AŞIRMA

 AŞIRMA

 

Dergilerin sorunlar ve yazın konuları için Özel sayılar yapması; bir konuda çeşitli görüşleri, birarada gözden geçirme fırsatı yaratır, kaynak oluşturur. Akköy Dergisi’nin Aşırmayı (intihal) konu edinen bu sayısı, kimilerini uyandırabilir, sözü özgün biçimde çekip çevirme yolunu açabilir mi diye düşünüyorum. Yazının, sanatın gündeminde öncelik alması gereken birçok sorun ve konu varken 'aşırma’yı öne alınası neden ki, diyemiyorum. Sanırım, birbirinin tıpkısı yazıların, söylemlerin bıktırıcılığa dönüşmesidir, bu konuyu öne çıkaran. Dergilere bakıyorsunuz, düzyazı becerini bile kazanamamışların şiirleriyle (!) dolu sayfaları. Kimilerinin ilk karamalarını kitaplaştırdığını görüyorsunuz. Okuyorsunuz: Dil Özeninden, yazınsalın gereklerinden yoksunlukla karşılaşı-yorsunuz. Yazma eyleminin, çalakaleme düşmesine yazıklanıyorsunuz. Bu kadar çok kalem, dili, düşünceyi örgütleyebilseydi, düşünüşe açılım kazandırabilseydi, yeni söylemler yaratabilseydi..,Yazmak, insanı sarsmak, uyandırmak, yeni duruş ve tavra yöneltmek, yeni düşünüş ekeneği yaratmak... Ama ne ki... – akağını bulmuş, sözünü söylemini işleme düzenini kurmuş yazarlarımızı dışta tutarak söylüyorım- yazmanın uzun ve çileli bir iş olduğunu, birikimler üstünden meyvelendiğini algılamadan yazmaya koşulanları görmek, yazın adına, karamsarlığa iteliyor insanı.

 

Yanlış anlaşılmasın: Bir ülkedeki yazının, aynı konulara eğilmesi, aynı duyarlıkları işlemesi, söylem yakınlığı, bir eksiklik midir? Hayır! Elbet bir ülkenin, bir kültürün, bir dilin kendine özgü bir iklimi vardır. Aynı havayı soluyan yazarların ortak paydaları bulunması doğaldır, o nedenle. Ancak birbirinin benzeği olmamak kaydıyla. Herkes aynı şeyi söylüyorsa, akortsuz bir koronun gürültüsünden rahatsız olursunuz.

 

Aşırma (intihal, Divan Edebiyatında sirkat, sirkat-ı şiir) sözlüklerde: “Başkalarının yazıla-rından bölümler, koşuklarda dizeler alıp kendisinimniş gibi gösterme ya da başkalarının konularını benimseyip,  değişik biçimde anlatmak” olarak açıklanıyor. Osmanlıcanın “sirkat'i, 'hırsızlık` çalma, demek. Sözlüklerin aşırmayı tanımlamasının ilk bölümüne bir diyeceğim yok da: Son bölümü, eksikli: Neden mi? Hiçbir konu, bir kimseye özgü değildir, konu, olay yaşayan, duyumsayan herkesindir. Önemli olan konu değildir: Yazmaktan haberi olmayan da yaşar o konuları. Önemli olan konuyu, dil, düşün endüstrisinden geçirmek, söze nitelik kazandırmaktır. Örnekse 16 yaşımda `Afrodit' üzerine bir kitap okumuştum. Sonraları, Öğrendim ki 78 yazar, aynı konuyu işlemiş, kitaplaş-tırmış. Tanımda: “.... Konularını benim-seyip değişik biçimde anlatmalı ” deniliyor. Asıl önemli olan işte o : Bir konuyu herkes benimseyebilir, benimsediğini değişik biçimde yazınsal estetikten geçiriyorsa, bu, bir başarı-dan başka bir başarı üretmektir. Elbet önemli olan salt konu değil! Bir olayı, mahkeme kâtibi tutanağa geçirir, ama yazdığının yazınsalla ilgisi yoktur. Ama o olay, bir yazarın, beyin tezgâhından geçirilip, yazınsal estetikte dokununca yazınsal ürün olur. Sait Faik'in, adliye muhabirliği yaptığı günlere değgin öykülerini anımsar mısınız? Yazarlık sıradanın somut gerçekliğini, düşsel / kurmaca gerçekliğe dönüştürmek, olağandan olağanüstüyü yaratmaktır.

 

Hani tiyatroda, bir oyuncunun yapacağını, ötekisinin yapmasına rol çalmak denir ya, onun gibi yorumlamalı, ortak konuları, ortak duyarlıkları. Danimarka Yazarlar Birliğinin adıma düzenlediği gecede (6 Ekim 1995) çevrilen şiirlerim okunurken Danimarkalı bir şair: “Bunu ben de yazmıştım. ” dedi. “Olabilir, ama ben sizin dilinizi bilmiyorum, siz de benimkini. Şiir, dünya ozanlarının ağzında bitimsizliğe adanmış, evrensel bir sestir. İnsan duyarlığı ortaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun, ozanların ortak duyarlıkları bulunabilir. “ diye yanıtla-dım.Derler ki insana değgin ortak temler vardır. Yazarlar, şairler ondan ırak olamaz. Ortak duyarlığınız, kullandığınız dilin düşünüş dizgesine, işleyiş ve beğenisine yadırgı düşmüyorsa, o kadarı kurtarır yazarı, şairi. Sözün, kimin tezgâhında, nasıl dokunduğu, kimin damgasını taşıdığıdır esas olan.

 

Aşırma (intihal) deyince alıntılar' geliyor akla. Özellikle düzyazılarda alıntılara raslarsınız. Örnekse Ali Dündar”da pek çoktur. Kendisine güvenen bir yazar, alıntıları yinelemek için, ona yaslanmak için başvurmaz alıntıya. Önceden söylenmişleri temel yaparak, onun üstünden ileriye çiçek açtırır, dili, düşünceyi ilerisine sektirir. Öylesi alıntılardan korkmamalı, alıntıdan Ötesine uzanım var mı, ona bakmalı. Şairlerin, başka şairlerden dizeler aktardığını görür-sünüz. Genelde şairler, okudukları güzel şiirlerden etkilenerek şiir yazamaya yönelirler. Doğaldır: Etkilenmek, birinden esinlenmek. Aşağı yukarı her şairin, her yazarın ilk yıllarında usta birine imrenme, özenme bulabilirsiniz. Yolunun başlangıcına, inek altında buzağı arar gibi değil de buzağı altında Öküz arar gibi bakmak, insafsızlıktır. Çıkıştan sonraki süreğini izlemek gerekir. Kendisine özgü bir nitelik kazanabilmiş mi? Buluş, işleyiş bakımın-dan benzerlerine üstün özelliği var mı? Ürününe kendi damgasını vurabilmiş mi? Yazınsal biricik'liğe ulaşabilmiş mi? Duygusal yeteneğine güvenerek, ilk çıktığı yerde, patinaj yapmış araba gibi, tekerleği çalışıyor, ama erim alamıyor,yerinde döneleyip duruyorsa, o zaman kaleminizi, bir cerrah bıçağı gibi işletebilirsiniz. (Söz arası diyorum ki, yazına adananları kolla-malı, korumalı ama, pohpohlayarak, yerinde vınlayıp durmasından da sakınılmalı.)

Konuların, temlerin, duyarlıkların, kullanılan yazın tekniklerinin birbirini andırışı değil, beni korkutan. Yinelenmesi, kısırdöngü yumağının büyültülmesidir. Cahit Sıtkı'ya bakarsanız; Divan duyarlıklarını, sürüp gelen temlere yaslan-dığını (Ölüm, hüzün, aşk vb.) halk şiirin ölçüsünün kırık biçimlerini kullandığını, halk söyleminden kaçınmadığını- Hatta bir yerde Fransız şiiri etkisinin sezildiğini- görürsünüz. Bildik, alışılmış söylemi kendince kullanabilmiştir. O nedenle kolay tutunmuş, kolay sevilmiştir. Edindiklerinin ekeneğinde boy atmıştır, onun özgün şairliği.

 

Söz, söylemdeki andırışları da yadırgamıyorum ben: Karacaoğlanın ”Taş düştüğü  yerde ağır / Çağır Karacaoğlan çağır. ”ve Nâzım`ın : “Bağ” bağır / Hava kurşun gibi ağır.” dizeleri sesteş. Bir geleneğe, bir Türkçe söyleme yaslanmış Nâzım. Yarattığı süreğin içini, çağdaş yorum ve devrimci bir içerikle doldurmuş. Söz söylem, bilim, uygarlık, yazın birikim-lerinin birbirine eklenerek, çağının isterlerini, duyarlıkları genişletmek, boyutlandırmak, dile, düşünüşe, söze açılım kazandırmaktır.

 

“Konuya nereden girdin, neresinden çıktın?” diye düşünebilirsiniz. Şunun bunun ipliğini pazara çıkarmak, birilerini hırpalamak, benin yöntemim değil. Kişilerle uğraşmam. Kişilerin düşünüş, yazışlarına karşı, diyeceklerim varsa, onları derim. Yazmaya soyunmuş adama saldırmak, soyuma bıçak çekmek gibi gelir bana, yakıştıramam kendime. Bu kadar yalanın, talanın, vurgunun, soygunun yaşandığı bir ortamda yazana kıyamam. Ancak kişiliğime, siyasal düşünceme saldıran olursa, o zaman kalemim sivrilir. ” Biraz da kendi eksikliğini örtülemek için yumuşak dil ve yaklaşım sergilemişsin. Öğretmenlik etmeye özenmişsin. ” diyecekler de çıkabilir. Hakkınız da vardır hani. “Oldum ” demiyorum. Özencilikten kurtulamadım, ustalaşmaktan korkuyorum; Yazarken kılı kırk yarıyorum, hepinizden çekiniyorum. Yazarlığın bir tür düşünüş ve insanlaşma öğretmeliği olduğuna inanmakla birlikte, yazarlıkta öğretmenlikten kurtulmaya çabalıyorum. Ne yaparsınız ki, temeldeki huy,tepiyor böyle ara sıra.

 

7 Mart 2006-ANKARA

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )