DANİMARKA GÜNLERİ

DANİMARKA GÜNLERİ

 Danimarka’da Şiirin Yüreğinden Geçen Eğitimci-Şair-Yazar Osman Bolulu 

Ahmet Özer

 

 

 

Dünya toplumları arasında, Batı’yı çok yönlü örnek alma konusunda bir yarış içinde olsak da teknik bir yana, insan ve onun ürettikleri açısından yaşadığımız coğrafyanın zenginliğinin bu örneğin üstünde olduğu bir gerçektir.

Ne acıdır ki toplumumuzun pek çok insanını değerlendirmede, yaşadığı mekândan bir Batı yolculuğu yapması ölçüt alınıyor. Bu yargımızı, özeleştirimizi açıkyüreklilikle de yaparak belirtmeyi görev biliyoruz.

Kaç Osman Bolulu yetiştirebildik bugüne değin? Hangilerinin değerini bilebildik? Ürettiklerinin, çilesinin, emeğinin, yazdıklarının, yetiştirdiklerinin ne anlama geldiğini anlayabildik? İşin gerçeği değerlerimizle övünç duymayı, onur duymayı, birinin yardımı olmaksızın ne zaman öğreneceğiz?

Dergimizin “Atardamar” bölümünde, spor alanında yapılanın bin katına bedel bir kültür-sanat elçiliğinin nasıl ve hangi koşullarda gerçekleştirildiğinin yankılarını bulacaksınız. Yaşanılanı yazıya dökerek daha etkili kılmak amacıyla, sayfalarımızı bu önemli etkinliğe ayırıyoruz.

 

-Sevgili Osman Ağabey, 1995 yılının 5-12 Ekim günleri Danimarka Yazarlar Birliği’nin çağrılısı olarak bu ülkeye gittiniz. Başkent Kopenhag başta olmak üzere, değişik birimlerde bir şair olarak şiir adına konuşup şiirlerinizi okuma, onları yabancı dilde dinleme olanağına kavuştunuz. Bu çağrıyı nasıl aldınız? Oradaki izlenimleriniz hakkında neler söylemek istersiniz?

-Danimarka Yazarlar Birliği’nin çağrısında “Ekim ya da kasım ayı içinde sizi Danimarka’ya çağırmaktan mutluluk duyuyoruz. Kendi şiirlerinizi hem Danimarkalı hem Türk izleyici kitlesine okuyabileceğiniz, kendi yapıtlarınız hakkında bir konuşma yapabileceğiniz üç ya da dört toplantı düzenlemeyi düşünüyoruz.” deniliyordı. 5 Ekim 1995’te Kopenhag’a indim. 6 Ekim 1995 akşamı Yabancılar Kültür Merkezinde bir şiir şöleni yapıldı. Danimarkalı ve Türk izleyiciler vardı. Toplantıda ilkin Türk şiiri hakkında bir konuşma yaptım. Erik Stinus ve Murat Alpar tarafından çevrilmiş beş şiirimi okudum. Şiirlerimin ve konuşmamın Danimarkacasını Erik Stinus seslendirdi. Benden sonra Danimarkalı şairlerden Benny Andersen, Erik Stinus, Peter Poulsen, Lean Stranby Neilsen, Lean Neilsen ve Murat Alpar (orada yaşayan Türk yazarı-şairi) şiirlerini okudular. Onların şiirlerini Murat Alpar Türkçe seslendirdi. Sonra Türk halk müziğinden parçalar sunuldu. Ardından Danimarka Yazarlar Birliği’nin verdiği yemeğe katıldım.

8 Ekim’de ikinci büyük kentleri Arhus’a gittim. Oradaki altı derneğin düzenlediği “Gurbetten Gurbete Edebiyat Sohbeti” adlı toplantıda  “Göçün kültür ve sanatımıza etkisi” üzerinde konuştum. Yaşamdan/yaşamımızdan kesitler sundum. Şiirlerimden örnekler okudum.

 

 

Gurbetçi yurttaşlarımızın ilgisi o kadar yoğundu ki, üç saat konuşmuşum.

9 Ekim’de de Kopenhag’ın iki semtinde toplantılara katıldım. Birisi bir kitaplıktaydı, öğrencilere yönelikti. Onlarla konuşmakta biraz zorluk çektim, çünkü öğrencilerin yaşı küçüktü. Sorularını yanıtlama yoluyla onlara ulaşma, onlarla kaynaşma yöntemini kullandım. Aynı akşam Herlev semtindeki bir kültür merkezinde ergin Türklerin izlediği bir toplantıya katıldım, gurbetin etkileri, insanımızın yurtdışına savruluşu üzerinde durdum. Şiirlerimden örnekler okudum. Orada bizim eski TİP’liler, Yugoslavya’dan gelmiş Türkler vardı. Kültür emperyalizmi ve Türkiye’deki etnik ayrılıklar konusunda sorular yönelttiler. Toplantıda izleyicilerle kaynaştık. Ama bu toplantıya beklenilen sayıda katılım olmamıştı. Çünkü orası, etknik ayrılığa yatkın yurttaşlarımızın yoğunlukta olduğu bölgeymiş. Beni biliyorlar mıydı? Yoksa daha önceki toplantılardan izlenimler mi aktarılmıştı oraya bilmiyorum! Halbuki toplantıya katılanlarla yaptığımız görüşme son derece demokrat, hoşgörülü, uyuşumlu geçti.

Danimarkalı şairlerle yaşadığımız şiir gecesi dahil her konuşma için para ödediler. Toplantıların sonunda, umduğumdan fazla kitap imzaladım. Kopenhag Yabancılar Kitaplığı kitaplarımdan üçer tanesini satın aldı.

Danimarka'da geçen şiirli günler, anılarımda güzelliğini koruyacak.

 

-Yanılmıyorsam ilk kez yurtdışına çıktınız, bu toplantı nedeniyle. Bir sanat topluluğu içinde bulundunuz. Bir sanatçı olarak ürünlerinizi sunma, başka dilde dinleme olanağı buldunuz. Sanatın öne çıkarıldığı toplantı sizde ne gibi duygular oluşturdu?

-İlk kez yurtdışına çıkmak, benim için değişik bir duyguydu. Türkiye’ nin dışı nasıldır, orada ne vardır diye merak ediyordum elbet. Duyargalarım hep ayaktaydı. Sanatın dışında, onların yaşamını, toplumunu, davranışlarını gözlemeye, izlenimler edinmeye çalıştım. Batılı, Batı’nın şiiri bize, hep üstün gösterilmiş, öyle bir duygunun baskısına kapılmışız biraz. Bundan ötürü, şiir toplantısına, biraz çekinik katılmıştım. O duygunun yoğunluğunu yaşadım başlarda. Bu insanlardan neler alacaksınız, onlara neler verebileceksiniz diye bir tedirginlik yaşıyor insan. Bununla birlikte gözlemlediklerimden, algıladıklarımdan kazanımlara varacağım diye teselli duydum, kendi içimde. Ters durumların yaşanmadığını görünce giderek rahatladım. Sezgilerimle kabul gördüğümü anlayınca tedirginliğin yerini erinç aldı.

Danimarkalı şairlerle tanışmak bir onurdu. Şiirlerini tanıdığım, barışçı eylemlerini bildiğim Erik Stinus’la kaynaşmak, ayrı bir kazanımdı. Türkçenin dil bayrağını orada dalgalandıran Murat Alpar’la yaptığım söyleşiler birikimime katkıydı. Yazarlar Birliği Başkanı Peter Poulsen’in sıcak ilgisi, unutulmaz bir anı. Hele bu buluşmaya kılavuzluk eden Hüseyin Duygu, değerbilirlik, dostluk örneği... Ülkenizi aşıyor, şair dostlara ulaşarak çoğalıyorsunuz. Yaşamımın en ışıklı pencerelerinden biri, Danimarka buluşması... Bizi, bir öğle yemeğine alan Danimarka Büyükelçimiz Loğoğlu’nun inceliğini de unutamayacağım elbet.

 

-Diğer sanat dallarını bir yana bırakalım. Orada şiirin gerçekten evrensel bir dil taşıdığını insan sezinliyor değil mi?

-Kendi şiirlerim, onların şiirleri okunurken kulak kesildim. Dillerini anlamasam da, şiirin ritmini, kurgusundaki odak noktaları, vurguları sezinliyordum. Dilini bilmediğim halde şiiri duyumsuyordum sanki. Benim şiirlerim okunurken, vurgulardan, mısra yapılarından, ses tonundan şiirimin neresinin okunduğunu biliyor gibiydim. Ha dedim, bir kere şiirimi güzel ve doğru çevirmişler. İkincisi, demek ki rasgele bir söylemde değilim; şiirin evrensel yapısını yakalamışım ki, onlara yabancı gelmiyor. O zaman anladım ki, şiir de müzik gibi evrensel bir dildir, bütün zorluğu, dilinin başkalığında. Yüzlerdeki ifadelere dikkat ettim: Ben Türkçe okurken, onlar da sezinliyorlardı, benim onlarınkini, dilini bilmeden sezinlediğim gibi. Nitekim şair Benny Andersen, “Bu imgeyi ben de kullanmıştım.” dedi. Konuşma bitince beni kucakladı. Çevirmen aracılığıyla ona, şiirimden şu dizeleri okudum:

Şiir bitimsizliğe adanmış bir sestir

Dalgalanır dünya ozanlarının ağzında

 

Şiirdeki duyumsama, düşünceleri ve duyguları şiirin dokusuna işleme, dünyanın neresinde olursa olsun, bütün şairlerde aynıdır dedim. Öyleyse çeviri, dil başkalığı dışında, duygu ve şiirin yapısı, kurgusu, ses özelliği sanıyorum, bütün dünyada aynı frekansta dalgalanıyor. Tek engel dilin farklılığı...

 

-Onların şiirlerinin de kitap olarak Türkçe yayımlandığını görüyoruz. Siz bu kitapları, o şairlerin şiirlerini Türkçesinden okudunuz. Ama bizim, Batı şiiri denilince daha çok Fransız, İspanyol, Alman, Macar... şiiri aklımıza geliyor. Danimarka şiirinin genel boyutu, sizin gözlemlerinizde nasıldı? Şiirin içeriği, dokusu, söylemi, imge yapısı, kullanılan izlekler konusunda neler gördünüz? Genel bir değerlendirme yapar mısınız?

-Kesin söyleyemiyorum, ama biz daha çok Fransız, İngiliz, Amerikan, Alman şiirinin -genellikle de bir kuşak öncesini- okumuş, tanımışız. Zaman zaman da bunları örnek edinmişiz. Bunlarda felsefe, düşünce epey ağırlıklıdır. Şiirin değiştiriciliğe, aydınlanmacılığa soyunmuşluğu vardır onlarda da. Gerçi onlarda da şiirin yapısı, söylemi değişmişse de eskinin izleri, tümden silinmedi galiba. Benim algılayabildiğim Danimarka şiiri, pek öyle değil. Kendi yaşamlarından doğmuş bir şiir gibi geldi bana. Adamlar sorunlarını çözümlemiş, bizim gibi uygarlık değişiminin savaşımına koşulmamışlar, yakın tarihlerinde. Esenlik içindeler. O başkalığın izleri görülüyor şiirlerinde. Kendi yaşamlarının renkleri var. Öteki Avrupa’dan farklıymış gibi geldi bana.

 

-Ülkenin sosyal yapısı, şiirdeki derinliği azaltıyor mu acaba?

-Hayata daha geniş, gülerek, biraz da alaycı bakıyorlar. Geçmişteki Fransız şiiri, bizim 1950 öncesi şiirimiz gibi düşünce ağırlığını taşımıyor ve ideolojiye bulanmamış görünüyorlar. Bunları, şöyle teğet geçiyorlar. Şiirleri umulmadık sonuçlarla bitiyor. Yaşamla gırgır geçiyorlar. Ama gülüşleri, bizim Nasrettin Hoca kadar derinliğe ulaşmıyor. Ya da mizah açıları, bizdeki kadar etkilemedi beni, biraz hafif geldi. Biz, acılarımız kadar yoğun mu gülüyoruz ne? Biz daha derin, daha maceralı, çalkantılı yaşadığımız için, duygularımızı dile döküşümüz daha trajik ya da bir yerde abartılı mı ne? Şiir okunurken, aşağı yukarı hepsi şiire güldüler. Ben gülemedim. Çevirilerinden okuduğumda derin espriler yakalayamadım. Şiir espri olabilir ama şiirin hep güldürücü olmasını bir türlü kavrayamıyor, anlayamıyorum. Şiir, derinden derine insanı düşündüren, çoğu zaman da duyumsatan, hatta ilk okunduğu zaman kolay anlaşılamayan, bir yara gibi, vuslatsız bir aşk gibi derinden derine işleyen, içinizi yakan, ne zaman çiçek açacağı belli olmayan, sizi, o ana kadar bilmediğiniz yerlere götüren bir sanattır anlayışını taşıdığım için böyle söylüyorum. Kolay mı bir görüşte, bir ülkenin şiiri hakkında, bir iki gün içinde edinimlere varmak?

 

-Peki, buradan hareket ederek söyleyelim. Bizler toplumsal olarak şiire çok büyük sorumluluklar yükledik. Ya da sorumluluğumuzu şiirle anlatma durumumuz oldu. Şiir ve ideoloji konusunda da tartışma açıldı. Hatta birçok insan şiirde ideolojinin gereksiz olduğunu söylemiştir. Siz şiire yüklenen sorumluluğun gerekliliğini mi vurgulamak istiyorsunuz?

-Hayır, doğrudan öyle düşünmüyorum. Şiirde düşünce, ideoloji yok demek, kendimi ve Türk şiirini inkâr etmek olur. Şiirin alt dokusunda mutlaka bir düşünce bir duyumsama vardır. Bizim şiir geleneğimiz de odur. Toplumdan soyut olduğunu sandığım Divan şiirinde bile kendi sürdürdüğü düşüncenin temelleri vardır. Onunla ilgili birtakım masallara efsanelere, imgelere dayanır. Türk toplumu, 200 yıldan beri uygarlık değiştirmeye çalışıyor. Onun için bu toplumda insanın, hele şair olan insanın toplumunun acılarından, sancılarından uzak olması düşünülemez ama bu, şiirin ideolojinin emrine koşulması anlamına alınmamalı.

 

-İdeolojiden ne anlıyorsunuz? Şiirdeki ideoloji sizce ne anlam taşır?

-İdeoloji denince ben estetiğin gözardı edilmesini, şiirin araç olarak kullanılmasını, sloganı anlıyorum. Herhangi bir doktrine tutunmayı anlıyorum. Ama şiirin temeli, hayata bakış açısı, düşüncesi, hayatı kavrayışı, yorumlayışı, gitmek istediği doğrultu, zaten bir anlamda hayatı nasıl değerlendirdiği, nasıl görmek istediği, bu konudaki özlemleri, düşünceleri onun ideolojisidir diyebiliriz. Ama bu, şu demek değildir: Şiir baştan aşağı düşüncedir, baştan aşağı ideolojidir. Fakat temelinde düşünce olmayan da şiir olamaz gibi geliyor bana. Ama düşünce, sırıtmadan şiirin dip suyunda, dokusunda yatmalı sadece. Yani şiirin dokusunun, insandan, insanın duyumundan, düşüncesinden ayrı olmaması söz konusu, insan zaten politik bir yaratıktır; dolayısıyla onun içerisinde bağırmayan, öyle farkına varılmadan çiçeğin açması, meyvelerin olgunlaşması, baharda doğanın kendini yenilemesi gibi bir değişim, bir gelişim vardır. O değişimin, gelişimin bir üreticisi vardır. Ya olumlu ya olumsuz getirdiği, götürdüğü bir şey vardır. O zaman insanın ifadesi olan şiirin içinde buna benzer getiri ve götürü bulunması gerekir. Onların şiirinde bunları pek göremedim. Şunun için göremedim: Onlar birtakım sorunlarını toplum olarak çözümlemişler, bizim sancı duyduğumuz konular orada sorun değil, gündemlerinde yok. Gündemlerinde olmayınca hayata bakış açıları belki bir Orhan Veli çizgisinin küçük gırgırlarıyla, gülümsemeleriyle geçiştirilebilir ama onlarda bunun olmadığını söyleyemeyiz. Bir Erik Stinus var Nâzım’ı çevirmiş. Mevlâna, Yunus ise Murat Alpar tarafından çevrilmiş. Erik Stinus bizim Nâzım’ın benzeri, o yolda insanın sorunlarını öne çıkaran bir şair. Öyleyse Kemal Özer’in bir ifadesinden alarak aktaralım:

“Ayın Öteki Yüzü” de var. Bize, Avrupa şiirinin belli bir yüzü gösteriliyor, ayın öteki yüzü gösterilmiyor. Parlak yüzü gösteriliyor. Yani bize Batı şiirinin bir yönü gösteriliyor. O yöne güdülenmek isteniyoruz. Biz de çoğu kez bunları sorgulamadan, irdelemeden alıyoruz. Her toplumun kendine özgü duyumsamaları, sorunları, hayata bakış açıları, değerlendirmeleri, dili varsa şiirinde, söyleminde de farklılıkları bulunur. Demin dediğim gibi şiirin evrensel bir söylemi, evrensel bir duyumu vardır, orada birleşir. Benim şiirimdeki bir dizeyle söyleyeyim:

Kurtulamaz ayakları toprağından

Evrenselde dokumuş yerli işi

 

Yani kendi toprağında olmak ama evrenselde dokunmak, oradan insana ulaşmak sorunu diyorum buna. Batıda da bunlar var. Batıda böyle şiir yazılmıyor diyorlar. Erik Stinus’u merkez alarak Danimarka şiirinin üstüne biraz daha ideoloji, biraz daha slogan koyarsan 1970’lerin militan şiirini andıracak. Öteki şairler Stinus’tan çok başkaydı. Orada İsveç ve Norveç şiirinden de örnekler sundular. Onlarda da kendilerine göre düşünceler var. Düşünce tamamen soyutlanmış değil.

 

-Oradaki toplantıları yansıtan video kasetlerini izledim. Gördüğüm kadarıyla, sizin hemen ardınızdan Danimarkalı şairler sırayla gelip şiirlerin okudular. İzleyiciler, güzel bir mekânda içkilerini yudumlayarak şiirlerini, şairleri dinlediler, izlediler. Orada şiiri günlük hayatın bir parçası olarak görür gibi oldum. Bu tür toplantılar; sinema, tiyatro mekânında sahne-salon disiplini içinde sunulur. Burada şairle izleyici arasında sıcak bir hava esiveriyor. Acaba Batı insanı sanatı kendi yaşamı içine sokarak günübirlik yaşamayı mı seviyor, siz nasıl gözlediniz?

- Bu konuda iki şey düşünülebilir. Biri oradaki insanların, anlayış, kültür düzeyi ile bizdeki yurttaşın şiire yatkınlığı, kültür düzeyinin farklılığı... Türkiye’de ne zaman ortalama yurttaş şiiri kavrarsa Türkiye o zaman uygarlaşacak herhalde. Çünkü şiirin dili günlük dil değildir. Düzyazı dili değildir, bir üst dildir. İmgenin içerisinde, artistik anlatım içerisinde bir sarmal kurgudur. Onu çözümleyen insan, kafasında daha birtakım şeyleri çözümleyebilir. Günlük duyguların ötesinde yeni duygulara, yorumlara gidebilir. Niye gereklidir şiirde imge? Şiirde imge gerçekte günlük yaşamımızda olmayan başka, değişik bir görüntüdür. Bu değişik görüntü nedir? Günlük yaşamı daha değişik görmek, onun ötesine geçmek, içinde bulunduğumuz görüntüden başka bir görüntüye doğru ulaşmak, dolayısıyla ufkunuzu, dünyanızı, düşüncenizi değiştirmek demektir. O zaman şiir, bir yerde okuyucunun, ortak paydalar bulup zevk almasından öte, bir yerde farkına varılmadan duygusunun, düşüncesinin, mevcut boyutların dışında bir yere doğru geliştirilmesidir. Düzyazıda okuduklarınızı daha kolay anlayabilirsiniz. Bir romanda, öyküde... Çünkü orada anlamadığınız yerleri, anlatımın daha öncesi ve daha sonrası ile ilişki kurarak doldurabilirsiniz. Ama şiirde herhangi bir imgeyi, bir dizeyi kaçırdığınız zaman o örgü bir yerinden sökülür, şiirin de bütünlüğü kalkar ortadan. Öyleyse şiir kendi içinde bir örgüdür. O örgüyü yapısı, sözü, imgesi, kurgusu ortaya koyar. Şimdi bunu kavrayabilecek insanın kendisinden öteye geçebileceğini değişip dönüşüp yeni insan olabileceğini söyledik. Onun için diyorum ki Türkiye’de ortalama insan, hiç olmazsa ortalama şiiri ne zaman anlarsa uygarlık o zaman yakalanacaktır. Bir İkincisi de şu, onların şiirleri bizim şiirlerimiz kadar imgesel söyleyişte değil, anlatısındaki doku, çok sıkı, komprime gelmedi bana. Belki çeviriden ötürü öyle geldi bana. Günlük söyleyişi ile bizim Orhan Veli kuşağına benziyor. Onunla özdeşmiş gibi geldi bana. Bizim şiirimizde şu var: Divan şiirini hor görürüz. Ben de onu beğenmeyen, yeğlemeyen biriyim. Ama onun yaratısının, kendi içinde sıkı bir dokusu, ayrı bir söylemi vardır. Türkiye’nin halk türkülerinde bile öyle söyleyişler vardır ki bunların çoğu günlük dile geçmiştir. Biz onları günlük dilden zannederiz. Çoğu zaman günlük sözlerimiz şiirin kıyısını yalar. Özetle söylersem şairleriyle okuyucuları/dinleyicileri arasındaki mesafenin bizden daha yakın olduğunu gözlemledim.

 

-O zaman bu ilgi ya da bu kendi şiirine daha sıcak, yalın bakmanın temel nedeni ne olabilir?

-Birincisi, şiir kendi yaşamlarından kaynaklanıyor. İkincisi şu var orada: Beş milyonluk ülkede kitaplar fazla satmıyor ama yeni çıkan her kitabı belediyeler satın alıyor ve kitaplıklara giriyor. Aşağı yukarı her mahallede kitaplık var. İnsanlar kitapları oralarda okuyorlar. Vatandaş günlük hayatta -hayatın içine girmiş sanatsal etkinliklerle- diğer taraftan, kişisel sorunlarını çözümleyebilmiş olduğu için kitaba/şaire daha çabuk yaklaşıyor galiba. Ekmek parası peşinde koşmuyor. Haksızlığa uğramıyor. Günlük yaşamın dağdağasından kurtulup kafasının zevkini yakalayabilecek bir hayat standardına kavuştuğu için, o insanın şiirle buluşması zor değil. Bizde şairin ekmek parasından kurtulup şiir yazması zorken vatandaştan bunu beklemek haksızlık olur gibi geliyor bana.

Orada fazla kitap satılmıyor sözüm, sizi yanlış yargıya götürmesin: Bizim 60 milyonda şiir kitabı, zorla bin satabiliyorsa; oranın 5 milyonu için 700-800 satıldığı zaman; bizde 60.000 kişiye bir şiir kitabı, onlarda 600 kişiye bir şiir kitabı düşer. Sonra kitaplık çok, herkes kitaplıklara gidiyor, dahası kitap yasağı, şairin cezalandırılması gibi bir şey yok gündemlerinde.

 

-Şimdi sizin konuşmanızın bir yerinde şunu gördüm: Dışarıdan gelen bir sanatçı bulunduğu topluluğa farklı bir renk katar. Bunu biz bir şarkıcıda, türkücüde çok görürüz. Bir şair olarak oraya yabancı bir ülkeden gelmişsiniz. O ülke adına gözler üzerinizdedir. Siz çok tevazu göstererek “Ben sizden yararlanmaya geldim.” diyorsunuz. Bu yargınız orada pat diye mi ortaya çıktı?

- Hayat algılamadır, irdelemedir. Aşağı yukarı her insan farkında olmadan yaşamdan fotoğraflar çeker. Bu fotoğrafları, kafasında yerlerine yerleştirir. Çoğu zaman bunun bilincinde de değildir ama bunlar bir gün gelir ortaya çıkar. Onları birleştirerek yeni oluşumlara varırsınız, insanın kafası bir laboratuvardır. Belki o laboratuvarın anteni de yüreğidir. Fotoğraflar, antenlere çarpar dalgalanır; beynimize gelir, daha sonra söz olarak dilinizde, yazı olarak kaleminizde ortaya çıkar. Onların hayatı değişikti. Onlara “Ben buradan kazanımlarla, yeni şeyler alarak gidiyorum” dedim. O kazanıma erişmek için, kazanacak zihniyetle bakmak gerekir hayata. Öyle bakmıyor da sadece biçimlerine bakıyorsanız bir şey alamazsınız. Orada gezerken ben, onların sokaklarına, insanlarına bakarken, bu yaşamın arkasında ne var diye izlemeye çalıştım. Gerçekten de kazanımlarım oldu.

 

 

-Ne gibi kazanımlarınız oldu? Yaşamları, yaşama bakışları sizleri etkiledi mi? Bunu nasıl sağladılar? Tavırları nasıldı?

-Hüseyin Duygu adlı arkadaşımın mülteci iken, başbakanla aynı hastanenin yan yana odalarında tedavi edildiğini öğrendim. Öbür yandan gördüğüm bir bakan, bisikletiyle meclise gidiyordu. Kırmızı ışıkta durunca yaklaştım, bisikletinin paslı, eski olduğunu gördüm. Mektup dünyada bitiyor ancak insanların evden eve mektuplaştıklarını duydum. Birbirleriyle sık sık görüşmüyorlar ama telefonla haberleşiyorlar, mektupla aralarındaki ilişkileri sürdürüyorlar. Kucaklaşmalar da tek taraflı oluyor. Öbür tarafa dokunmuyorlar. Belki bir tarafı kendilerine bırakıyorlar, bireyselliklerini koruyarak kendilerini tam anlamıyla karşılarındakine vermiyorlar anlamı çıkarabilirsiniz. Masaya oturuluyor, yiyip içtikten sonra herkes kendi parasını ödüyor. Evlilikleri de nikâha bağlı değil çoğuncası. Nikâha bağlılık birinin diğerini teslim almasını çağrıştırıyor. 20-25 yılı aşmış, fakat mutlulukları bozulmamış evliliklerin olduğunu öğrendim.

Düzeni -kapitalist de olsa- oturmuş bir ülke. Siyasal, dinsel, ırksal ayrılıklar sürtüşmüyor. Uzlaşmayı sindirmişler içlerine. Kim, kimden olursanız olun sosyal güvenceniz var. Derin çalkantılar yok. Polis, silahını gizli taşıyor. Ayrıcalıklar yok gibi. Öyle olunca, yaşama niye tatlı bakmasınlar ki?

 

-Peki siz özendiniz mi bu yaşama? Böyle bir durumu ülkemizle kıyaslarken ne gibi bir yorumda bulundunuz. Şunlar da bizde olsa, bunlar olmasa olumlu-olumsuz yargılar...

-Bir konunun pratikteki durumuna bakmak gerekiyor. Bu konuda böyle bir yargılamayı aklımdan geçirmedim. Önemli olan yaşamaktır. Rahat yaşıyorlar, yalnız şu var, sokaktaki insanlar birbirinden ayrı ayrı. Yani bizdeki insanın birbirine yaklaşma sıcaklığı yok. Kafelere gidiyorsunuz, kim kimi tanıyorsa o kadar yakınlaşıyor, insanlar kendi içinde. Birbiriyle buluşulduğunda, ilgi gösterilirse büyük mutluluk duyuluyor. Ama o kişi bir yere kadar kendini size veriyor. Sonrasını kendine saklıyor. Belki bu onların bireyselliğinin ya da maddeci temelinin olmasındandır. Onu uzun süre yaşamadan kesin bir yargıyla belirtmek yanıltıcı olur. Bununla birlikte kentlerin temizliğine, yaşamın güvenceye alınmasına, siyasal hoşgörülerine, yaşam düzeylerinin yüksekliğine imreniyorsunuz elbet.

 

 

- Oradaki sanatçıların devletle ilişkileri konusunda gözlemleriniz oldu mu? Bizdeki gibi devletin uygulamaları karşısında olan, hükümetlere tavır koyan, belli bir uyumsuzluğun içinde bulunan bir sanatçı durumu söz konusu mu? Hep itilen, horgörülen...

- Fazla inceleme fırsatı bulamadım. Ama akşam herkesin bulunduğu yerde birisi bir şiir okudu, toplantının dışında; kraliçeyle cima ettiğini anlatıyordu. Erotiğin ötesinde... Kadınlar da vardı. Gülüyorlardı. Herhangi bir tepki olmadı. Adam bu şiiri çeşitli yerlerde okumuş, hiç de tepki almamış. Kraliçeyi gördüm. Bir yerden arabasıyla geliyordu. Bir kişi, arabasının kapısını açtı. Sarayının bahçesinde gençler sarılmış öpüşüyorlar, öyle yatıyorlardı. Kazlar, ördekler, sincaplar dolaşıyordu. Bir bekçi vardı kapıda. Kraliçenin oğlunun tarıma düşkün olduğunu, bunun için kredi aradığını ve hiçbir bankanın ona kredi vermediğini, bir buçuk yıldan beri bununla uğraştığını öğrendim.

Bunun yanında kitap yazan bir kişi hayatını garantiye almış oluyor neredeyse. Devlet, kitapları alıyor, belediyeler bu işi organize ediyor, kitaplıklara, kitap satın alınıyor, orada okunuyor. Kitabı o yıl kaç kişi tarafından okunmuşsa, oradan gelen pay, yazara, şaire ulaştırılıyor. O gün akşam beraber olduğumuz Benny Andersen adlı şairle ilgili olarak “Yarın sabah burada yok. Nereye gideceğini kimse bilmez” denildi. Sekiz yüz bin kron, yaklaşık bir buçuk milyar lira şaire veriliyor; o da 6 ay kimsenin bilmediği bir yerde ürününü yazıp geri gelecek.

Sanatçılara böyle destekler sağlanmış. Sanatçıların güvencesi var. Herhangi bir sorgulama, mahkeme falan söz konusu değil. Kitabı satılsın, satılmasın kitaplıklara giriyor. Kitaplıkların kayıtlarına şöyle bir göz attım. Bir semt kitaplığındaki günlük okur sayısı, bizdeki bir büyük kent kitaplığının 2-3 aylık okur sayısından fazla. Öyle ki kitaplıklarında her ulustan kitap var. Bunlara ayrı reyonlar ayırmışlar, hepsinin konuları, dilleri belirtilmiş, kitaplıklar arı kovanı gibi işliyor. Adam bir kitap sahibi olduktan sonra zaten hayatı rahatlıyor. Öbür taraftan adamların düzenlerini değiştirmek için kendi sosyal hayatlarını, herhangi bir konuma getirmek için bir kaygıları yok ki düzenle şair çatışsın. Doğrudan doğruya duygu coşkusu içinde hayatı, bireyi sorgulamaya çalışıyor.

 

-Siz orada iki sayfalık bir metin sundunuz. Bu metinle vermek isteğiniz ileti neydi? Türk şiiri üzerine yaptığınız bu değerlendirmeyle ilgili neler söylersiniz?

-Türk şiirinin serüveni uzun boyutludur. Epeyce değişimler geçirmiştir. Onu bir iki sayfada vermek kolay değildir. Ama bir şeyden söz ederken de enini sonunu birbirine uydurmak gerekir, iki sayfa içinde Türk şiirini özetlemek kolay değildi. Ben orada Türk şiirini getiri götürüsüyle eleştirel bir gözle betimlemeye çalıştım ve kendi düşünce açımdan yorumladım. Eleştiri dozu biraz fazlaydı. Niye öyle yaptım? Bir insan, düşündüklerini olduğu gibi aktarmalı. Bir şair, bir düşünce adamı olarak doğrusunu söylemek zorundaydım. Türk şiirinin elimden geldiğince getirisini götürüsünü, kazanımlarını vurgulamaya çalıştım. Türk şiirinin nerelerde tökezlediğini belirtmeye çalıştım. Divan şiirine azıcık dokundum. Belki insafsızlık ettim. Yenileşme hareketlerine değindim. Nâzım Hikmet hareketinin sesinin kısılmasının, Türk şiirine çok şey kaybettirdiğini söyledim. Askeri baskıların Türk şiirine çok yönlü kötülükleri olduğu kadar bazı getirileri de olduğuna değindim. Bir yerde asıl şikâyetim şuydu: Batıda böyle şiir yazılmıyor. Dünya liberalleşti, küreselleşti şiirden artık düşünce kalktı diye birtakım şeyler var. Onları alttan alta eleştirdim, iğneledim. Ama bununla birlikte Türk şiirinin kazanımı olduğunu, kendi üstüne kapanan şiir olmadığını, büyük bir birikime sahip olduğunu, bu birikimden güzel şeylerin filizleneceğini söyledim. Ayrıca dünyada teknolojinin her şeyi ezmesi karşısında şiirle edebiyatın bitip bitmeyeceği kuşkusuna da değinmek zorundaydım. Fakat sonunda insanın ütopyasının bitmeyeceğini, aykırısının olacağını dolayısıyla şiirin ölmeyeceğini söyledim. Zaten şiir ölürse uygarlık da ölür diye düşünüyorum.

 

-Bizim şiirimizi belirleyen önemli bir sancı var. Bunu özellikle belirtmek gerekiyor. Darbeleri yaşamış bir kuşağız biz. Darbelerin şiiri de oldu. Siz orada belirttiniz. Hapishane şiirleri ortaya çıktı. Düşünen, yazan edebiyat adamlarını toplayıp içeri attılar. Oradaki insanlar bir şeyler okumak zorundaydı. Çoğunun yazması da engellendi. Ne olursa olsun bir sancı taşıyor şiirimiz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

-Oraya geleceğim. Demin eksik bıraktığım yer için, birkaç söz söylemek istiyorum: Danimarka’da bir yerde ulusal bağlarla kuşanmış bir insan olduğumu saysam da bize hep Batı’yı üstün gösterdikleri için açıktan olmasa bile gizli bir korkum vardı. Yurtdışına ilk kez çıkıyordum. Türk şiirini Türkiye’de eleştirir gibi eleştirel bir bakış açısı altında ele aldım. Onların şiirini gördükten sonra acaba böyle yazar mıydım, biraz daha insaflı olur muydum diye düşünüyorum. Yani eleştirilerimi biraz daha kısaltırdım. Daha bizden yana olurdum. Okların ucunu sivriltmekteki tutumun, yabancıya yaranma, Türk şiirine vefasızlık falan değil. Türk şiirini çok ileride, çok güzel görmek istediğim için, küçücük de olsa eksiklerinin bulunması beni rahatsız ediyor da o nedenle belki okların ucunu biraz uzattım. Yoksa beğenmezlikten değil. Türkiye’de darbeler, 200 yıllık değişim sürecimizin sancılarıdır. Gövdede bir değişim var. Bu değişimin yarattığı hastalıklar var. O darbeleri, o gövdedeki sancıların dışarıya çıkan çıbanları olarak değerlendiriyorum. Vücuduna mikrop girmiş yahut değişim hastalığı girmiş yapının tökezlemeleri bunlar. Zaman zaman mikrobun çoğalarak gövdeyi yatağa düşürmesi gibi. O andaki ateşin çıkması ile hastanın pat diye yere düşmesine benziyor darbeler. Ama darbelerin uyarıcılığı da var.

 

 

 

-İçtenlikle şunu sorsak, darbelerin sanata ve edebiyata “katkıları” olmuş mudur?

-Olmuştur. En azından bir şokun kim olduğunuzu, ne olduğunuzu, nereye gittiğinizi fark ettirmesi gibi... Cumhuriyet dönemi şiiri, bir kazanımdır ama hep cumhuriyete övgü, Türkülüğe övgü, ulusal övgü yönünde gitmişiz ve devleti yüceltmişiz. Kim tarafından geldi bu darbeler? Devlet adına, devleti yönetenler tarafından… Bu senin dediğin devlet böyle değil, aklını başına devşir demiştir şaire, yazara, düşünceye bu darbeler. Yani baskı dönemi gelmiş, İkinci Yeni’de olduğu gibi 12 Mart sonrasında olduğu gibi, şiir kendi içine saklanmışsa ya da hapishane şiirleri yazılmışsa ya da şu liberalleşme döneminde biraz yozutulmuş bireysellik, bireycilikle karıştırılmışsa, şiir ulaşmadığı daha başka bir alanda daha başka şeyler keşfetmeye başlamıştır. Burada kalacak mı? Derlediklerinin, işlediklerinin hepsi sağlıklı mı? En azından deneydir, aramadır, kendi üstüne kapanmamaktır. Devinim gücünü yitirmeyenin, daha ileriye atlayabileceğini umut etmek gerekir en azından.

 

-Bunu bir kazanım olarak değil de ortaya çıkan olaya karşı koyma, gücünü gerçekleştirme olarak değerlendirebilir miyiz?

-Evet, iki hasım, nasıl birbirinin kurşununu yememek, için siper ararsa, önlemler, taktikler düşünürse, onun gibi... Yeni alanlara tırmanma yeni konumlar arama... Böyle düşündüğümüzde, kötülüğün de götürüleri kadar getirileri olacağını, acılı da olsa kazanımlar sağlayacağını varsayabiliriz. Çünkü sanat karşı koymadır, sanatçı sürekli savaşçıdır.

 

 

-Kötülük denilince ona karşı koyma gücü de beraberinde gelişiyor.

-Elbette. İnsanoğlu bir organizmadır. Şiir de insanın ifadesidir, iç kanatlanmasıdır. Dolayısıyla şiir de organizmadır, yaşamın estetiği kuşanmış görüntüsüdür. Her organizmada gelişmeyle birlikte kendini koruma güdüsü vardır. Karşısına çıkacak yeni durumlarda yeni taktikler, yeni alanlar arar, bulur. Yaşamın zorlamasıdır bu. Acılar geçtiği zaman, bakıyorsunuz ki kazanım sağlanmış. Zor bu, kötü bu. Ama düzeni oturmamış ülkelerde sanatın, sanatçının yazgısı ne yazık ki... Hoş, öyle olmasa da yeni acılar ve özlemler icat eder, sanat ya!

 

-Sizi, onların diline çeviren çevirmenleriniz oldu. Bunlar Erik Stinus ve Murat Alpar’dı. Bir de sizi izleyen Türkler vardı çevrenizde. Gerek çevirmenlerinizin gerek oraya değişik dönemlerde değişik koşullarda giden insanlarımızın sizi bir sanatçı olarak karşılaması anlamında neler söylemek istersiniz?

-Bilemiyorum nasıl gördüler. Bana olan ilgileri ile değerlendirebilirim ancak. Bir diğeri şöyle söyleyebilirim. Bana buradan giderken 100 kitap getirin dediler. Çok buldum. Arkadaş ısrarla getirmemi istedi. 20 tane de başkalarına armağan edeceğim kitaplar almıştım, onlar da bitti. Bazılarına borçlu kaldım. Dönünce oradaki arkadaşa gönderdim. Toplantılarda özellikle Arhus’taki toplantıda, 200'e yakın insan vardı. Salonda konuşma bitince Hüseyin Duygu, “Üç saat konuştun.” dedi. İnsan üç saat ne konuşur? Benim öğretmenlikten gelen bir alışkanlığım vardır. Hitap ettiğim insanların gözlerine bakarım. Orada insanları gözetledim; heyecanlananlar, ağlayanlar, duygulananlar oldu. Demek ki ben de coşkuya kapıldım. O üç saat bana aslında yetmemişti. Arhus’tan dönecektim; gitme dediler, göndermediler. Bazı yerlere çağırdılar. Egzantrik kafelere götürdüler, ilgi gösterdiler. Toplantı bitince adres aldılar, adresler verdiler. Belki gurbette olmanın, ülkelerinden birinin gelmesinin etkisi vardı.

Eski öğrencilerimden Özcan’la buluşmanın, Ali Kıy gibi Türkiye’den savrulmuş meslektaşlarımla karşılaşmanın heyecanını, tadını yaşadım. O kısa sürede ilk gördüğüm insanlarla kaynaşmanın mutluluğunu duydum. Sanat, insanları kenetleyen en etkin dil olsa gerek.

 

-Ama bir politikacı kimliğiyle gitmediniz oraya. Bir sanatçı konumunda, bir misyonla gittiniz...

-En azından şu var. Sanat yolunda anlayışları neydi, ne değildi benim o konudaki düzeyim neydi, onu benim yargılamam mümkün değil. Fakat onlara bir sanatçı olarak içten davranmış olmalıyim ki ilgileri çok sıcaktı. Oradan döndükten iki ay sonra da bu heyecanı yaşıyorum. Onlardan birçoğuna mektup yazdım, yılbaşında kitaplar gönderdim. Mesafeler ötesinden, insan sıcaklığıyla kucaklaşmak ne güzel. Geç sanatçılığımla, insan misyonuyla tutundum onlara. İnsanlık misyonu taşımadan, sanatçı kimliğine ulaşılabilir mi?

 

-Genellikle yurtdışına giden insanımız, özellikle de sanatçımız, orada söylemek istediğini değil de sorulan sorulara, onların istediği yanıtları verme gerçeğiyle baş başa kalıyor. Özellikle siyasal konumla ilgili sorularla siz de yüzleşmişsinizdir. Sorularına veremediğiniz yanıtlar oldu mu?

-Bana o tür konularda soru sorulmadı diyebilirim. Son akşamki toplantıda izleyici sayısı beklenenden azdı. Nedeni, belli etnik kökenlilerin, önceki konuşmalarımdan kişiliğimi öğrenmiş olmalarıydı herhalde.

Türkiye’ de çektikleri sıkıntının acısını, Türkiyeli bir insan olarak benden almak isteyen ülkemizden bir etnik grubun insanları varmış o semtte. O tip sorular sorulacağını düşünmüştüm. Türkiye’de sıkıntılar çekmiş, yurtdışına çıkmış adamların Avrupa’nın özgürlüğü içerisinde daha hesapsız, boyutsuz, hiçbir engel tanımadan sorular soracağını, Türkiye’de çektiklerinin acısını Türkiyeli bir insan olarak benden almak isteyeceklerini kafamın gerisinde tutuyordum. Konuşmamın herhangi bir yerinde, özgürlüğe sınır tanımadığımı, her şeye hoşgörü ile baktığımı ama Türkiye’nin kültürel bütünlükte, Türkiye’nin ortak paydaları içerisinde tasa ve kıvanç ortaklığı içinde olacağını, tarihinin ve coğrafyasının bunu zorladığını çok açık biçimde olamasa da belirttim. Kendi vitrinimi, onların önüne koyarak gösterdim. Bu vitrine hangi malların konulacağını ya da konulamayacağını, neyin alınıp satıldığını çok usta biçimde karşımdaki insanlara yansıtıyordum. Onlar aşağı yukarı biliyorlardı, böyle insandan nasıl cevap alacaklarını.

Bunun dışında kültür emperyalizmi ve etnik gruplarla ilgili sorular soruldu, cevap verdiğim zaman bir rahatsızlık duyan, karşı çıkan olmadı. Bunun dışında kendimle ilgili bir şey söyleyeyim: Bütün dünyada geçerli olan diyalektik düşünceye inandığım için ve bu doğrular dünyanın her yerinde aklı başında insanlarca kabul gördüğü için sıkıntıya düşmedim. Kendi düşünce ve tavrımı beraberimde götürmeye çalışırım. Örnekse toplantının başında bana siz oturun sizin konuşmanızı çevirecek kişi ayakta duracak dediler. Ben biri ayakta, biri oturur ona razı olamam. Ancak eşitlikler içinde birlikte olabiliriz dedim. Halbuki bir konuk olarak oranın kurallarına uymam gerekirdi, bir yerde sadece kendimi vurgulamak değildi bu tavır. İnsanların eşitlik içinde tartışabileceğini, konuşabileceğini, şiirimizin, şiirimin ötesinden bir insanlık tavrımı da oraya aktarabilmek içindi. Nitekim Arhus’taki toplantıda da buna benzer bir şey oldu; salon bizim okul sıraları gibi arka arkaya dizilmişti. Halbuki salon ay biçiminde düzenlenebilirdi. Takdim ettiler, konuşmama başlayacaktım, açıklama yaptım. İnsanlar birbirinin yüzünü görmediği için ayrışıyor, yüz yüze bakan insanlar anlaşır, ben burada sizinle konuşacaksam, lütfen insanların birbirinin yüzünü görebileceği düzenleme yapalım ricasında bulundum. Ben de ortanıza oturayım şöyle gözüne baka baka, gerektiğinde ellerimiz birbirine değe değe konuşalım dedim. Toplantı o şekilde düzenlendi ve gerçekleşti. Gerçekten de ilk anda bunu garipseyenler oldu ama toplantının ilerleyen dakikalarında dinleyicilerle aramızda duygu ağları örülüp birleşince hemen ayrılmamam için çok zorladılar. Ve trene alınmış biletim olduğu halde, o gece orada kaldım.

 

-Peki, Sezar’ın önemli bir sözü vardır “Geldim, gördüm, yendim.” Siz de bu söze nazire olarak bu gidiş gelişiniz konusundaki görüşlerinizi özetler misiniz?

-Değişik bir dünya görmek güzel bir şey. Bir Batı ülkesinin şiiriyle şiirimi karşılaştırma olanağı buldum. Kendime güvenim arttı. En azından Türkiyeli her insanın, bize özgürlüğün, laikliğin yurdu diye tanıtılan Batı’yı bir kez görmesi gerekir. Onun altında da başka şeyler var. Bizim öyle fazla özleyeceğimiz bir yer değil. Onun da kendine göre eksiklikleri var. Ama ıskalayamayız da çünkü laik, bilimi kılavuz yapmış, bize göre de çok özgür ve demokrat. Bunu görebilme fırsatını bulabildim.

Türkiye’de bu kadar yıl yazıp çiziyorum. Herhangi bir karşılığı olmadan… Yol parasını bile kendim vermeye razıydım. Oranın getirisiyle bilgisayar, faks edinebildim. Kitaplarım yurtdışına ulaşabildi, orada yabancılar kitaplıklarına girdi. Zaten yazan çizen insanın beklentisi dışardaki insanlara ulaşabilmektir. Başka yerlere uzanabilmek, yazmak, çoğalmaktır. O çoğalma olanağını yakalamaktır. O bakımdan memnunum. Oradaki izlenimlerim, algılarım, belki de ilerideki ürünlerime yansıyacaktır.

 

-Söyleşi için teşekkür ederim. Sanatçıların gördükleri yaşadıkları bir ayrıntıyı okurlarına zaman içinde aktarmalarının yararı vardır. Söyleşi bu açıdan  yararlı oldu.

-İzlenim ve kazanımları aktarma fırsatı verdiğin için, ben teşekkür ederim, sevgili Özer dost!

 

Kıyı, S. 120, Mart 19

 

Andersen_M__zesi_Kap__s__nda_001.jpg

 

 

27.10.1997-Danimarka-Odense Andersen Müzesi Kapısında

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  

 27.10.97_Andersen_m__zesi_Memuru___le_konu__urken_001.jpg

 27.10.1997-DANİMARKA- ODENSE-Andersen Müzesi Memuru İle konuşurken.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 27.10.1997-Odense Andersen müzesi 001_1.jpg

 Andersen Müzesinde

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Andersen Müzesi 001_4.jpg

 27.10.1997 Andersen Müzesi Anı Defterine Yazarken

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Odense-Andersen Müzesi 001_1.jpg

Andersen Müzesinde

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Andersen_M__zesi_3_001.jpg

 Andersen Müzesi

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Andersen_M__zesinde_Ali___le_001.jpg

Andersen Müzesinde Ali Çetin İle

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------Danimarka_B__y__kel__ili__inde_B__y__kel__i_Faruk_Lo___001.jpg

Danimarka Türk Büyükelçiliği, Büyükelçi Faruk Loğoğlu  İle

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------Danimarka__O._Bolulu_Kitaplar__n_____mzalarken_001.jpg

 Osman Bolulu Kitaplarını İmzalarken

--------------------------------------------------------------------------------------------------

O.Bolulu_Kitaplar__n_____mzalarken_001.jpg

 Kitaplarını İmzalarken.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

H.Duygu_Ulla_donstrom_Lise_Rong_Hans_Dige_Andersen_001.jpg

 

Soldan sağa, Hüseyin Duygu, Ulla Danstrom, Osman Bolulu, Lise Rong, Hans dige Andersen

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Eric_stin__s_H.duygu____evirmen____air_Benny_andersen_001.jpg

6.Ekim. 1995- Danimarka Yazarlar Birliğinin Osman Bolulu adına  düzenlediği gece; Erik Stinus,Osman Bolulu, Hüseyin  Duygu (Çevirmen), Benny Andersen (Şair)

------------------------------------------------------------------------------------------------

Eric_stin__s___le_001.jpg

Erik Stinus İle

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------__airler_Benny_Andersen__Peterise_Paulsen_ve___air__Murat_Alpar___l_001.jpg

 

 6.Ekim.1995 Danimarka Yazarlar Birliği'nin Osman Bolulu adına düzenlediği Toplantıda; Danimarka'lı yazarlar; Benny Andersen, Peterse Paulsen (D.Y.b) , Murat Alpar ( Şair- Yazar)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )