü Anıtkabir’e gidip, gericileri, Atatürk’e şikâyet etti. Şikâyet; bir uluya, bir büyüğe gidip yardım, koruma dileğinden bulunmak, ondan medet dilenmektir. Atatürk’ü bir tapınç nesnesi, tabu durumuna düşürmüş oluyorlardı. Çalılara çaput bağlayıp, ağrısının sızısının geçmesini dileyen zavallı kadınlardan ne ayrımı vardı bunların? Ta 1930’larda başlayan gerici kalkışmanın ucu kendilerine dokukunca mı, aymışlardı?
Atatürkçülük, bir düşünüş dizgesidir. Atatürk, aynı zamanda bir filizoftur: Düşünsel toprağı olmayan, toplumsal tabanı elverişsiz bir ülkede, O’nun neyi başardığını, Türkiye Cumhuriyetinin, Kurtuluş Savaşı felsefesinin üstüne kurulduğunu anlayabilmiş miydik? Anmalın hırsına tutulmuş çıkar çevreleri, dahası bizi yönetmeye yeltenenlerden kimileri; dünyada siyasal düzenlere açılım getiren ve insanlık ülküsünü muştulayan üç büyük olayı unutmuş görünüyor: 1789 Fransız Devrimi, insan haklarına yönelişin ve demokrasiye gidişin yol ağzı oldu. 1917 Sovyet Devrimi, kapitalizmi sarstı, çalışanların haklarını hayata geçirmeye ön açtı. Ama giderek ülküsünü ütopyada bırakıp parti bürokrasisine/diktasına teslim olduğu ve temelinden Çarlık politikasını sökemediği için dağıldı. 1919’da emperyalizme/ kapitalizme karşı ayaklanan Türk Kurtuluş Savaşı, emperyalist/ kapitalist saldırının kırılabileceğinin en gerçek, en somut örneğidir.
Gazi Mustafa Kemal, yurdunu yakıp yıkan, insanını yorgun ve bitkin düşürenlere kinden uzak durdu: “Yurtta barış, dünyada barış.”la. yola çıktı. Çağıncıl düşünüşe yöneldi, bilimi kılavuz edindi. Sömürüsüz, saldırısız, birbirinin egemenliğine saygılı uluslar/devletler önerisini uygulayarak; emperyalizmin/ kapitalizmin sömürü alanı sayılan üçüncü dünyaya bağımsızlık yolunu açtı. Şimdi dünyayı elektrometal araçlarıyla parçalayıp, soygununa köle yapmak isteyenlerin karşısına dikilenlerin ülküsü, işte o kişilikli Ankara’dandır, Gazi Mustafa Kemaldendir. Dünyanın neresinde para imparatorluğuna, anamalcı kuşatmaya ve insanlık değerlerinin parçalanmasına karşı çıkan varsa, onların nabzında Türk Kurtuluş Savaşının kanı atıyor, yüreklerinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk yatıyor. Kurtuluş Savaşından çıkarılmış Atatürkçü düşünüş, kimliğini, gücünü, yalnız ulusal niteliğinden almıyor. Temeli, evrensel insanlık ülküsüdür, omurgası bağımsızlık halkalarıyla örülmüştür. Bütün insanlığı, barış içinde ve birbirine saygıyla dik tutuşun simgesidir, Atatürkçü düşünüş. Atatürk’ün Ankara’sı, şimdiki Birleşmiş Milletler örgütü gibi, birkaç egemenin buyruğunda ve kuyruğundaki uyduruk barışın değil, gerçek insanlık ülküsünün başkentiydi.
Şimdi neyi yaşıyoruz? Bir yanda Atatürk münâfıkları, öte yanda Hz. Muhammet münâfıkları, ülkeyi geriyor, insanımızı, birbiriyle sürtüştürüyor. Üstüne üstlük, ulusal kimliğimizden ödün vererek, ulusal bağımsızlığımızdan soyunarak, kılık değiştirmiş anamalcılığa, yayımacılığa yamanmak için çırpınıyoruz. Başkasının gölgesi olana kimlik kartı verirler mi, kim, öylesini eşiti sayar? Kurtuluş Savaşı felsefesini doğru algılasaydık, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, düşünüş dizgesiyle kavrayabilseydik, bugünkü ayıbı yaşar mıydık?…
Atatürk’ün eğitim görüşü neydi? “ Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem: Bilgiyi insan için gereksiz bir süs, başkasına üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygar bir zevkten çok, yaşanılan hayatta başarılı olmayı sağlayan ve uygulanabilir bir donanım ve güç durumuna getirmektir (1 Mart 1923)” demişti O. Cumhuriyet eğitimi, buna göre ayarlanmıştı.
Köy Enstitüleri, böylesi bir eğitimin kurumaları içinde; bilgiyi, beceriyi doğrudan uygulamaya yönelik, ulusal ve bizim yapımıza özgü, üretici eğitim kurumlarından birisiydi. Cumhuriyetin, çağdaş anlayışın insanını tabandan /köyden yetiştirmeye başlayacaktınız. O vakitler nüfusun %80’nini oluşturan köylüyü eğitecek, kafasını çağa uyarlayacaktınız. İnsanlık bilinci kazandıracaktınız. Düşünecek; kendisini ve çevresini sorgulayacaktı. Üretim biçimi değiştirilecek; üretimi artacak, üretimini satmak için yol, su , gerekli aygıtları isteyecek, kente ulaşacak. Duruk yaşamdan kurtulacaktı. Cumhuriyetçi, çağcıl görüş, tabandan yeşertilecekti. 1940’lara doğru, Avrupa’nın İtalya’sında, Almanya’sında faşizm yaşanırken, Türkiye’de köy enstitüleriyle gerçek demokrasinin alt toprağı hazırlanıyordu. Cumhuriyet, dipten tepeye doğru, birbirinden beslenen bir yaşam düzenine ulaşacaktı. Duruk/ kapalı toplumu sağanlar, çıkarlarına ket vuruluyor diye rahatsız oldular, köy enstitüleri kapatıldı. Köy enstitülerinin kapatılması, Cumhuriyetin eğitim ayaklarından birisinin kesilmesidir. Orada kaldılar mı, yavaş yavaş, bütün eğitim kurumlarını, çağıncıllıktan soydular, sonra tümü imam-hatipleştirdiler. Bugünkü yaşamadığımız açmaz buradan geliyor.
Türk devrimi, aydınlanması; çağını aşan, ucu hep ileriye açık, gelişmeci, değiştirici dönüştürücü toplumsal düzen kurma girişimidir. Yok olması noktasındaki bir ulusu çağıncıl evrime yönelten bir tansık (mucize)ın dünyadaki ilk örneğidir. Onu, salt köy enstitüleriyle yorumlamak, Türk devrimini, aydınlamasını eksik değerlendirmek olur. Köy enstitülülük onurumdur. Ama köy enstitüsü fetişizminde değilim. Kurtuluş Savaşı felsefesinden, Atatürkçü düşünüş dizgesinden bakıyorum yaşama.

Aslan Kardeş,
Bu yazı, dizgicilerin alıştığı türden bir yazı değildir. Dizgicinin sözcükleri, cümle kuruluşlarını, noktamalayı tam uygulamakta zorlanacağını biliyorum. Bunun yeterli ya da yetersiz yayımlanması hem senin, hem benim üstüme fatura edilir. Çünkü soran ve Derginin yetkilisi sensin, ben de yanıtlayanı.İkimizi de eksikliğe düşürmemek için, gereken titizliği göstereceğine, dizgiyi, özenle denetleyeceğine güveniyorum.
Sağlık,esenlik dileklerime sevgi, saygılarımı ekliyorum.
Osman Bolulu

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

OSMAN BOLULU'NUN ARSLAN BAYIR'A YAZDIĞI MEKTUPLAR

Saygıdeğer Kardeşim
Arslan Bayır,


Dergi içindeki notlarını okuyor, isteklerine yanıt veremediğim için üzülüyor, sanki seni, dergini önemsememiş gibi bir izlenim yaratacağı kuşkusuna düşüyorum. Durum hiç de öyle değil: Ben koca kentlerin dışındaki dergilerin tümünü kardeş sayarım. Kültürümüz edebiyatımız belli kesimlerin tekeline düşmesin bütünüyle varsıllaşsın isterim. Bu konuda düzeyleri ne olursa olsun bütün dergilerin, edebiyat, sanat çalışmaları önemlidir. Onlarla yaratılacaktır kültür iklimimiz.
Sana gelince, seni hiç kıramam, dostluk ilişkimize gölge düşsün istemem. Adana dergilerine dün bir şeyler gönderdim. Sanki Aykırısanat’ı ıskalamış gibi bir acı düştü içeme. Dediğin düzyazı türünden bir şey elimde. Sonra sen “yazıları değiştirir, özetleriz” gibi bir kayıt koymuşsun, ya bana da uygularsan ne yaparım? Şimdiye kadar dilimizin doğru kullanımı ve anlamı konusunda 80’e yakın yazım çıkmış. Bunlardan 30 kadarı başka yerlere alıntılanmış. Yazı, bir anlatım mimarisidir. Ona en çok özen gösterenlerden birisiyim ve başkalarının yazdıklarını da bu yönden eleştiriyorum. Sen o kaydı koymakta kendince haklısın, dergi için gerekli. Ama uygulanınca yazımın mimarisi bozulduğunda eleştirdiklerim, beni topa tutmaz mı?
Seni yanıtsız bırakmamak için ve öteki Adana dergilerine gönderirken Aykırısanat’a saygısızlık etmemek için bir şiir gönderiyor, şimdilik bununla beni bağışlamanı diliyorum.
Bakıyorum, Aykırısanat’ın oranı genişliyor, yazanı çoğalıyor. Kutlarım. Herhalde çok yazı geldiği ve kimseyi kırmamak için her sayıya çok yazı koyuyorsunuz. Düzen sıkışıklaşıyor, görünüş nefessiz kalıyor. Şimdilik bu uzun şiiri şöyle simetrik iki sayfaya rahatça yerleştirme olanağın olacak mı? Epeyden beri yazısı çıkmadı diye bana bir yer rüşvetini verebilecek misin? Doğrusu sıkışık olacaksa yayınlanmamasını yeğlerim. O zaman bu şiiri okusun, özel dosyasına koysun diye Aslan Kardeşe gönderilmiş sayar alınmam.
Sağlık, esenliklerimle sevgi ve saygılarla öperim kardeş.
İ
mza
Osman Bolulu
9 Temmuz 2003

 

 

Oran/ Ankara, 28 Ocak 2004

 

 


Arslan Kardeş,


Zaman zaman yazı istersin. Yetişemem, seni kırdım mı diye üzüntüye kapılırım. Benimki, bir dostu ihmal değil: Vaktiyle sürdürdüğüm şahane tembelliklerin acısı, şimdi daha çok batıyor içime: Düşlediğim yapmak istediğim ne kadar çok şeyi ertelemişim. Hayıflanıyorum. Belli bir yaşa geldim: Önümde bir koyun ömründen (16 yıl) daha az zaman var. Doğa yasalarının insafına sığınmazsın. Azrail bir hal edebilir. Korku düştü yüreğime: Sadece canımdan ötürü korkmuyorum: Yapacaklarımı yapamadım da ondan. Arşivimi düzenliyorum. Ölümün elinden bir şeyler kurtarmak için yazmaya çalışıyorum. Bakalım onları sağken yapabilecek miyim? Yoksa, bir yerlerde boynu bükük mü kalacak, son çalışmalarım? Bir de önceden bağlandığım, sanki onlara sürekli yazmak zorundaymışım gibi olan yerler var: Ta yurt dışına kadar. Bu kadar özür Aykırısanat’ı önemsememek sanısını silebilir sanırım.
Seninle Edebiyatçılar Derneği’nin genel kurulunda görüşebiliriz diye düşünüyordum. Bilmem, sen katıldın. Rahatsızdım, ben gidemedim toplantıya.
Bizim Aslan Kardeş, beni Danışma Kuruluna aldı. Şiir seçici kurulu arasında adımın geçtiğini duydum. Mehmet Aydın’ın önerisiyle sanırım. Ama niçin bana göndermiyor, kendisine hatırlatayım diyordum. 64. sayı geldi hele ki. Muzaffer İzgü adına güzel olmuş. Yaptığınız bir değerbilirlik. Vurguncu, soyguncu, talancı, hortumcu, rüşvetçi takımı birbirini desteklerken; sanat edebiyat erbabı, niçin elleşmesin? Edebiyat tarihine, namuslu kayıt geçiyorsunuz. Sağ olun!
BİR DE DOĞA ÖĞRETMEN VAR adlı yazımı ekte sunuyorum. Uçuk kaçık kendi özelini sergileyen, kösnüllük üstüne kalem oynatmayı hüner sayanların hoşuna gitmez belki. Biz bu toprak, bu insan için yazıyoruz. Yazarlıktan önce toplumsal sorumluluk bizimki. Halkımıza borcumuzu ödüyoruz, onu yazmakla. Seni ve derginizi karınca kararınca, kendi toprağını seslendirdiği için seviyorum.
Yazılarım masanın gözünde günlerce bekletir, onu unutur gibi olduğumdan çıkarır, başkasının, insafsız gözüyle okurum. Elin hoşuna gider gitmez, onu bilmem. Ama yazımı beğendim: Gerçeğin, bizim kökenimizden ve toplumsal iklimimizden sürmesini ve kişilik yapımızın oluşumunu konu edinip, işlediği için.
Belli yazın çevresinin kalemine düşmeyen sözcükler var içinde. Onları inadına kullanıyorum. Benim kültürümün, benim halkımın dilinden değil mi onlar? Onlara niçin ırak oldukları dille sesleneyim. Ayrıca sözü söylemi aynı sözcük kadrosu. Ayrı anlatım kalıplarıyla sunduğumuz için, duyuş, düşünüşümüzü boyutlandıramıyoruz düşüncesindeyim. Yetebildiğim kadarıyla sözle söylemle anlatım biçimine yenilik katarak, yazılı düşünüşümüzün boyutlanmasına çabalıyorum da onun için öyle yazıyorum. Yoksa ötekilerin yaptığının dik alasını yapabilirim. Örneklerim de var, ama dediğim açılıma yönelik olarak.
Kendimden çok mu söz ettim? Mayası benden olan sana söyleyemeyeceğim de kime diyeceğim bunları?
Sağlık, esenlik dileklerime sevgi ve saygılarımı ekliyorum. Babacanoğlu ve dergiye emeği geçen bütün dostlara da selam ve sevgilerimi ilet lütfen.


Osman Bolulu
imza


Bu sayfanın altında bir başka yazı başlığı diyebileceğim ve diğer sayfada devam eden bir şiir ve yazı ekli (İmzadan sonra olduğu için bu notu düştüm. AB.)

AZRAİL deyince bir şiir geldi aklıma. Onu da ekleyeceğim.


KALIT

Artık buluşma yeri
Cenaze törenleri

Yelkovan sele gitti
Akrep fırtınada
Altında minnacık bir ada
Gözünü yumsan
Ayağının dibinde çocukluğun
Bu muydu, uzun koştuğun?

Kardeşin Azrail
Mesafe uzun değil

Daha çok doğur
İvedi sula çiçeklerini
Elbet biri bulur
Açık denizdeki yerini


OSMAN BOLULU

 

 

Arslan Kardeş,


Gençlikte, dağdan aşağı vurmuş sel gibi heyecanlarımızı çağıldatıyoruz. Duygularımızın hızında sürükleniyoruz. Hele birikimlerimiz yeterli değilse, hayatın yanlışından doğrusundan damıtılmış çıkarlarımız kıvamını almamışsa; o coşkunun, o hızlı akışınız içinde kendimizi salt gerçeğiyle tanıyamıyor, gereken konumuna oturtamıyoruz. O gençlik seli, düze inince duruluyor, İçi dolu yaygınlık kazanıyor: Önceki hızın ölçümlü kullanılması gerektiğini, yayılış içinde kucakladığınız genişliğine dahil edileceklerden kimilerini ıskaladığınızı görüyor, burkuluyorsunuz. Azrail, erken namussuzluk ederse kendinizi tamamlamadan, diyeceğinizi diyemeden göçüyorsunuz. Aslında sizin ederiniz o değildi, çapınız daha oylumluydu. Ama olgunlaşmaya tam ulaşamamış meyveliğiniz ölçüsüne terazi vurulmuyorsunuz; gerçek ağırlığınızdan yeğnik düşüyorsunuz.
Azrail denen hergeleden yakınsam da ben şanslı insanım: Birçok yazarın yaşını aştım, nerede olduğumu, ne yapmam gerektiğini biliyorum, epeyden beri 5-6 yıl daha sağlıkla beynimin kalemimin işleyeceğini sanıyorum. Kimi zaman dostları ihmal eder gibi görünüyorsam, o eski aymazlığın açığına koşulmaktan.
Bilirsin, bilirsin de, bir de dam düşenden, sana bir şeyler ileteyim diye bilencenlik ettim. Hoş göresin olur mu?


İmza
Osman Bolulu


Not: İki sayfalık mektup bilgisayar ile yazılmış. Mektubun birinci sayfasında kırmızı kalemle (ki Osman Abinin kırmızı çizgileri meşhur ve keskindir. AB) yazılmış bir notu var:
DİZGİCİYE lütfen, benim adıma rica et: Yazılarım, dizgi yanlışıyla yayınlandığı zaman; dokuz ay karnında taşıdığının sakatlığına üzülen ananın acısını çekiyorum. Beni bundan koruyunuz lütfen.
Not: ‘Benim bu mektubu aldığımda aklıma gelen şuydu: Osman Abi mektup için en boş zamanlarının birini bulmuş ki, bana uzun ve öneriye yakın mektup yazmış diye not düşmüşüm zarfın dışına AB.’
(28 Ocak 2004 tarihinde yazmış olduğu mektubun aynısının bir kopyasına 11 Mart 2004 tarihinde ilave yapılarak tekrar gönderilmiş. Sanıyorum bu ara bir telefon görüşmesi yapılmış ki, mektubun gelmediğini söylemiş olacağım, diye düşünüyorum. Bu da anlaşılıyor ki Osman Abi yazdıklarını bilgisayara kayıt ediyor. Ben de mektuplarımı çift nüsha yazarım. AB.)
İlave şöyle:
Ek: 11 Mart 2004
Aslan Kardeş

Telefon konuşmamızdan öğrendim ki, yukarıdaki mektubum postanın azizliğine(!) uğramış. Şimdi bir kitapla birlikte, onu sana sunuyorum. Tansu Bele’nin benim denemeciliğim üzerine yazdığı kitap da yakında çıkıyor. Onu da göndereceğim.
Önümüzdeki Ağustos’ta 75’e giriyorum. Size uygunsa, olanaklıysa, Aykırısanat’ın Temmuz / Ağustos ya da Eylül / Ekim sayısının bana ayrılmasını rica ediyorum. Ona girebilecek birkaç yazı bende hazır. Dileğimiz uygun bulunursa sunarım? Sen de belki dergi de ilan ederek, kimi yazarlardan yazı alabilirsin diyorum.
Sizce, bu dilek uygun görülmeyecekse, canınız sağ olsun der, sevgi ve saygıyla öperim.
İmza
12.3.2004
Osman Bolulu

 

Aslan Kardeş,


Aykırısanat’ın Kasım/ Aralık 2004 sayıını bana ayırmanız, bir değerbilirlik ve çok anlamlı: Beni hem bir yazar hem de bir eğitimci olarak düşünüp böyle bu tarihi seçmeniz, beni duygulandırıyor. Aykırısanat’ı yıllardır sürdüren kardeşlerimin salt yazarlığa tutunarak öğretmenliği dışlamadıklarını gösteriyor. Benim yazarlığımla öğretmenliği taydaş tutuşunuza sevindim. Sizlerle, yazar ve eğitimci olarak birleşiyor; aynı örste doğuyoruz dili, düşünceyi ve de doğru eğitilmemişlere, bir yere varılamayacağına, birlikte parmak basmış oluyoruz. Ne güzel! Baksanıza, doğru eğitimden geçmedikleri için insanlaşamamışlar, yüreğimizi çırpıntıya sokuyor, kuşkulara düşürüyor bizi. Yaptığınız bana gösterdiğiniz değerbilirliğin ötesinde, eğitimsiz, sağlıksız edebiyatla uygarlaşılamayacağını somutlayan güzel bir örnek.
* Söz konusu sayı için bana gelen yazıları diskete aldım. Gönderiyorum.
* Ayrıca çıktılarını da aldım. Bir ön denetimden geçiresiniz diye.
* Dergide yer alacak yazıların dizilmesini başta veriyorum.
* Bu yazıların diziliş, dergide yer alış sırasını da öneriyorum. Yazdım.
* Fotoğrafların kopyasını da dosyaya koyuyorum.
* Fotoğrafların arkasına numaraları, kırmızı kalemle yazılmıştır.
* Fotoğraflar için önerilerimi belirttim. Alt yazılarını açıkladım. Bunu ve tarihlerini aksatmadan yerlerine yerleştireceğinize inanıyorum.
* Kitap kapaklarınında fotoğraflarını çektirdim. Onları da ekliyorum.
Posta çeki hesabına .... yatırdım. “ Ne gereği vardı ağabey?” deme. İki dergi çıkardım, iki dergiyi de yönettim. Dergiciliğin zorluğunu ve muhanetliğini yaşadım. Birisi, bana yeni çıkmış kitabını getirir, en azından kağıt parasını vermeden almam onu. Bizim gibiler, her durumda birbiriyle elleşmeli. Bizim ahlakımızın gereği bu! Bana darılma olur mu?
Gönderdiğim yazılar kabarık. Derginin sayfaları artacak. Bunu, bile bile sizi zora sokma hakkını nerden alıyorum. Bir daha kim benim için, böyle bir özel sayı hazırlayacak? Bu fırsat değerlendirilsin; hem Aykırsanat’ın ele aldığı konuyu. Enine boyuna işlediği görülsün hem de Osman Bolulu’nun yazınsal kimliği için sağlam bir kaynak olsun, diye böylesini isteme cesaretini buldum kendimde. Gelecekte bana eğilecekler olursa, Aykırısanat, kaynak olur, diye düşündüm. Üstelik de özel sayılardan, konu olan yazarlara gönderdiğiniz sayıdan 60 tane fazlasını istiyorum. Çünkü 70-80 adedinin yalnız Ankara Dostlarına ve cevreme yetmeyeceğini biliyorum da... Şimdilik gönderebildiğim .......milyon lira, derginin normalini aşan giderini karşılaya bilir mi, bilmem. Şu anda olanağım o kadardı da... Gerekirse, sonradan ekleme yaparım.
Tansu Bele’den üç yazı (3,5,6. Sıradakiler) var. Uzun da. Tansu Bele, benim için uzun bir çalışma yapmıştı. Kum Yayınları, onların tümünü yayımlama olanağı bulamamış, yalnız denemeye ilişkin bölümünü kitaplaştırmıştı. Sözü edilen yazılar, Tansu ‘nun elinden çıktı ama, 18 yazarın görüşleri alıntılanmış. Bir anlamda, o yazılar tek kişinin değil, 19 yazarın görüş ve kanıları. Osman Bolulu’nun yazınsal kimliğini, tam vermek için gerekli. Bir şey daha var: Tansu’nun o yazıları, 75. Yaş dönümüm için hazıranacak kitaba alınacak ve kaynak olarak Aykırısanat kaynak gösterilecek. böylece adınız ve hizmetiniz edebiyat tarihine belge olacak. Bu konuda yardımınızı esirgemeyeceğinize güveniyorum.
Ahmet Özer yazısını internetten göndermiş. Ama içinde bir iki dizgi yanlışı varmış. Başka bir dergiye internetle gönderdiği yazısı yanlış çıkmış, üzülmüş. Konuştuk, kendisinden izin alarak, benim disketin içine aldım. Yazısının buradan dergiye alınmasını istiyor Ahmet.
Senin söyleşi için göndereceğin soruların yanıtını, üç beş gün içinde diksetle ulaştırırım. Mahmut Makal da bir yazı göndereceğini söyledi. Dün Babacanoğlu ile görüştük. Benden Atatürk şiirimi istedi, vereceğim. O da bu konuda yazacakmış.
Aykırsanat’a yakışacak, beni de üzmeyecek ve gönendirecek güzel sayı çıkaracağınıza inanla, başta sen olmak üzere, hepinize , eksilmez sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Not: Fotoğraflar yalnız bilgisayar çıktı olarak değil, film olarak yayınlanırsa daha güzel olur. ( Bu not. el yazısı ile yazılmış. AB)


İmza
Osman Bolulu
29 Eylül 2004

Not: Kendisi için çıkarılacak özel sayı için, üç sayfadan oluşan bir ek bilgi notu vardı mektubun ilişiğinde. AB.


Muhtaç Olduğumuz Kudret Atatürk kitabımın ön sözünden bir bölüm.
NE DEDİLER


......Cumhuriyet öğretmeni Arslan Bayır” MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET ATATÜRK” demiş. Atatürk devrim ve ilkelerini açımlamış, çıkış yolları önermiş... bu kitabı okumak çağdaş temellerimize dönmek, geleceğin aydınlığını yakalamak gerekiyor. Haziran 1997, Osman BOLULU

NOT Aşağıdaki yaza kitabım için idi


YENİDEN MUSTAFA KEMAL
Atatürk, kişi olarak, kesinkes öke (dahi)dir. Ama bir yandan da çağdaş düşünüşün, ulusal bağımsızlığın, uygarlık savaşının simgesidir. Bugün şeriat bayrakları dalgalanıyorsa, İran biçimi İslami devrime özeniliyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin yönü Arap çöllerine çevirmek isteniyorsa evrensel hukuk dışlanıyorsa, demokratik dünyadan kopma noktasına itiliyorsak, inançların şemsiyesi laiklik dinsizlik sayılarak, teokratik devlet düzenine dönülmek isteniyorsa, bunların nedenlerini, Atatürk devrimi ve ilkelerinden sapmalarda bulabilirsiniz. Türk toplumuna bir ayıp yaşatılmak isteniyor. Dünyanın ilk kurtuluş savaşını vermiş, mazlum uluslara, bu yolda örneklik etmiş, ulusal bağımsızlığı yaşamının omurgası saymış, padişahın mülkünü yurda dönüştürmüş, kulunu yurttaşlığa kavuşturmuş, çağdaş yaşama yetmeyen bir kültürün kökünü ayıklayarak çağdaş anlayışla aşılayıp geliştirmiş bir ülkede ŞERİAT ÇIĞLIKLARININ BASKISINDA YAŞAMAK, ayıpların en büyüğüdür. En azından densizliktir, kendisini bilmemek, ulusumuzun öz varlığına güvenmemektir.
Günümüzdeki aymaz politikacıların tutumlarıyla, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış günlerini, bitmiş bir toplumun küllerinden çağdaş bir devletin ve anlayışın nasıl filizlendiğini, hele Kurtuluş Savaşının koşullarını, olanaksızlıklarını düşünür; bunların üstünden kendi toplum sistemini kendisi yaratan, bilimi kendisine kılavuz yapan, egemen dünya karşısında bağımsız yapısını onurla sürdüren, onurlu yaşamamızın, nasıl çağdaş bir ivme kazandığını, kendi kimliğine kavuştuğunu akıl terazisine koyar, irdelemeye alır, bir karşılaştırmaya girerseniz, Atatürk’ün büyüklüğünü, devrim ilkelerinin, toplumsal dinamiğimiz olduğunu çok daha iyi anlarsınız.
Atatürk, politikasını ben odağının üstüne kurmamıştı. Halka dayalı anlayışla, Türkiye mozaik bilimin teknesinde yoğurmuş, hiçbir yabancı öğretiye özenmeden, bize özgü bir uygarlığın temellerini atmıştı. Onun çağdaşlarına, günündeki rejimlerine bakınız hangisi varlığını koruyabilmiştir? Türkiye’de darbe yapanlar bile Atatürk diyor, aşırı dinciler sıkıştıklarında tahkiyeyle de olsa, ona sarılmak zorunda kalıyorlar. Bütün yıpratmalara karşın, toplum yapımız, onun ilkelerine bağlı olarak, onun devrimlerinden nasibin alarak ayakta durabiliyor. Atatürkçülük, devrimci bir süreçtir. Onun koyduğu temeller üzerinden gelişerek, çağa eklenmemiş olmanın ayıbı, onun öğretisini kavrayamayanlardandır.
Bugünlere de kolay gelinmedi: Atatürk’ü kavrayamamanın, çağdışı sinsi bir planın sonucudur, şimdi yaşadıklarımız. Sözüm ona cumhuriyetçiler, başka ülkelerin devrim ve gelişmelerinin, birçok bilim adamı ve sanatçının oluşturduğu düşünce toprağı üzerinde yeşerdiğini, uzun ve kanlı savaşlardan sonra gerçekleştiğini anlayamadılar. Atatürk’ün, görünüşte toplumsal, devrimsel birikimi bulunmayan bu ülkede, insanımızın ana damarlarını yakalayarak, nasıl çağdaş bir yönelime girdiğini, nasıl bağımsız, kendine özgü bir toplum yarattığını bilemediler. Sonra bunlar ikinci Cumhuriyetçi oldular. Son elli yıldır, elimize ayağımıza yapışıp bizi bukağılayan bütün olumsuzlukların faturasını Mustafa Kemal’e, Cumhuriyete çıkarmayı, ilericilik sandılar. Demokrasiyi özünden kavrayamayan politikacılar, demokrasiyi çarpık bir seçim, yurttaşı oy aracı olarak gördüler. Halkın çağdaşlığa dönüştürülememiş duygularını, gıdıklaya gıdıklaya, bizi bugünkü açmaza getirdiler.
Atatürk gibi bir ökeyi bağrından çıkarmış, İslam dünyası içinde, laik, sosyal, tek hukuk devleti olan Türkiye’nin bugünleri yaşaması, gerçekten gariptir, aymazlığın ta kendisidir. Çağdaş kazanımlarını yitirmektir. Toplumsal yaşamın altüst oluşuna, Anadolu birliğinin parçalanışına zemin hazırlamaktır. Bölücülüktür, bağımsız çağdaş ilk Türk devletini yıkıma götürmektir. İşte bunun için, dönüp Cumhuriyetçi kazanımlarımızı, bir kere daha değerlendirmek, Atatürk’ü çok iyi anlamak zorundayız.
Cumhuriyet öğretmeni Arslan Bayır “MUHTAÇ OLDUĞUMUZ KUDRET ATATÜRK” demiş. Atatürk’ü, devrim ve ilkelerini açılmamış, çıkış yollarını önermiş. Bu kitabı okumak, çağdaş temellerimize dönmek, geleceğin aydınlığını yakalamak gerekiyor. Bunları vurguluyor Arslan Bayır’ın çalışması.


Osman BOLULU

 

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

SAYGIN BİR KİŞİLİK ve DEĞERLİ BİR EDEBİYATÇI OSMAN BOLULU’ya veda
Bilge Öngöre


Osman Bolulu’yu edebiyat etkinliklerinde, şiirleri, denemeleri ve dil çalışmalarıyla tanımıştım. Daha sonra karşılıklı imzaladığımız kitaplarımız ve sohbetlerimiz onun saygın kişiliğini daha iyi tanımamı sağladı. Osman Bolulu her zaman haksızlığa karşı çıkan, dobra ve dürüst bir insandı.
Şiir ve denemelerinin yanı sıra çok değerli dil çalışmaları da yapmıştır. Bolulu’nun samimi bir dille yazdığı şiirlerin düşündürücü içeriği dikkat çekerken bu özelliği yazarın eserlerini ilgiyle okumamızı sağlıyor


Şiir Kitapları: Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurt boyu Sevişmek (1992), Taşın İyisi (1992), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1996).

Türkiye Ünlüleri İnternet Ansikopedisi’nde Tacim Çiçek, "Özgünlüğü, şiirini konuşuyor gibi yazmasından kaynaklanıyor. Dilin zenginleşmesine, bugüne kadar yazdığı yazılarla ve çıkardığı yapıtlarıyla katkıda bulunduğunu görürüz. Osman Bolulu özgün ve kanıksanmayanlarını bolca kullanmaktadır. Hatta bilinen sözcük anlamlarını, yeniden oluşturmaktadır.” diyor.

Denemeleri ise: Antilaikliğin Önlenmeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1995), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998), İnsanlığın Solmaz Gülleri (2002).
Cem Erciyes ise, “Bolulu’nun denemelerinde göze çarpan, etkileyici bir kurgu var. Bunun yanında, yazılar sanki uzun sözcük çalışmalarının sonrasında, dinlene dinlene yazılmış, ama bir solukta okunuyor. Dilin ustaca kullanımı da cabası...” sözleriyle onun denemelerini değerlendiriyor.

Osman Bolulu’nun diğer kitapları:
Ahmet Miskioğlu Kitabı (2004). Yağmur Sonrası (1998).
Araştırma: Türkiye'de Mahalli İdarelerin Eğitim Öğretim Kurumlarıyla İlgisi (1965).
Masal: Devlet Kuşu (1970), Sözün Işığı (2005).
Seçki: 10 Kasım ve Atatürk (1970), İlk Dersimiz Atatürk (1981), Şiir Coğrafyamız (1997, 98, 99, 2000). Ayrıca ders ve yardımcı ders kitapları vardır.

Kültür Bakanlığı ve Vedat Güler Ödülleri olan Osman Bolulu, Köy Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü ile Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi mezunudur.

Kişiliği ile yazdıkları örtüşen bu değerli eğitimci yazar bir sohbet ortamında, aykırı bir medreseli babayla Bülbül Hafız soyundan Hatice Hanım’ın oğlu olduğundan söz etmişti. Eşinden de hep iyi sözlerle bahseden Bolulu, annesiyle babası, eşi ve köy enstitüsünün onu var edenler olduğunu belirtmişti.

“Yonca boyunda bir kadın/ Çimen yeşili gözlerinden/Sabah duruluğunu emdiğim/Mihnete dolanan saçlarında/Haziran buğdayı estiremediğim/Boğalı Dağında çakılıdır/Oldum olası/O sevecenlik bohçası…”

Haksızlıklara karşı dik duruşu, bilgili ve kültürlü sohbetleri, eğitimci ve yönetici kimliğiyle onu çok özleyeceğiz.
Dizelerindeki umut sözlerinin gerçekleşeceği bir dünya özlemiyle…

“Ne denli namlu varsa
Kurşunlarını sökeceğim
Kalem yapacağım çocuklar
Kardeşlik yazacaksınız”

 

 

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

OSMAN BOLULU
Edebiyat ırmağımızın köy enstitülü delikanlısı
ÖNER YAĞCI


Köy Enstitüleri aydınlığının yazınımıza armağan ettiği değerlerin biri Osman Bolulu.
1929’da Amasya-Taşova, Tekke Köyünde doğmuş. Onun için bir yaşam suyu olan Akpınar Köy Enstitüsünü 1947’de bitirir.


Onun, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde (1952-54) oturduğu sıralarda 1960’lı yılların sonuyla 70’li yılların başlarında ben de oturdum.


1981’deki emekliliğine kadar öğretmenlik ve yöneticilik yapan Bolulu’nun onlarca dergide yazıları çıktı. Dergiler çıkardı, dergilerin yönetimine katıldı. Yazma serüveni 1950’li yılların başlarından beri süren Bolulu’nun kitap yayımlama açısından bu serüvenle koşut bir çalışkanlığı -en azından 1990’lara kadar- söylenemez ama son on yıldaki yapıtlarıyla aradaki boşluğu doldurmuş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kendisi, son şiir kitabının girişinde bu konuyu şöyle açıklıyor: 

“Sosyal çalkantıların toplumu alabora ettiği günlerde eylemlerdeydim, dergilerde görünemedim pek. Ancak okumayı sürdürüyordum.”

Onun bu dediğini doğrulayan yaşamında, Dalların Ucundaki adlı şiir kitabıyla başlayan bir şiir serüvenciliği var.
O, bu ilk kitabından ancak 8 yıl sonra yeni şiir kitabı Bileşim Çizgisi’ni (1963) çıkarır.

Bir sonraki şiir kitabının çıkarmak içinse 29 yıl bekler: Yurtboyu Sevişmek (1992). Vedat Güler, Nabi Üçüncüoğlu, Petrol-İş Şiir Ödüllerini kazandığı bu şiir kitabı, aynı zamanda Bolulu’nun yeni bir coşkuyla yazın ırmağına akmaya başlamasının da ilk adımı olur.

Yeni şiir kitapları Taşın İyisi, Uzun Koşu ve “40 yılı aşan şiir serüveninin kilometre taşları olan” bu beş şiir kitabından aktardığı kimi şiirlerle yeni yirmi şiirini içeren, kendisinin “büyük harman” dediği, sürdürdüğü “uzun koşu”nun mutluluğuyla sunduğu, edebiyatçılığıyla ilgili bilgilerin ve kaynakçanın da sunulduğu Güle Yolculuk’un 5 yıl içinde ardı ardına yayımlanması bunun kanıtıdır. Bu dönem Bolulu’nun İbrahim Yıldız Şiir Ödülü’nü de kazandığı dönemdir.

Söz edeceğim deneme kitaplarıyla Yağmur Sonrası (1998) adlı öykü kitabından başka 1990’lara kadar ders ve yardımcı ders kitaplarıyla öğrencilere yönelik çalışmalar yapan Bolulu, köy enstitülü yazarların Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Osman Şahin ve daha onlarcası gibi kendisinden sonra gelenlere el uzatmak geleneğini sürdürmesiyle tanınır.
*
Düşüncelerinde ne varsa davranışlarında ve yazdıklarında da o var... İşlevsel edebiyattan yana bir yurtseverliğin simgesi… Gençlere uzanmak, öğreticilik ve yurtseverlik olarak kısaltacağımız bir anlayışla birikimlerini aktarma çabasında olan bir yazın emekçisi.

Deneme ırmağımızın direngen bir sevdalısı olan Bolulu, yaşam deneyimlerinin ve birikiminin verdiği zenginlikle 1990’ların ortalarından başlayarak örnek alınası yol göstericiliğinin, aydınlatıcılığının ürünleri olan yapıtlarıyla çıktı edebiyat arenasına. Onun bu arenaya kattıklarına kısaca baktığımızda gördüğümüz ise sözünü sakınmayan bir biçemin ve süreklilik içeren bir bilinç aktarımının öne çıkmış olduğudur.

Anti-laikliğin Önlenmez Yükselişi (1994) adlı yapıtının önsözünde Ragıp Gelencik’in belirttiği gibi bir “dinozor” olan Bolulu’nun varlığını köy enstitülerine borçluyuz. Kitaptaki “Yurtseverce kaygılarla kaleme alınmış” olmalarıyla belirlenen bu yazıların başka özelliklerini de şöyle sıralıyor ve Bolulu’nun denemeciliğinin temellerini çok doğru biçimde saptıyor Gelencik:

“Düşüncelerin küçük gözlemlerle desteklenmesi... Düşünce kaynaklarının aydınlatılması... Kişiliğinin ürünü olan ince mizahı...”

Bunlara, Bolulu’nun kitabın girişindeki şu cümleleri de eklersek, karşı karşıya olduğumuz denemecinin büyük ölçüde tanımlanmış olduğunu söyleyebilirim:

“Kimim; Neredeyim; Koşullarım ne; Donanımım ne kadar; Neyi, niçin, nasıl gerçekleştireceğim? Sorularını doğru yanıtlayabilirsem, bilince ulaşmışım demektir. O zaman, gerçek, yararlı verime ulaşabilir, esenliğe kavuşabilirim.”
Bu kitabındaki yazılarında, toplumsal belleğin önemi üzerinde duran; kahramanlık, ideoloji, insan gerçeği, Hümanizma, politikacı, gazetecilik, köy enstitüleri, laiklik düşmanlığı konularında derinlikli düşüncelerini ve önerilerini aktaran Bolulu; “3 Mart 1924” tarihinin ülkemiz için önemini, Uğur Mumcu’nun, öldürülmesinin anlamını, İkinci Cumhuriyetçilerin amaçlarının ne olduğunu, kültürel piknik dediği şenlikleri, güncelliğin önemini, kasaba kültürünün ne olduğunu, edebiyat eleştirmenliğini irdeliyor. Sözünü dil konusuna getiriyor ve kitaptaki son altı yazısında, görmezden, bilmezden gelinen dille düşüncenin can alıcı bağlantısını açıklıyor. Bu bağlantıyı görmeyen kafalarca Türkçenin bilinçli olarak nasıl yozlaştırıldığını örnekleriyle gösteren Bolulu, bu yanlış gidişe karşı çıkmanın en doğal insan davranışı olduğunu vurguluyor.

Bolulu’nun 1963-1994 arasında Cumhuriyet gazetesi ile abece, Damar, Forum, İlke, İnsancıl, Karşı, Otağ, Türk Dili Dergisi, Yazı dergilerinde yayımlanmış yazılarının bir araya getirildiği bu çalışma, yurtseverlik damarını geleceğe bağlamak isteyen bir aydının çığlıklarıyla dolu bir bildirgeye dönüşüyor.

Bolulu, Belleksiz Toplum (1995) adını verdiği çalışmasında denemelerinin yanı sıra eleştiri ve tartışma yazılarını sunuyor. Cumhuriyet gazetesi ile abece, Aydınlığın Ezgisi, Çağdaş Türk Dili, Damar, İlke İnsancıl, Karşı, Türk Dili Dergisi, Yazı dergilerinde 1961-1995 arasında yayımlanmış olan bu yazılarının temel izleği de ilk kitabındakiler gibi. Öfke, alışkanlıklar ve sanat üzerine denemelerden başka Sivas katliamı üzerine bir aydın çığlığının ve Türkçe ve Köy Enstitüleriyle ilgili değerlendirmelerin yer aldığı bu çalışmada Bolulu’nun toplumu silkeleyen sert çıkışlarının izlerine sık sık rastlıyoruz.

Bolulu’nun, yaşamımızın bağnazlaştırıldığı düşüncesinden hareket eden aydınlanmacı, öğretici, küllenmek istenen gerçekleri gözle önüne seren yazılarını içeren Korkacaksan Kitapsızlardan Kork’tan sonra çıkardığı, Kültür Bakanlığı Cumhuriyet’in 75. Yılı Deneme Büyük Ödülü’nü kazanan İnsan İnsana Eklene Eklene’de de aynı çıkışı görüyoruz. Bu çıkış, küreselleşen dünyada insandan, toplumsal damarından koparılan bir kültürün yok edilmesine karşı çıkıştır asıl olarak. Değerleri sahiplenen, unutturulmaya çalışılan değerleri yeniden gündeme getiren deneyimli, kendine güvenen, geleceği sahiplenmeye çalışan bir sesin çıkışı.

Bolulu, İnsanlığın Solmaz Gülleri’nde (2000) ise “öğretmenlik anıları”nı sunuyor deneme tadında. Bu anılar, kendi deyişiyle, “Değişik yerlerde, binlerce öğrenciyle yaşanmış çalkantılı bir hayatın içinden çekilmiş, öğrencilere ilişkin anılar”dır. Bu anılarda toplumsal tarihimizle birlikte eğitimimizin nerelerden nerelere geldiği, yaşanmışlıkların bedelleri ve eğitim ışığının sönmeyen, söndürülemeyen zenginliğiyle dolu güzellikleri okuyoruz.

Bir Gülün Aydınlığında (2011) ve Köy Enstitülülerden Biri (2012) adlı anılarında da onun yaşamıyla birlikte ülkemizde yaşananları izlemiş oluyoruz.

Tansu Bele, Dilden Düşünüşe Uzun Koşu adını verdiği çalışmasında Osman Bolulu’nun denemeciliğine ışık tutuyor. “Osman Bolulu’da Deneme” alt başlıklı çalışması, Bolulu’nun deneme kitaplarıyla ilgili yazılanların dökümünün de yer aldığı çalışma; denemenin sonsuz dünyasında maraton koşan Osman Bolulu’nun emeğine saygı sunuyor.

Türkçe sevdalısı, bağnazlık düşmanı, aydınlığın özgür ve usanmaz savunucusu Osman Bolulu 2 Ağustos 2017 günü aramızdan ayrıldı.

Anısına saygıyla…


*
OSMAN BOLULU KAYNAKÇASI
Şiir: Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992), Taşın İyisi (1992), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1996)
Öykü: Yağmur Sonrası (1998)
Deneme: Atatürk ve 10 Kasım (1969), İlk Dersimiz Atatürk (1981-94), Anti-laikliğin Önlenmez Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998), Sözün Işığı (dil üzerine, 2004), Haritasız Yüzler (2007)
Dil: Türkçe Bilgileri (1955), Cümle Çözümleme Anahtarı ve Dilbilgisi Özeti (1970), Şemalarla Dilbilgisi (1983), Dilden Düşünüşe Atatürk Yolu (2008), Dil, Düşünüş Evirtimi (2012)
Anı: İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000), Bir Gülün Aydınlığında (2011), Köy Enstitülülerden Biri (2012)
İnceleme: Türkiye’de Mahalli İdarelerin Eğitim Öğretim Kurumlarıyla İlgisi (1965), Ahmet Miskioğlu Kitabı (2004)
Masal: Devlet Kuşu (Halk Masalları, 1978)
Hakkındaki Kitap: Dilden Düşünüşe Uzun Koşu, Tansu Bele (2004)

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

OSMAN BOLULU ÖĞRETMENİMİZİ UĞURLARKEN…
ERDAL ATICI


2 Ağustos sabahı acı haberi kızı Asuman Bolulu’nun iletisiyle aldım. “Babamı kaybettik” diyordu Asuman Hanım. Türkiye ormanlarının içindeki ulu çınarlardan biri daha devrilmişti. Bir an durdum düşündüm. Ölüm kimi zaman, ne kadar da çok yaşamla yüzleştirir bizi. Yeniden düşünürsünüz, sevdikleriniz gelir aklınıza, dostlarınız. Yaşadıklarınız…

Osman Bolulu öğretmenimizi 1990’lı yıllarda tanıdım. Değerli Köy Enstitülü öğretmenlerimizden biriydi başta benim için, ama sonrasında yapıtlarıyla, konuşmalarıyla, eğilmez bükülmez duruşuyla bambaşka bir adamı yakından tanımış oldum.

Genç bir öğretmen olarak eğitimde yeni arayışlar peşindeydim ve özellikle de Köy Enstitüleri eğitimi üzerinde duruyordum. İşte bu arayış beni Köy Enstitülü öğretmenlere ulaştırdı. O değerli öğretmenleri tanıma olanağına işte bu merakım sayesinde eriştim. Bir avuçtular, ama hepsi yazıp çizip söylüyordu. Hepsi aydın, sorumluluk sahibi namuslu insanlardı. Mahmut Makal, Talip Apaydın, Ali Dündar, Osman Bolulu, Abdullah Özkucur, Mustafa Aydoğan, Mehmet Başaran… Hepsini yakından tanıdım.

Meğerse ben o süreçte yeni bir üniversiteye başlamıştım Başlarda bunun da farkında değildim. Onların arasında her geçen gün, her geçen saat yeni bilgilere, yeni kitaplara, yeni insanlara ulaştım.

Bu güzel insanlar nerede nasıl yetişmişlerdi?
Sanırım bu konuda Köy Enstitüleri sisteminden kısaca söz etmek gerek.

Köy Enstitüleri ülkemizin en özgün eğitim kurumlarıdır. 1935’ten sonra nüfusun yüzde 80’ini oluşturan köylerin okul, öğretmen sorununu çözmek, eğitim yoluyla toplumu canlandırmak için, “İş içinde, iş aracılığıyla, iş için” eğitim ilkesiyle eğitim yapılan okullardır.

Köy Enstitülerinde alışılmışın dışında, öğrencilerini yalnız köyden alır, parasızdır, yıl boyu eğitim yapar, mezunlarıyla ilişkisini sürdürür ve mezun ettiği öğrenciyi yine geldiği köylere gönderir.

Köy Enstitülerinin özgün olmasının nedenleri; yeni bir kurumlaşma modeli üzerinde yapılandırılması, öğrencilerini yalnız öğretmen olarak değil, köye yarayacak iş önderi olarak yetiştirmesi ve hem enstitü binalarını, hem de atandıkları köylerdeki okulları imece yoluyla yaptıkları için özgündür.

1936 yılında Eğitmen kurslarının açılmasıyla başlayan süreç, Köy Öğretmen Okulları ve 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri Yasasının çıkarılması ve 1942’de Yüksek Köy Enstitüsünün açılmasıyla eğitim sorununu çözmeye, yine enstitü bünyesinde Sağlık Kolunun açılmasıyla da sağlık sorunun tamamen çözmeye yönelir…

Köy Enstitüleri en başta belirtmek gerekirse; düşünen, arayan, araştıran, eleştiren öğrenciler yetiştirmek için kitap üzerine durmuştur. Öyle ki, Köy Enstitülerinde kitap okuma alışkanlığı, kitap okuma bilincine dönüştürülmüştür.
Enstitü öğrencileri okudukları üzerine düşündürülmüş, tartıştırılmış ve fikirlerden yeni fikirler doğmasına yol açılmıştır.

1929’da Amasya / Taşova / Tekke köyünde doğan Osman Bolulu da, Samsun Lâdik Akpınar Köy Enstitüsünde bu çağcıl eğitimden geçer. Osman Bolulu, sonrasında Köy Enstitüsünde okuduğu 1945 yılında, 367 kitap okuduğu yazılıdır defterinde. İki yılda irili ufaklı 367 kitap…

Böyle bir cehaletle savaş tarihimizin hiçbir döneminde görülmemiştir. 1940’lı yıllarda Avrupa savaş ateşiyle yanarken Türkiye aydınlanma ateşini yakmıştır.

Osman Bolulu öğretmenimiz 1954’de Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü, 1964’de de Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsünü bitirmiş. Bu ardı ardına bitirilen okullar Köy Enstitülü öğretmenlerin nasıl kendilerini geliştirdiklerini, mesleklerinde nasıl uzmanlaştıklarını da gösteriyor.

Bir süre ilkokul ve ortaokul öğretmenliği, sonrasında da Milli Eğitim Müfettişliği yapıyor Bolulu öğretmenimiz ve 12 Eylül darbesi gelince de emekliliğini istiyor.

Öğretmenlik ve yöneticilik yaptığı yıllarda üzerlerinden baskı hiç eksik olmuyor. Ama yürekleri ellerinde başları dik direniyorlar, saklanmak, gizlenmek, korkmak, iki yüzlülük yazmıyor kitaplarında. Sonucunda ölüm bile olsa doğru bildiklerini söylemekten sakınmıyorlar. “En zoru ne biliyor musun / Yenik düşmüş bir gövdede / Gıcır gıcır / Namlusuna sürülmemiş / Bir yürek taşımak”

Osman Bolulu birçok köy Enstitülü öğretmenimiz gibi yazınla da yakından ilgileniyor 1951 yılında ilk ürünleri yayınlamaya başlıyor. O sırada 22 yaşında yani… Durmadan yazıyor, her ne kadar yapıtlarını sonraki yıllar yayınlasa da, durmadan yazıyor.

Bunu neden yaptığını; İnsan İnsana Eklene adlı yapıtında şöyle açıklıyor: “Yazar, düşünür olmak savında değilim. Ulusuma, insanlığa borcumu ödemek için yazıyorum. Sadece sorumluluktur benim ki: Yaşadıklarımı sorgulamalı, irdelemeli, bunlara ilişkin eleştiri ve önerilerimi sunmalıydım.” (1)

İşte Osman Bolulu yurtsever öğretmenlerimizin ulusa borcu bu, aydınlatma görevi, her yerde her koşulda… En çok da yazın yoluyla…

Değerli Öğretmenimiz ardında şiir, deneme, yazı olarak onlarca okunası yapıt bıraktı. Bize düşen görev o yapıtları fırsat buldukça okumak, gençlere tanıtmak ve unutturmamak.

Işıklar içinde yatsın değerli öğretmenim!


(1) Osman Bolulu, İnsan İnsana Eklene, S. 9

(2) OSMAN BOLULU YAPITLARI
Şiir: Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992), Taşın İyisi (1992), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1996)
Öykü: Yağmur Sonrası (1998)
Deneme: Atatürk ve 10 Kasım (1969), İlk Dersimiz Atatürk (1981-94), Anti-laikliğin Önlenmez Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998), Sözün Işığı (dil üzerine, 2004), Haritasız Yüzler (2007)
Dil: Türkçe Bilgileri (1955), Cümle Çözümleme Anahtarı ve Dilbilgisi Özeti (1970), Şemalarla Dilbilgisi (1983), Dilden Düşünüşe Atatürk Yolu (2008), Dil, Düşünüş Evirtimi (2012)
Anı: İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000), Bir Gülün Aydınlığında (2011), Köy Enstitülülerden Biri (2012)
İnceleme: Türkiye’de Mahalli İdarelerin Eğitim Öğretim Kurumlarıyla İlgisi (1965), Ahmet Miskioğlu Kitabı (2004)
Masal: Devlet Kuşu (Halk Masalları, 1978)
Hakkındaki Kitap: Dilden Düşünüşe Uzun Koşu, Tansu Bele (2004)

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

OSMAN BOLULU'YU SONSUZLUĞA UĞURLARKEN

Vedat Yazıcı


Bugün bir acı haber düştü yüreğimize. Osman Bolulu. Son kuşak köy enstitülü koca çınar. İyi şair, yetkin yazar, etkin hatip, öz Türkçenin yılmaz savunucusu. Sıcak dost, gözüpek delikanlı. Ankara Dostları'nın yiğit şovalyesi.

Onu 90'lı yılların sonunda Ankara Dostları'nda tanıdım. Ayda bir Tavukçu'da toplanır bir yandan rakılarımızı yudumlarken öte yandan önceden hazırlandığımız konuda tartışırdık. Çevredekiler ne yaptığımızı anlayamaz, boş gözlerle masamıza bakardı. O. Nuri Poyrazoğlu kayıt tutardı. Bu notlar daha sonra ortak kitap olarak da yayımlandı. Kimler yoktu ki: Ali Dündar, Mahmut Makal, Mehmet Aydın, Ahmet Özer, Cemal Gürlek, Mustafa Kademoğlu, Sabahattin Yalkın, Dr. Celal Kılıç... Adını anımsayamadıklarım beni bağışlasın. Ankara Dostları, üyelerini yenileyerek yıllarca varlığını sürdürdü.

Osman Bolulu'yla dostluğumuz ölümüne değin etkinliklerde, dost sofralarında, ev ziyaretlerinde tutkuyla sürdü gitti.

Sözünü esirgemezdi. Doğru bildiğinin arkasında dururdu. Ele aldığı konuyu kendine özgü yalın, coşkulu biçemiyle anlatır, dinletmesini bilirdi.

Osman Bolulu, köy enstitülerinin kazandırdığı değerler toplamıydı denilse eksik bile kalır.

Daha çok o arar sorardı. Bizler günlük koşuşturmalar arasında yitip giderken o, telefonun ucundan sıcak sesini uzatırdı. Çaya, kahvaltıya, yemeğe çağırırdı. Yardımcısının hazırladığı gürcü mezeleriyle rakılarımızı yudumlarken onun anılarını, özellikle eşi Nermin Hanım'a sevdasını merak ve ilgiyle dinlerdik.

Ah, ne çok şey öğrendik sizden sevgili öğretmenim. İnsanlığın solmaz güllerini getirdin bize. Tadına doyum olmaz şiirlerinle, denemelerin gibi konuşur, etkili kimliğinle kendine hayran bırakırdın bizleri.

Bir dolu yapıtın zaten kitaplığımızda. Yararlanmak isteyene açık.

Üç kızın, üç meleğin pervane oldu çevrende. Bir dediğini iki etmediler. Yakın tanığıyız Nazan'la.
Kitaplarını dosyalayıp konularına göre düzenlediler. Bilgisunarda yerin var. Dileyen oradan da yararlanabilir. Yapıtların ölümsüzlüğe kavuştu. Rahat uyuyabilirsin artık.

Gittiğin yer güllük gülistanlık olsun, yıldızlı şiirler yağsın üzerine. Dayanılmaz acılar içinde sonsuzluğa uğurladığın sevgili eşin Nermin Hanım'a kavuşmuşsundur umarız. Her ayrılıkta vurguladığın gibi: "Şiirle kal!" Sevgili öğretmenim.

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

 

KÖY ENSTİTÜLÜ OSMAN BOLULU

Sabahattin Yalkın

1990 yılı başları sanıyorum. DAMAR dergisi yazar ve okuyucuları hafta sonları bir araya gelir, bir tür edebiyat konuşmaları yaparlardı. Osman Bolulu ile ilk o toplantılarda karşılaştık. Çocuk şiirleri dosyam birincilik ödülü almıştı. Seçici kurulda Bolulu da vardı. Ahbaplığımız böyle başlamıştı. Yıllar içinde bu arkadaşlığımız iyi, düzeyli bir dostluğa dönüştü. Sanırım bizi birbirimize yaklaştıran ortak özelliğimiz, ikimizin de düşüncelerimizi dobra dobra söylememizdi.

Sonra Bolulu beni “Ankara Dostları” ile tanıştırdı. Bunların çoğu Köy Enstitülü, bir öğretmen grubu idi. Ali Dündar, Mahmut Makal, Mehmet Aydın, Ahmet Özer gibi tanıdıklarım yanında, yeni tanıştıklarım da vardı. İlk dikkatimi çeken durum, bir kitap, bir yazar adı geçtiğinde, kim bu adam, ne kitabı, gibi abilik olmuyordu. Herkes yeterince bilgili idi. Bilgiçlik yok, bildiğini açık açık ortaya koyma var. Kimse kimseden rahatsız değil. Cumhuriyet sevdalısı ve Atatürk inancı içinde herkes.

Meslek olarak nerde su, nehir varsa dolaştığım için köylerimizin durumunu biliyordum. Köylerimizdeki “ Ağa – Muhtar – İmam ”.üçlüsünü ve onların aşılamayan erklerini anlatınca, bana yer yer hak vermelerine değin, köylülere de “ Ne yapabilirlerdi ki…” diyerek arka çıkmalarını, doğal görüyordum. Bu yaklaşımda biraz da, Osmanlıların yüzlerce yıl, Anadolu köylüsünü, arpa, buğday ekicisi olarak kullanmaları, sefere çıkılma durumunda,” Şu kadar baş hazırlayın!” emirleri, kafa tutar gibi olunduğunda hemen başka yerlere sürgün edilmeleri belli kurallardı. Ve köylülerimiz hep emir kulu olarak kaldı. Köy Enstitülü öğretmenlere ilk karşı çıkanlar da, kendilerine akıl veren bu gençlerden çok rahatsız olan Üçlü Erk idi. Seçim zamanı görülen kravatlılar, sel, kıtlık, hastalık zamanları hiç görünmezlerdi. Onlar neyi, kimi seçtiklerini hiçbir zaman tam anlayamadılar. Demokrat Parti döneminde Üçlü Erk’in kışkırtmaları sonucu, bu yüzde yüz bizim olan Eğitim Sistemi yerle bir edildi. Köylerden başlayan Eğitim Seferberliği zamana karıştı.

Bolulu bunları iyi bilirdi. Öğretmenlikten uzaklaştırıldığında, Ankara’da Ulus’un oralarda eşinin ördüğü çorapları satarak çocuklarına ekmek parasını çıkarmaya çalışmıştı. Sonra Mebusluk sevdasına kapılmış, bir iki denemesi boşa çıkmıştı. Köylü kardaşları oylarını, Köylü Osman’dan esirgemişlerdi hep…
Senli benli konuştuğumuz yıllarda, benimle bir söyleşi yapmıştı Bolulu. Söyleşinin başında: “ Bak öğretmenim! Sorular serbest, benden de yanıtlar-atışlar serbest… ” Güle oynaya yaptık o uzun sorgulamayı…
Aşağıya sözünü ettiğim o uzun söyleşinin başlangıcını almak istiyorum:


Osman Bolulu - Bir örnek şairin-şiirin baskınlaştığını görüyorum. Şiirine kendi damgasını vuranlar azaldı. Şiirini görünce, bu şiir falanındır diyemiyorsunuz. Toplumsal / ulusal özden yoksun düşer gibi şiirimiz. Yabancı etkilerle evrensel olmaya yeltenenlerin tabanında felsefe, tarih, insanlığın dramı, düşünüş üretme yok denecek kadar az. Şiir işçiliğinden çok, başkasından örneklenerek şiir yazmaya çalışıyorlar. Senin şiirinde böylesi eksiklikler yok. Bana bu bakımdan önemli bir şair olarak görünüyorsun. Ama, sözüm ona şiire eğildiğini söyleyen çevreler, seni görmüyor sanki. Yoğun ve uzun çalışmalarımın arasında, senin şiirin üzerinde durmak, bir görev oluyor
benim için. Ne dersin. buradan girelim mi söyleşiye?

Başka bir şey daha düşünüyorum: Şu bilinen söyleşi yöntemini kullanmayalım. Ben yargılarımı, bulgularımı koyarak sorayım. Sen kendini teraziye koy. Birlikte Sabahattin Yalkın şiirini eleştiriye alalım. Ne dersin, bu yönteme?

Önce söyleşelim. Sonra soru yanıtları harmanlayıp biçimlendirerek, Sabahattin Yalkın şiirinin panaromasını çıkaralım mı? Söyleşi de eleştiri de yargı da bizim olsun. Nesnel olmaya özen göstereceğiz elbette.

İlkin, Sabahattin Yalkın’ı tanımaya başladığım yerden girelim söyleşiye.
Dergilerde şiirini görürdüm, ama dikkatle incelediğimi sanmıyorum. Çankaya Belediyesiyle Damar Dergisinin açtığı yarışmanın ‘Çocuk Şiirleri’ bölümünde seçici kurul üyesiyken, ÇOCUK DELİCELERİ dikkatimi çekti. Kimileri, çocuklar için yazıyorum diyerek konuyu yapaylaştırır, dili ilkelleştirir, toplumun gelenekselini, inanç ve düşün kalıplarını, öğüt biçiminde manzumeye döküverir. Çocuk anlasın çabasıyla yalınkatlığa düştükleri de olur. Önümdeki dosya, çocuk büyük demeden şiirdi. Alışılmış çocuk manzumelerinin kalıbını aşıyor, değişik bir biçem ve kurguyla söyleniyordu şiir. Hiç kimsenin izleğinde, benzeğinde değildi. Öyle kolayına da kaçmıyordu. Yerleşmiş değerleri işlediği için, seçicilerden olur alsın çabasında değildi. Gerçek şiirin kendisiydi. Olayları, durumları değişik söylemde işliyor, çocukları düşündürmeye, olandan yukarı tırmandırmaya çalışıyordu. Duraksamadan oyumu ona verdim.

O.B.-Şiirin çocuk için, büyük için yazılmışı olur mu? Çocuk şiirinde gözetilmesi gereken özellikler nelerdir?

 

Sabahattin Yalkın – Sanırım konuşmalarımızda kolaylık olsun diye yaptığımız  bazı adlandırmalar gerçekte yok. Çocuk Şiiri diye bir ayrım yaparsak, ardından ‘büyük şiiri’ gelir. Bunlar Divan Şiiri, Halk Şiiri, Garip Şiiri, İkinci Yeni Şiiri, Toplumcu Gerçekçi Şiir, Salon Şiiri, Sağcı Şiir, Anlamsız Şiir, Medyatik Şiir, Piyasa Şiiri ... diye yarı şaka yarı
ciddi uzatılabilir. Bütün bunlar şiirin tam bir tanımının yapılamamasından, genel kabul görmüş bir tanımın olmamasından kaynaklanıyor. (Şiirin yapısı gereği bu böyle.) Daha önce de bir konuşmamda söylemiştim. Şiir nehir gibidir. Bir dil konuşulmaya başlanınca, şiiri de başlar. Dil sürdükçe, şiiri de sürer; kesiksiz bir nehir gibi akar gider. Ancak nasıl ki nehirlerin suları azalır çoğalır, kirliliği artar, rengi değişir ya da berraklaşırsa, şiirin de zaman
zaman değişikliklere uğraması doğaldır. Çünkü şiirin ana kaynağı olan yaşam sürekli değişen bir olgu. Her değişikliği bir şiir akımı olarak yorumlamak, adlandırmak yanlıştır. Özellikle benim yaşam tarzım, ona bakışım değişmiyorsa, şiir akımlarından söz etmek çok su götürür. Sanırım çocuklar, hep çocuk yerine konulmaktan çok rahatsızlar. ‘Çocuk Deliceleri’nde ben, çocukları adam yerine koydum; onlara öyle ulaşmaya çalıştım. O
şiirlerden büyükler bir tat aldılarsa, çocuklar da almıştır. Çocuklar anlamaz, derler. Bu kanıda değilim. Çocuklar da anlar. Belki anladıklarını dile getiremezler. Ve çocuklar hepimizden daha şair. Hangimiz bir dal parçasına binip, küheylan üzerindeki kahramanı, onlar gibi oynayabiliriz ? Çocuklara, sulandırılmış çocuk ağzıyla seslenerek, başarılı çocuk şiirleri yazmak, doğrusu kafama sığmıyor. Burada şuna da değinmek gerek. Son yıllarda yazılan yerli yersiz imgeye boğulmuş şiirleri, ne yazanlar, ne de okuyanlar anlayabiliyorlar. Bu tür şiirler, küçüklere olduğu gibi, büyüklere de seslenmiyor.

 

Öğretmenim ,seni çok özleyeceğim! Güle güle – Merhaba…

 

SABAHATTİN YALKIN
21.Ağustos.2017
Sarımsaklı-Ayvalık


 


 


 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )