KANADA/BİZİM ANADOLU GAZETESİNDE YAYINLANAN YAZILAR

KANADA/BİZİM ANADOLU GAZETESİNDE YAYINLANAN YAZILAR

 
KANADA/BİZİM ANADOLU (Notre Anatolie) GAZETESİNDE  YAYINLANAN "ANA SÜTÜM BENİM: TÜRKÇE" YAZILARI:

      YAZILAR                                       SAYI             YAYINLANDIĞI TARİH
1.    İnsan Sesi                                    251/252        Ocak - Şubat 2015
2.    Çevre ve İnsan                             248/249         Eylül - Ekim 2014
3.    İç Kimlik                                      246/247         Temmuz - Ağustos 2014
4.    Sormayan Güdülür                        245/246         Mayıs - Haziran 2014
5.    Politika Tiryakisi                            243/244         Mart - Nisan 2014
6.    Baget ve Sopa                              241/242         Ocak - Şubat 2014
7.    Anmak mı, Anlamak mı?                239/240         Kasım - Aralık 2013
8.    Uzağa Koşulanlar Yoksa                 237/238         Eylül - Ekim 2013
9.    Dokunulmazlık mı, Koruma mı?       235/236        Temmuz - Ağustos 2013
10.  Sormayan Güdülür                         234               Haziran 2013

11.  Lütfen Biraz Öfkelenir misiniz?         232/233         Nisan - Mayıs 2013
12.  Yazar - Bilinç - Sorumluluk              230/231         Şubat - Mart 2013
13.  Katran Karası Kin II                        228/229         Aralık 2012 - Ocak 2013
      Katran Karası Kin  I                         226/227         Ekim - Kasım 2012
14.  Ayağı Yerli, Gözü Evrensel               224/225         Ağustos - Eylül 2012
15.  Kitapsız Kafa Çöle Benzer                222/223         Haziran - Temmuz 2012
16.   Sözlük                                          221/220         Nisan - Mayıs 2012
17.  Kitapsız Kültür Topaldır IV               218/219          Şubat - Mart 2012
       Kitapsız Kültür Topaldır III              217                Ocak 2012
       Kitapsız Kültür Topaldır II               215/216          Kasım - Aralık 2011
       Kitapsız Kültür Topaldır I                 213/214         Eylül - Ekim 2011
18.  Aziz Nesin'i Anlayabildik mi?             212                Ağustos 2011
19.  İnsana Değgin  Kavramlar Üstüne II  211               Temmuz 2011
      İnsana Değgin Kavramlar Üstüne I     210               Haziran 2011
20.  Öfke                                              209                Mayıs 2011
21.  Düşünce, Düşünüş IV                      208                Nisan 2011
      Düşünce, Düşünüş III                      207                Mart 2011
      Düşünce, Düşünüş II                       205/206          Ocak - Şubat 2011

          Düşünce, Düşünüş I                        204                 Aralık 2010                                             
22.  Düşünmek                                     **                  **********
23.  Türkçe Denemeye Katkı IV               203                Kasım 2010
      Türkçe Denemeye Katkı III               202                Ekim 2010
      Türkçe Denemeye Katkı II                200/201          Ağustos - Eylül 2010
      Türkçe Denemeye Katkı I                 199                Temmuz 2010
24.  Yiğit, Sert ve Dik Adam mıyım?         198/197         Mayıs - Haziran 2010
25.  Soyadı Sahtekarıyım                                196        Nisan 2010
26.  Söz ve İnsan (Sözüne Bak, İnsanını Tanı)  195         Mart 2010
27.  Sözcük Seçiminde Özen  II                                     15 Şubat 2009
       Sözcük Seçiminde Özen  I                                      Ocak 2009
28.   Seslendirme ve Noktalamanın Önemi                       Aralık 2008
29.   Dil Savrukluğunun Nedenleri                                   Eylül 2008
30.   Dilimizde Edim ve Edicinin Özellikleri                        Temmuz 2007  

 

1- İNSAN SESİ

Hiçbir çalıya değmemiş kanadı
Rütbesizliğin rütbesi
Dümen kırmaz fırtınada
Bulutsuz göklerin adı
Kirsiz yankılanmakta
Anadan doğma insan sesi


Benim aradığım; kirli ayakların değmediği ormanlarda pırıl pırıl, şırıl şırıl, doğalında akan duru suya benzer insan sesidir: Dinledikçe beyninize çiçek açtırır, yüzünüze sabah güneşinin ışığını düşürür. Söyleşmeyi, düşünüş bahçesine dönüştüren insan sesi, sizi gülleriyle yelpazeler. O, yalana dolana, yapmacığa bulaşmamış doğal insan sesinde, insanın içtenliğini bulursunuz. Türkçe ezgi ve kurgusunu yitirmemiş insan sesi içimi yıkar, arıtır beni.

Sokağa çıktığımda:
Kaldırımları tekmeleyerek yürüyende kabaz / ham sesi; başkalarını yok sayarcasına yürüyende böbürlenen sesi; başı eğik, basacağı yeri seçmekten korkanda ürkek sesi; gövdesini beton kaleler gibi kabartarak yürüyende oluşmamış kimliğini saklama sesi; kimse yokmuşçasına tafra atanda boş varlığını örtüleme sesi kulağımı tırmalar. Dil, düşünüş yoksunluğunu, tavırlarına yansıtanlarla aynı yolda yürümek istemem. Yolumu değiştiririm.
Görüntülü iletişim araçlarındaki çiğ ve yayvan ses; güzelim Türkçemin ezgisini bozuyor, düşünüş dizgesini kağşatıyordur. Kapatırım aracı. Yazılı iletişim araçlarındaki pek çok ses; yalaka ağızlıdır. Yayın organını çöp kutusuna atarım.

Tiran ağızlı politik sesin yüzü gülmez. Beyninin arkasındaki kiri kusar. Ağzından ateş eder. Attığı sis bombasının karanlığında yalanlarını gizlemeye çalışır. Gözdağı verir, korku salar çevresine. Cumhuriyetli kazanımlarımız, hepten yok edilecek korkusuna, kuşkusuna düşer, heyheylenirim.

Okumak da ses simgesinden (harften) beyne ulaşan sestir.

Gecenin ikinci yarısında okumaktan bitkin düşmüşümdür. Kitaplardaki bilge beyinlerle aramdaki bağ gevşemiştir. Kitaplarla, bilgelerle gözel* söyleşiyi, beyinsel algıyı, tamı tamına gerçekleştiremiyorsam, okumayı sürdürmeyi; o bilgelere saygısızlık sayar, kitabımı saygıyla, özenle öperek elimden bırakırım da uyku tutmuyordur.

Tutunacak bir insan sesi ararım. Vakit uygundur, değildir demeden telefona sarılır, dünyanın neresinde olursa olsun, gerçek bir insan sesine ulaşırım. Ondan aldığım esenlikle yatağa girer, sabaha, bana ulaşmış o insan sesinin gücüyle dimdik uyanır, ilk aşka tutulmuş gibi, coşkuyla işime koyulurum.
...

Dost sesi, benim için bir payandadır: Anadan doğma insan sesiyle tanıdığım insanlardır, beni besleyen kaynak, güven suyu. Onların sesi, evrensel, ölmez bir ezgidir benim için. Onları tanıdıkça dünyam genişler. Sesi içtenlikli, duru insanları, daha çok sever oldum.

Duyuş, düşünüş, olanı biteni değerlendiriş, yorumlayışımda onların payı öyle çok ki… Sayın ki, beni ben yapan ben değilim de onlardır. Çığırdığım insanlık türküsünün duru suyu, iç duyarlığını yitirmemiş insandansa, işlenmişi, dokunmuşu bilgelerden, kitaplardandır.

İnsan gibi insanın sesi, beyinden beyine köprü kuruyorsa, güzel insanların gönüldeşliği sürüyorsa, dünya karanlığa gömülmeyecektir.

"Korkma oğlum Osman. Yalnız değilsin. Korkup kaçarken burnun çamura batarak ölmektense, dövüşe dövüşe ölmek yiğitlik, insanlık ödevindir. Diren!"

Ocak-Şubat 2015

 

 

2- ÇEVRE VE İNSAN
   
(Türküsü, Dansıyla)


Kağnı ardında ağır yürüyen, sabanla tarla sürerken boynu öne eğik köylümüz, iş, aş bulmak için kente koşar. Bakarsınız, bir iki yılda adımı hızlanmıştır, her şeye 'evet' demek için, öne eğilmeye hazır boynu doğrulmuştur. Karşısındakiyle yüz yüzedir. Suskun adam konuşuyordur.

Aldatılmamak için aklını çalıştırıyordur. Soru sormadan, önünü sonunu anlamadan bir işe girişmiyordur. Bu edinim ve gelişim, köylünün içine katıldığı çevre koşul ve gereklerinin zorlamasındandır. İnsanın aklını uyandıran, konum ve koşullarına uyumlanmaya zorlayan doğal ve toplumsal çevresidir.

İnsanın içinde bulunduğu doğal ve kültürel ortamın havası; insanı etkiler, insanın edim ve tutumuna yansır. Bu etki ve yansımanın, halk oyunlarına ve türkülerine de renk ve biçim verdiğini görüyoruz:
Bir elin, açılmış parmakları gibi Akdeniz'e uzanan Ege'nin zeybeği, niçin, engel atlar gibi seke seke oynar? Orta Anadolu oyunlarıyla Ege oyunları arasındaki devinim, birbirinin tıpkısı değildir. Birininki kımıltı, ötekininki sekme. Hele Silifkeli, kanat çırpan kekliktir, kınalı kanatlarıyla düşlemlere uçurur sizi. Rumeli türkülerinde; üstlerinde yalnızca birkaç köprümüz kalan ırmakların hüzünlü akışını ve üç yüz yıldır Anadolu'ya itelenen insanımızın, acılara düğümlenmiş sesini, yaşama sevincini yitirmediğini kanıtlamaya yeltenen haykırısını sezersiniz. Yalçın dağlarının arasında uzayıp giden derin vadilerin çileli sesini, koyaklarda umarsız sürüklenmenin acısını Doğu Anadolu türkülerinde dinlemez misiniz? Orta Anadolu'nun, ünleme tonlu bozlakları, niçin öteki bölgelerimizde yoktur? Yağmur yağarsa; bolluk, sevinç, yıl kurak geçerse; açlığın üstüne kıvrılış, acı. Bozkırın haykırışı mıdır, o ünleme? Her mevsim çırpınan, dalgası keskin ve yüksek Karadeniz bölgesinin türküleri, niçin bir coşkun Karadeniz'dir, valsi de aşan bir devinimdir? Karadeniz'in fırtınası, adamın ağzındaki sesi yarım bırakır. Bu olgu, Karadeniz türkülerine, değişik bir tat ve özellik vermiyor mu? Artvin'e doğru tırmandığınızda, niçin Karadeniz sesi değişir? Karadeniz'le iç Anadolu arasındaki sıra dağların başında ezgi değişmeye başlar, yaylalanır. Bafra, Çarşamba ovalarına, mevsimlik işçiliğe inenlerin özlemiyle dağların uğultusu sarmaş dolaştır, dorukların türküsünde. Akdeniz sıcağından kaçıp Torosların serinliğine sekinlenmiş Türkmen ağzı, kökenimizden gelen sesimizdir, özgür yapımızın özgünlüğünü anımsatır durur bize. Tozanlı ve Kelkit akağının uzun oyuğunda hüzne bulaşık uğultu, batıdan doğuya sürüklenir gider. Orta Karadeniz bölgesine varırsınız: Bolu ormanlarında, Tombulacık Halime'nin, yanık / civelek türküsü yankılanır. Tombulacık Halime dikmeden kiraz alır, karlı dağlarda üşümez, aşkın sıcağına sarmalanmıştır. Ama Halime İstanbul'a varamaz: Çünkü klasik Türk müziğiyle karışık mı, barışık mı diyelim ya da Osmanlı söyleminden esinlenmiş mi diyelim, ona uyumlanmaya elverişli değildir, Halime'nin boğazı. Türkülerimiz, Kars dolaylarında Azeriye teğettir, Güney Doğuda gırtlağına, çölün boğumlu sesi bulaşır. Türküler, siyasal sınırları aşar, halkları kucaklattırır.


Anadolu'nun acı-sevinç alaşımı yazgısını dillendirir türkülerimiz. Hem ağlatır, hem oynatır insanımızı.
Halk oyunlarımızda, türkülerimizde, Anadolu'nun tarihsel serüveniyle birlikte, coğrafyasını da yaşarsınız. Tel dımbırdadı mı; ayak devinip kol kanatlaştı mı; tezenenin, ezginin ve oyunun, il çevresiyle nereli olduğunu çıkarırsınız. Değişik yörelerdeki ezgilerimiz, oyunlarımızdır; ayak basmadığımız yerlerdeki yüzyüze tanışmadığımız insanımızla bizi bütünleştiren, coşkulandıran, dansa kaldıran, aynı ezgiyi çığırtan. Oyunlarımız, türkülerimizdir; kültür, duyuş, davranış yapımızın, toplumsal örgümüzün yapı taşlarından birisi. Kültür harcımız!

Çevre deyince, yalnızca 'dolay' düşerse aklımıza, çevre kavramının içi eksikli kalır. Dolay, nesneye ilişkindir. Nesnelerde dolay algılaması olabilir mi? Çevre, bilincine sahip insanla anlam kazanmıştır. Soyut düşünebilen insan, bu kavramı matematik terimi yapabilmiş. Toplumbilim terimidir de çevre: Yaşamın gelişmesinde etki yapan doğal, toplumsal, kültürel dış etkilerin bütünlüğü. Üstüne üstlük, mecaz anlamlar da yüklemişiz çevreye: Bir kimseyle ilişkisi bulunan ya da aynı konuyla ilgili olanlar. Çevre kavramındaki 'dış', insanın dışında kalanları belirtmek içindir. İnsana değginliğiyle toplum, toplumun gelişmesi, insanların birbiriyle ilişkileri, ilişkilerinin yarattığı kültürle bağdaşıktır çevre. Kavramın, bu içeriğini boşaltır, kültürle bağdaşıklığını görmezseniz; kavram çıplaklaşır, yalnızca 'dış' kalır da neyin dışı? Dış sözcüğünü de -insanın içselinden ötede oluşu nedeniyle- yaratan da insandır. İnsansız çevre, çevresiz insan olamaz.

Ne zaman gündeme girdi çevre kavramı?
Kavramın temelinde 'doğa' da var. Yüzyıllardır çevreyi yalnızca doğaya ilişkin mi sandık? Evet, insanın gelişim serüvenini, doğayla insanın savaşımı olarak özetleyebiliriz: İlkel insan, doğanın tutsağıydı. Doğa, ilkel insanı yenen bir güçtü. İnsanoğlu, doğal engelleri aşarak, doğayı yenerek ve kendisine göre biçimleyerek yaşamını kolaylaştırdı, kültürünü yarattı. Doğrudur, güzeldir, yararlıdır da. Kendi gücünü abarttı, doğadan çimlendiğini, evrildiğini unuttu mu insan? Doğayı, ne oranda buyruğuna alır, yararına kullanabilirse, o kerte mutlu olacağı sanısına mı kapıldı? Acımasızca doğayı talan etmekten sakınmadı. Ne zaman ki yapısı hırpalanan, dengesi bozulan doğa, dengesini bozan insandan hıncını almaya başladı, o zaman aydı insan. Doğa çıplaklaştırıldıkça kendisinin de çıplaklaşacağının farkına vardı sonunda. Doğa yiterse ben de biterim korkusuna kapıldı.

Doğa, kendisini çıplaklaştırmaz, yok etmez: Dizgesiyle vardır, yıkılırsa tümden yok olabilir. Yasalarına göre sürekli değişir, yenilenir, var'ını eler, yeni biçime dönüştürür. Doğa kendisini, kendisiyle onarır, sağaltır, diri ve devingen tutar. Kendisinin doktorudur. İnsan soyu, doğanın dölü. Kendisini yaratan doğanın, kendisini onarma, diri ve sağlıklı kılma yöntemini, kendisi için kullanabildiği oranda varlığını sürdürebilir. O nedenle çevre sorunu insana ilişkindir. Doğayla kendisi arasındaki uyumu sağlamak, doğayla barışık yaşamak, insanın yaşamsal zorunluluğudur, yükümlülüğüdür.

Gerçekten çevre bilincinde miyiz? Çevre günleri düzenleyerek, çocuklara kâğıt, çöp toplatmakla geçiştiriyor muyuz konuyu? Tanıksınızdır, çevre gönüllüleri engellenir, denizlerde gemi üstündeki demeçlerine katlanılır ancak. İnsanlık, çevre sorununu ciddiye alıyor mu? Çeşitli ülke siyasalarının, çevreye ilgisi ne oranda? Dedikodulara, yalanlara kapılarak alanlara çıkanları, gösteriler yapanları görüyoruz da: çevresiyle birlikte insanlığın da yıkıma düştüğünün gerçekten ayırdında mıyız?

İnsan çevresiyle vardır, çevre de insanıyla. Çevresiz insan nesneleşir. Ağırlıklı anlamıyla, insandan soyutlana
maz doğa. Çevre; sokağımız, semtimiz, kentimiz, yurdumuz, dünyamızdır.

Doğa, insanın anası. Hangi ananın sütüyle beslenip yaşamını sürdürebilir insanoğlu?
Anasını yitiren insan, ne yapacak?


Eylül-Ekim 2014

 

 


 

3- İÇ KİMLİK


21 Mart 2004. Nusret Fişek Vakfı'nda şiir üzerine söyleşiliyordu. "İlkelini aşmış, insanlık değerlerini edimine, tutumuna sindirmiş insan, şiir yazsın, yazmasın, şiir gömüsüdür. İnsanın şiiri, yaşamını şiirli kılan iç kimliğindedir." deyiverdim. İçimin derinliklerinden çıkıp gelen o sözceyi ederken, gözüm, Oya Fişek'teydi. Niye ki?

Anımsadım: 1967'de Gazi Çiftliği Lisesi, orta bölümünden bir sınıfı, Ankara Radyosu Çocuk Saati'ne götürmüştüm. Radyoevinin karanlık ve dar geçitlerinde, öğrencilerimden biri kaçırmış. Oya, fark etmiş, onu ötekilerine sezdirmeden ayırdı. Öğrencileri, Oya'ya emanet ettim. Kızımızı, taksiyle Gazi Mahallesindeki evine bırakıp dönüverdim. O olayı anımsama düşürdü dilime, 'iç kimlik' sözcesini.

İçime dönüp baktım: O güzelim tanılamayı, insan gibi insanı, ham / yoz insandan ayırt edebilmiş, yazmış mıydım ben? "Sözü dilinde, sen iç kimliği bilmeden mi, geldin bu yaşa?" diye hayıflandım. Kendimi sorguya aldım. Bahri Dede'nin "Şu mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmez." sözünü çok kullanmama karşın, deryayı bilmeyen aptal balıklardan birisi miydim? Vah bana!.. İç kimliksiz miyim? Öyleyse o güzelim sözce nasıl çıktı ağzımdan?

Ömrümün ön sayfalarında arayışa çıktım: Babam, 12 yaşımda, gurbette öğrenime bırakırken: "Oğlum, bir elmayı bölüşürken büyük payı arkadaşına ver, büyüğünü kendisine ayırana karşı da dikkatli ol!" demişti. 16 yaşımda yitirdiğim babamın sözüne uydum ömrümce, özgeciliğimi talana verdim, çok. Yüzüme demeseler de arkamdan 'enayi'ye çıktı adım. Babamın sözünü tutmakla, kutsal enayiliğimle iç güzelliğimi korurmuşum. İyi etmişim: Geç de olsa, algıladım, insanın iç kimliğinden uç veren bir durumu söylemek istermiş, kurağı ışıklı olası babacığım.

Adam, size sigara sunar, kendi sigarasını yakar, kibriti söndürür atar.

Tatlı (aslında yağlı) sözlerle sizi okşar da, siz yoksunuz havasındadır. Siz onun figüranı, sözünü kuzu kuzu dinleyeni durumuna düşürülmüşsünüzdür. Çevresini kuşatanlar ona göre, katkı veren ortak paydalı birey değil, onun edimini onaylayan birer sayıdır. Bulunduğu yerlek, baştan aşağı, kendisiyle doludur. Isınamamışımdır öylelerine.

Başka bir baba, kayınbabam da iç kimlik üzerine göstergeler sunmuş da ayamamışım: Celâl Efendinin kızına âşığım, kızı da bana. Töreleri yıkmak istemiyoruz, içimizde eziklik kalmasın, ana babaların iznini alacağız. Celâl Efendi, aracıyla kızını istettiğim için payladı beni: "Sonunda mutlu ya da mutsuz olacak sizsiniz, dolayısıyla da ben. Neden kendin gelmedin bana?" demişti.

Sorup araştırmış: gençliğin, yırtıcı ben'ini aşamamış dönemindeyim.

Bize belletilen şaşmaz doğrulara inanıyorum: Delişmen bir delikanlı, dikine bir adam. "Sana kızımı değil, ayağımın tozunu bile vermek istemem.

Ama kızıma soracağım, isterse belanızı birlikte çekersiniz." dedi. Kızının evet'iyle evlendik. Saygıda kusur etmiyor, ilişkilerde tutukluk yaratmıyoruz, fakat içten biraz limoniyiz.

Nasıl baba oğul olduk Celâl Efendiyle? O da Turhal'da, biz de. Celâl Efendi, oranın sevilen, sayılan adamlarından. Öğretmen aylığıyla sıkıntıya düşeriz belki diye, yakını esnafla tanıştırdı beni.
Esnaftan Adnan Bey: "Celâl Efendi yazık etmişsin kıza." demiş. Niçin mi? Ocak ayının başı, Turhal köprüsünde iki çocuk: Biri dört, ötekisi altı yaşlarında. Üstlerinde yalnızca gömlek, ayakları yalın: Buza basıp havaya hopluyorlar. Çocukları, Adnan Beyin dükkânına götürdüm. Baştan ayağa giydirttim. Komşudan aldırttıkları ayakkabılar da veresiye. Adnan Beyden aldığım para ile biraz harçlık, ellerine de birer çikolata. Çocuklar, ilkyaz kuşu oldu, uçup gitti. Arkalarından, dükkânın kapısına dayanmış ağlıyorum.

Bu hal, Adnan Beyin ticaret kafasına sığmamış da…

O akşam rakısı, nevalesiyle oturdu ocağımızın başına Celâl Efendi. "Evlat, özür dilerim, sen benim öz oğlumsun." dedi.

'İç kimlik' sözünün tohumunu beynime eken onlarmış, oradan çıkıp gelivermiş dilime. Yaşadıklarımdan çıkarım almakta, hayli yaya imişim?..

Aymazlığımı silkeleyerek kendimi keşfettim ya, aptallar, ilk kez rastladıkları doğruyu, ilkin kendileri bulmuş sanırlar ya, ben de dış kimlik, iç kimlik üstüne birkaç söz edeyim mi? İsterseniz, size demiş olmayayım da söyleneyim, izninizle.

Kişilerin, nüfus kayıtlarını, hangi işi yaptıklarını gösteren belgelere kimlik deniyor. Onunla sorgulanıyor, onunla yargılanıyor, aklanıyor kişiler. Kimi malından, kimi toplum içindeki konumundan, bulunduğu orundan, kimi siyasal yerinden kimlikleniyor. O resmi kimliklerine bile gerek kalmadan toplumsal kuralları yarıp geçiyorlar. Öylelerin asıl kimliği, kişiliği, saygınlıkları neye dayanıyor, bakmış mıyız? Yoksa iç kimlik yoksunlarına güven, inan, bizim bir şeylerimizi mi kemiriyor?

Kimlik, kişilik, saygınlık kavramlarına bakıyorum. Kim olduğunu kanıtlayan resmi belgeleri aşıyor. Toplumu temel alıyor, insana özgü nitelik, özellik içeriyor. İnsanca davranış, edim tutum, toplumun değerleri ağırlık kazanıyorsa, bu kavramlarda, insanın kendisinin ayırdına varmadığı iç kimliğinin bulunup bulunmadığı aranmak gerekmez mi toplumu yönlendirenlerde ve ilişkide bulunduğumuz insanlarda?

İç kimliği olmayanların, iç çıplaklığını görememek, bizim iç çıplaklığımız sayılmaz mı, bir anlamda?

İnsanın iç kimliği, dış yüzeyinde, abartılarında değil, derinliklerinde saklıdır. Küçük, önemsizmiş gibi görünen tutumunda, ediminde uç verir çiçeğini ya da dikenini batırır. Oradan alırsınız iç kimliğinizin rengini, ıtırını ya da kısırını. İç kimliğin şiirini edinememişlerden kurtulduğumuz gün; ulusal ve evrensel kucaklaşmada insanlığın erdemini yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

"Yaya kalmışsın." derseniz, darılmam. 'Darısı başkalarına" derim.

 

Temmuz - Ağustos 2014

 

 

4- SORMAYAN GÜDÜLÜR  


Dünyaya bakış, yaşamı değerlendiriş ve ona göre duruş almak ve edim ve tutuma geçmek; genelde iki kalın çizgi arasında süregitmektedir. Çıkar kavgasının yanında anlayış kavgasıdır bu! Çoğu kez çıkar kavgasıyla anlayış kavgası koşuttur. Birlikte/özdeş süregider.

O, iki kalın çizgiden biri yazgıcılık, öteki akılcılık.

Yazgıcı; her şeyin alınyazısına göre önceden belirlendiğine; insanın bu önceden belirlenmiş olan alınyazısını değiştiremeyeceğine inanır.
Olanın bitenin nedeni aramaz. Sormak ona göre Tanrı'ya ortak koşmaktır. Yaşadığımız dünya, yalan dünyadır, asıl dünya, öte dünyadır.
İnakçıdır: Temel gerçeklerin usla kavranamayacağını, ancak inan yoluyla elde edileceğini savunur.

Akılcılık inana karşıdır, olağanüstülüğü tanımaz, akla dayanır, akıl dışı olanı kabul etmez.
Akıl; düşünme, anlama, kavrama yetisidir. Bu yetiyle olaylar, durumlar usa vurulur, çıkarımlar yapılır; olaylar ya da kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurulur; bu bağıntılardan algılanarak, kavranılarak sonuçlar çıkarılabilir, neyin nereden geldiği, niçini ve nedeniyle anlaşılır.

Süregiden düşünsel olarak dünyaya bakış, yaşama bakış ve yaşamı değerlendiriş kavgası, çatışmasıdır: Yazgıcıya göre soru, kuşku; sövgü (küfür)dür, Tanrı'ya karşı gelmektir. Akılcıya göre ise düşünmenin, arayışın, öğrenmenin açkısı (anahtarı)dır.

Soran, sormayan kavgası

Kur'an'da: "Bilenle bilmeyen bir olur mu?" denilmiştir. Bilmek için sormak, sorgulamak gerek. Buna karşın, inakçılar, soruyu Tanrıya karşı çıkış saymaktadırlar.

Soru:
* Eylemin yapılıp yapılmadığını,
* Yargının gerçekleşip gerçekleşmediğini,
* Yargının doğruluğunu, yanlışlığını anlamak,
* Bir şeyin nedenini aramak,
* Bilgi edinmek, bilgilenmek,
* Kuşkuyu açıklığa kavuşturmak,
* Kalıplaşmış yargıları deşeleyip onarmak, güncelleştirmek,
* Yeni kavramlar üretip dili, düşünceyi boyutlandırmak içindir.

Sormayan bilemez, bilmediğinden korkar:
* Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestiremeyen kararsız kalır,

*Bir tehlike karşısında kaygılanır, ürkülenir,
* Başkalarının niyet ve amaçlarını öğrenemez,
* Kuruntulara teslim olur, boş inanç (hurafe)lardan umar bekler,
* Yaşamı ve kavramları tam olarak tanıyamaz, algılayamaz,
* Şaşkınlaşır,
* Olanı biteni anlayamaz,
* Kendisini ve çevresini anlayamadığı için güdülen, kullanılan duruma düşer. Genel nüfus içinde bir sayıdır ancak: Bilinçsiz, istençsiz.

Sormayan, sorgulamayanların çoğaldığı yerde:
Özgür istenciyle karar alıp uygulayabilen bireyler kuşatma altında kalır. Yazgıcılar çoğalır. Geçin Tanrı kulluğunu, kulun kulları türer.

Nesneleşmiş kuru kalabalığı kullanan ağzı demokrat, edimi tutumu faşist çağdaş tiranlar çıkar ortaya.


Mayıs-Haziran 2014

 

 

 

 

5- POLİTİKA TİRYAKİSİ 


Tiryakilik; afyon, tütün, çay, kahve gibi keyif veren madde tutkunluğudur. Alışkanlığından kurtulamayanlaradır zararı. Eroin, kokain vb.lerini kullananların zararı, kendilerinedir.

Her nasılsa, politikaya fırlamış kimilerinin politika tiryakiliği öyle mi ya?

Demokrasiyi, yalnız göstermelik seçim oyunu sayan ülkelerde, seçim ulusal istenci yansıtmaz. Temsilde adalet aranmaz da, ele geçirilen iktidarı, ne pahasına olursa olsun tekelinde tutmak, kararlılık sayılır. Kim için kararlılık? İktidarı tekelinde tutma tutkusuna takılmış siyasal tiryakiler için!

Halkın duygularını kamçılayarak, gerçek dışı söylevlerle oy avcılığı yapılır: Yalandan dolandan sakınılmaz, siyasal etik önemsenmez. Seçim yasası, belli siyasal çıkara göre ayarlanır, karanlık güçlerden destek alan politika tiryakileri türer. Politika, içteki-dıştaki egemenlere bağımlılığa dönüşür. Bir kez seçilen, yerini korumak için, etik dışı, her türlü oyuna başvurur: Ulusa hizmet, yörüngesinden yozur, çıkar çevrelerinin buyruğuna girer, ulus yararının yerini siyasal çıkar alır. Politikacı, kendisini vazgeçilmez sanır. Büyüklük tutkusundan kurtulamaz. Onların getirdiği yıkım, kendilerini aşar, ulusun yıkımı olur. Ulusların baş belâsıdır politika tiryakisi. Tarihe, dünyaya bakarsanız, ulusların çöküntüsünde, politika tiryakilerinin ayak izi, ahlâk cambazlığı vardır.

Politikayı yoksamak mı istiyorum? Hayır! Politika; zaman ve mekân içinde evrensellik, süreklilik göstererek devlet işlerini yürütmek; ulusun, kendi esenliğini sağlamak için örgenleştirdiği düzeni, adaletle işleterek, insanını mutlu kılmak için siyasal iktidar savaşımıdır. Ancak bu savaşım, hukukun kurallarıyla sürer, genel/ortak yararda uzlaşır. Siyasal erk; ulusal, evrensel insanlık değerlerine uygun yasalarıyla, yönetilenlerden kabul alır. Ulus adına kuşanılmış politik erk; kendisini aşamamış politika tiryakilerinin iyeliğine geçirilmez, küçük adamları, büyüklük, tek'lik saplantısına bukağılamaz.

Politika, uygulandığı toplumun tümünü -hangi anlayış ve düşünüşte olurlarsa olsunlar- gözönüne alan bir anlayışın üstüne kurulursa insancıl bir sanattır.

Geçmişte ve şimdi bu anlayışta mı kimi politika/politikacı? Yoksa biz, özel hırslarını koşturan politikacıların terkisinde açmazlara, çekincelere (tehlikelere) mi sürükleniyoruz? Demokratik kazanımlarımızı tükete tükete, yıkımın eşiğine mi vardık? Bunlara benzer soruların yanıtları bulunamıyor, çözümü yapılamıyorsa, kuşku, korku yurttaşı aşar, toplumu/ulusu ürküye düşürür. Ulusal dokunun sayrılaşıp çözüleceği korkusunu yaşamaya başlarsınız.

Kendisini aşamayan politikacının yönetimine düşen ülkede, ulusal bütünlük kağşar, çözülme başlar. Politika tiryakileri, Makyavel'i aratır: Makyavel, politikada ereğe varmak için, her türlü aracı kullanmayı, devletin devamlılığı için ileri sürmüştü. Günümüzden bakarsak Makyavel'in görüşü siyasal ahlâksızlık. Günümüzün politikacılarından, Makyavel'i sollayanları, mafyayla politikayı, tecimsel ortaklığa dönüştürenleri, yerini, çıkarını korumak için mafyayla bütünleşmekten, rüşvetten, hortumlamaktan çekinmeyenleri; dünyayı güdümüne alan para imparatorluğu ile elleşip, onların arkasından yelyepelek koştururlar.

Para imparatorluğu kirli çıkarının kıskacına kıstırmış dünyayı, halkı; güdeceği sürü, çıkar kaynağı sayar. Sonra ulusal istenç (irade) diye, ağzını köpürte köpürte söylev çekerek kamuyu aldatmak için, her türlü oyuna başvurur.

Kendisini aşamayan politikacı, yabanıl yaratıktan daha büyük belâdır. Çünkü yabanıl yaratık, ancak gereksinimleri ve savunma için başka bir yaratığa saldırır. Öylesi politikacı, bırakın çıkarlarının önünü kesmeyi, yüzlerindeki kiri gösterenleri, amansız düşman sayar, yok etmeye çalışır.

Politikacının tutkusunu, bir yere kadar hoş karşılayabiliriz. Ancak tutku, kör hırsa dönüşmüşse, onun ufalamayacağı değer yoktur. O biçim politikacı mıdır kıstağında debelenen, yoksa kıstağın karanlığına itelenen kamu mu? Yurttaş, birey olarak sorumluluğumuzun bilincinde miyiz?

 


Mart-Nisan 2014

 

 

 

6- BAGET VE SOPA 


Dinledim mi, okudum mu seçemiyorum. Nereden yazıldı belleğime bu ilginç, öğrencelik öykücük? Ömrü yabanılda geçmiş çoban, günün birinde kente iner. Kocaman bir salondan dışa vuran müzik çalınır kulağına. Merakla salonun kapısını aralar, bakar yüksek bir yerde bir adam, elindeki bageti sallıyor, onlarca çalgıdan, onun buyruğuna uygun ezgi yayılıyor. Herkes, can kulağıyla dinliyor. Çıt yok!

Orkestra sonlandığında, herkes ayakta alkışlıyor eli bagetli adamı. Kral da ayakta alkışlıyor. Dinlediği ezgiler, çobanın dağdaki ırlamalarına benzemiyor; anlamsız bulur orkestranın ezgisini. Hem niçin çalgıcıları değil de eli değnekliyi, daha çok alkışladılar? Hayretle sopasına dayanır kalır bir yontu gibi, kapının ağzında.

Kral, dışarı çıkarken değneğine dayanık adamı görür. Çobanın da orkestrayı dinlediğini sanır, sevinir. Hoşlanıp hoşlanmadığını sorar. Bizimki de o eli değnekli adama ne kadar ücret verdiğini sorar krala. Duyduğu ücret, aklına sığmaz, karın tokluğuna dağda davar otlatan adamın. "O adam ne yaptı ki, elindeki değneği salladı durdu. Bakın, benim değneğim daha büyük. Ondan daha iyi yaparım bu işi." der krala. Kral, dinleyicilerin, orkestranın geri çevrilmesini buyurur. Bizimkine de "Haydi sen çık yüksek yere, sopanı salla da çalgıları yönet." der. Sopasını rasgele sallamaya başlar bizimki. Ama ne ki, curcuna ve kahkaha tufanı…

Demokrasi Bir Yaşam Orkestrasıdır

Demokrasi denen yaşam orkestrasında da müzik orkestrasında olduğu gibi çeşitli çalgılar vardır. Orkestrayı oluşturanların oturdukları yerin, alt üst konumda olması, ellerindeki araçların büyüklüğü, küçüklüğü önemli değildir. Ezgisinin uyumu, kuralına göre seslendirilmesidir değer taşıyan. Ne elindeki çalgısı küçük olanı, ne en geride oturanı, ne de bagetiyle orkestrayı yöneteni önemsizdir. Orkestra, üyelerinin tümünden oluşur. Birinin aksaklığı tümüne yansır.

Özellikle, bu son yıllarda, çevreme ve olgulara bakınca; o öykücüğün, belleğimde niçin devinik kaldığını anlıyorum: Kof kişiliklerinin içini, boşluğuyla doldurup, cakasını yutturmaya çalışan ne kadar insancık varmış!..

 

Ocak-Şubat 2014

 

 

 

7- ANMAK MI ANLAMAK MI?Anmak mı, Anlamak mı?
Bizdeki anma toplantılarına ısınamadım bir türlü. Öylesi toplantılara katılmak içimden gelmiyor. Gidiyorsam, anılana saygısızlık etmemek için. Anma toplantılarını sonuna değin izlemek, hapishaneden çıkacağı günü saymak gibi sıkıntılı. Değerbilmezin birisi miyim? Anmak kavramının geçmişe yönelikliği ya da kavramın ucunu geleceğe açamamak mı, beni rahatsız ediyor?
Anma toplantılarının yas kokulu, ağıt ağızlı söylemi midir, yadırgadığım? Bayramlarda, ölüm yıldönümlerinde gömütlük ziyaretine benzetiliyor, anmalar. Anma toplantılarında söylenenlerin, eskisi ile yenisini karşılaştırsanız, aralarındaki fark, yalnızca yıl değişikliği. Anılandan çok, kendisini öne çıkaranlar, anılana yakınlığıyla kendisini vurgulamaya yeltenenler mi dersiniz, anılanı bir katkı maddesi durumuna düşürenler mi dersiniz, kitaplardan, ansiklopedilerden aktardıklarını yineleyenler mi dersiniz, alın, alabildiğiniz kadar. Her çeşidini görebilirsiniz.
Değerbilirlikten çok, dost ahbap görüşme yerine dönüştürülüyor anma toplantıları: Ünlü birisinin cenaze törenine katılmak ya da birisinin düğününde görünerek yasak savmak gibi. Ölü yakınlarının gönlünü alır biçimli anma toplantılarını, o nedenle sevemiyorum.

Anmak, başsağlığı dilemek mi? Anmak; iz bırakmışlar üstüne konuşmak mı? Yoksa anılanın bırakılarından iz sürmek mi, yapıp ettiklerini yorumlamak, sonrasına etkilerini imlemek mi, anılanı, yazınsal, düşünsel dokudaki yerine oturtmak, damarı damara ekleyerek düşünsel, dilsel ve ekinsel birikimleri katkılamak mı, toplum, dil, düşünüş damarlarına yeni kan vermek mi? Anılanı, nesne durumundan kurtaracaksınız, canlı tutacaksınız ki: Anılanın dil, düşünüş, ekin tarihindeki kaydını yenileyesiniz!

Anmak kavramı, ilk bakışta geçmişe dönüktür; birini ya da bir şeyi akla getirmek, düşünmek anlamlarını içerir. Ancak kavramın açımlamasında geçen akıl, düşünme kavramlarına da bakmak gerekmez mi? Akıl; neyin nereden gelip nereye gideceğini ölçüp biçerek, oranlamalar yaparak, bağıntılar içinden ve irdelemelerden sonuçlara varmayı buyurur. Olandan biten üstünden daha yeniye götürür kişiyi. Anmak kavramını, akıl ve düşünme kavramlarını içererek teraziye vurduğunuzda, anmak kavramı, geçmişe yöneliklikten kurtulur, anmanın üstündeki yas kokusu silinir, ağıt ağzıyla konuşmazsınız. Konu olanı, yeniden yaşatmış, onun getirilerini, geleceğe -cansuyu gibi- aktarmış olursunuz.

Yas çağrışımlı anmalar yerine, anlamayı düşünsek mi bir?

Anlamak; üretime dönük, doğruyu ve gerçeği bulduracak, kavratacak bir kavram: Bir kişinin, bir olgunun, bir şeyin ne olduğunu, neyi imlediğini bütün yönleriyle seçiklemek; yeni bilgileri bir araya getirerek, onlardan sonuç niteliğinde başka bilgiler edinmek; içinde bulunulan durumun gerçeğine erişmek. Anlamak; neyin ne olduğunu öğrenmek için karşılaştırmalarla, irdelemelerle algılamaya, olandan yeni üretime götürür kişiyi.

Hem niçin, şu anma toplantıları, insanoğlunun yüreğinden korkusunu sökemediği ölüm yıldönümlerinde yapılır ki? Her doğum, yeni bir ışık, yeni bir umudun dünyamıza ilk adımını atışı, insanlığa yeni bir katkıdır. İz bırakanı, bize yolak açanı anıyorsak; "İyi ki sen doğdun. Bize değerler bıraktın. İzinden daha ötesine ulaşırken, seni unutmayacağız." anlayışıyla gerçekleştiremez miyiz, şu anma toplantılarını?
Kuru anmalar yerine:
* Anılan hakkında inceleme, araştırmalar yapsaydık,
* Anılan üstüne bildiriler sunsaydık,
* İz bırakanlar hakkında aydınlatıcı kitaplar yayınlasaydık,
* Elde edilen sonuçları kamuya yayabilseydik değerlerimize tutunarak yol alma hızımız ne olurdu?
Kasım-Aralık 2013
 

 

8- UZAĞA KOŞULANLAR YOKSA 


Kaba bakışa soğuk gelir 'uzak' sözcüğü. İnsan, doğuştan tembelimsidir; yorulmak istemez, kolayı seçer. Beynine merak çengel atmamışsa, sorup sorgulayarak ötesini özlemeye başlamamışsa, bulduğuyla yetinir. İlkel gereksinimlerini karşılayan dar yaşama katlanır. Onun için esenliktir böylesi. Tarihin karanlık fotoğraflarına bakarsanız arka yüzünde 'yakın' yazılıdır.

Yakın sözcüğü, sıcak görünür ilkin. Yakın dölü kolaycılıktan kişioğlu üstüne ağan karanlık, ne kadar uzun tuttu, olanla yetinmek?

Değişime, dönüşüme ne kadar ket vurdu? Bunu düşündük mü dersiniz?

Yakının salıncağı, belli aralıklarla aynı noktalara gider gelir. Uyutan bir beşiktir o!

Yaşam karşıtların birliği: "Doğanın, toplumun ve düşüncenin durmayan bir devinim ve değişim içinde bulunmaları, bunlardaki evrimin her şeyde var olan iç çekişmelerin çatışması sonucu olarak ortaya çıkan olgu." Düşünür, yazarken bu olgunun, çatışmalarından sonuç çıkarma yöntemini kullanmazsak, kavramları doğru değerlendiremeyiz: Uzak'sız yakını; yakın'sız uzağı anlamlandırmada zorlanırız. Yakın ile uzağı, uzak ile yakını eytişimin terazisine koysak mı?

'Yakın' kavramı sıcaktır, dostluğu, elleşmeyi, akrabalığı çağrıştırır da, ökseleri var mı? Bunu da düşünmek, irdelemek gerek. Zaman ve yer arasındaki ayrılığın azlığıdır, 'yakın'ın ilk anlamı. Zamanın, kısa aralıklarla, üretimsiz akıp gitmesi, ömrün boşuna harcanması değil de ne? Ulaştığınız yerler, birbirine yakınsa, ötesinin yoksunluğuna düşmez misiniz? Yerleğinize çakılıp kalmaz mısınız? Güzel, sıkı ilişkileri de içerir yakınlık. Birbirine 'benzeş'miş' sevgileri çoğaltır belki de. Ama bağıtlandığınız o sevgilerden, sıkı ilişkilerden ötesini göremiyorsanız, özel aynasında 'kendini severliğin' kabuğuna tıkıştırılmış olmaz mısınız? Gelişime uzanası dallarınızda yeni çiçek açabilir mi? Bildiğiniz baharlardan başka baharları, yaşama erincini yakalayabilir misiniz?

Yakın'ın bağlamdaşı dostluk, akrabalık, kişiyi kişiye bağlar; onun törel imecesinde birbirinizi korur, kollarsınız, birbirinizden güven alırsınız. Toplumsallaşmanın başlangıcı da dostluk. Fakat yakın'ın ördüğü bir örnek gelenek görenekten kurtulamıyorsanız, bir bukağı saklı değil midir, sıkı ilişkilerin karnında? Yakın içinde yatan 'benzeme, andırma' anlamlarını da göz ardı etmemeli elbet.

Birbirinin eşleği (fotokopisi) olanlar, ancak benzerlerini üretir: Gelişime, değişime açılmaz kapıları. Hoşunuza gitse de gitmese de, zıtlıkları içeren süreçtir yaşam. Onun değişik dallarından koparılan meyvelerdedir yaşamın gerçek tadı. O aykırı ve karşıt tatlarla uzanırsınız ilerisine, yeni dünyalara.

İçinde bulunduğumuz açmaza bakalım: Aynı sözcük kadrosuyla, aynı söylem kalıplarıyla konuşuyor, yazıyoruz. Bellenmiş yaşam kalıplarını çatlatmaya koşulmuyoruz. O nedenle sözcük kadromuz genişleyemiyor. Düşünce boyutlanamıyor, değişik söylem biçimleri yaratamıyoruz. Siyasal örgütlerimizin, sivil toplum katının tutum ve edimi, çoğuncası birbirinden ödünçleme ya da benzeği. Değişik sözler işitir, değişik davranışlar görür gibiyiz. Ama bunların, nerdeyse tümü, özü, işleyişi (mekanizması) de aynı. Bir olgunun iki yüzünü değişimsiz, dönüşümsüz dillendirmekten öteye geçemiyoruz.

Değişikmiş, önericiymiş görüntüsü veren etkinliklerin, yalnızca etiket ve yazı rengi farklı: Biri ak, biri kara. Düşünüş dizgesi, işleyişi aynı olduktan sonra, bildik tepenin ha sağını, ha solunu seçmişsiniz, ne çıkar? Başka tepeler var mı, onların doruğuna çıksanız, ne göreceksiniz? Aynı düşleri görmek, düşkoliklik değil de ne? Daha başka düşlerin özlemine düşmek yok mu? Bir yerde herkesin edimi, tutumu, düşünüşü, aynı yörüngenin bir bu yüzünden, bir öteki yüzünden bağırılıyorsa orda hiç kimse yeni bir şey söylemiyor, değişik şeyler yapmıyor demektir. Bir çaplığın, ha önü, ha ardı… Getirisi ne?

Tek kanallı düşünüş, tek tip algılayış ve görüş, faşizmin alt toprağını hazırlamak değil mi?

Ha, şu yakınlığınız, birbirinize katlanarak, tartışılarla birbirinizi onara onara düşünüş üretmek, ondan ötesini yoklamak, başka çevrenler açmak, yeni konumlar, duruşlar özlemekse, ona bir diyecek olamaz. Yakın'a sinmiş durağanlığı silebiliyorsanız, o yakınlık üretimlidir, gelişimlidir.

Yakınlığın karşıtı uzak yoksa, uzak'tan döllenmemişse o yakınlık, ilkel bir birliktelik (aşiret) kabuğunun altında kalmaktır bu! Gidilesi uzunla, ötelerden devşirilenlerle besleyeceksiniz yakınlığı. Aradaki zaman çokluğunu aşacaksınız. Eli güçlü olmazlığı tersine çevireceksiniz, olasılığı az olanı başaracaksınız ki, yakını, uzağın memesinden emzirerek büyültmüş, siz de yücelmiş olasınız, uzağa koşulmaktan yakınlığın gönencini deresiniz.

İnsanlığın yarattığı bütün güzellikler; edebiyatı, sanatı, uzağa koşan, koşulan serüvencilerin beyninden çiçeklenmiş, eliyle kurulmuştur. İnsanlık tarihindeki güzel örgeler, insanı geleceğe umutla koşturan direnç, yarına analık etmek, uzağa koşulanların, bize bağışıdır. Ne varsa, yeryüzünde güzel, doğru adına, yakında pineklemeyip uzağı arayanların düşlerinin gerçekleşmişidir. Yaşanılası dünyanın mimarı, uzağa koşulanlardır.

Uzağa koşulanlar diyorum ya, o amaçsız, ilkesiz, yolsuz yönsüz düşlerin yelinde savrulmak olmasa gerek.

 

 

Eylül-Ekim 2013

 

 

 


9- DOKUNULMAZLIK MI, KORUMA MI? 

 

Dokunulmazlık mı, Koruma mı?
Milletvekili dokunulmazlığı yurttaşa dokunuyor, acıtıyor da…

Dokunmak, "nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi türlü niteliklerini sinir uçlarıyla duymak" yalnızca insana ilişkin olarak açımlanmış sözlüklerimizde. Bitkiler bile kendisine değen zararlıya karşı korunmaya geçer. Biberin çekirdekleri acıdır, döl dökmesine gelecek zararı önlemek içindir. Kendisine zarar verecekleri yutan bitkiler bile vardır.

İnsan, nesne değildir. Özgür bireydir. Herkesin dokunulmaz, el sürülmez alanları ve hakları vardır. Ama özgürlüğün sınırı, bir başka özgürlüğün sınırına değin. Hak için de öyledir. Dokunana dokunmanın törel, yasal yaptırımları vardır. Hiç kimsenin, sınırsız dokunulmazlığı olamaz.

Milletvekillerinden oluşan kurum (TBMM) yurttaşın yaşam biçimini düzenler. Toplumsal ilişkilere sınırlar koyar. Yurttaşa dokunur. Her şeyin bir karşıtı vardır. Dokunana dokunulur. Yönetenle yönetilen ilişkisinin bir ölçütü, bir sınırı olmak gerek.

Dokunulmaz; ilişilmez, el sürülmez; hiçbir şekilde eleştirilemez demek. Kirli, kokuşmuş, zararlı, tehlikeli şeylere dokunulmaz, el sürülmez. İnsan insanla vardır. İnsan, insandan sorumludur. Toplumsal işbölümü nedeniyle insanın birbirine dokunmazlığından söz edilemez. İnsan, insana dokunur. Birbirini eleştirebilir. Kendisini acıtana karşı çıkar, dava açabilir.

Anayasa, yönetenle yönetilen arasında hak ve ödevleri düzenleyen toplumsal sözleşmedir. Sözleşme, hukuksal sonuç doğurmak amacıyla iki yanın da uygun istenç (irade) beyanlarıyla gerçekleşir. Yönetene de yönetilene de hak ve ödevler yükler. Her ikisinin de birbirine üstünlüğü olmamak gerekir.

Böyle sözleşmede milletvekili, yurttaşın yasal istek ve beklentilerini yerine getirmek için kendi yerine bıraktığı kimsedir. Asıl, yönetilen (yurttaş)dir. Bir insanın, davasını doğru yürütmeyen avukatına işini bıraktırma (azletme) hakkı vardır. Toplumsal sözleşmenin, karşılıklı sorumluluğunu düşünürsek; seçenin, belli bir oy oranıyla seçileni görevden alma hakkı olmak gerekirdi.

Türkiye'de milletvekili dokunulmazlığı sınırsız. Neredeyse, Cumhurbaşkanı dokunulmazlığını aşıyor, sorumsuzluğa dönüşüyor.

Dokunulmazlık tartışması, yıllardır süregidiyor. Hukuk, dokunulmaza dokundurmamaya ayarlanıyor. Bu gidiş, TBMM'ye, hukuka güveni sarsabilir. Toplumsal yapımızı kağşatabilir.

Ben hukukçu değilim. Okuduğunu doğru algılayan, anlayan bir yurttaşım.
Evrensel insan hak ve özgürlüklerinden eksikli Anayasamızdaki dokunulmazlık kavramındaki inceliği ayırt edemediğimizi düşünüyorum.

Milletvekillerininki: Anayasada belirtilen milletvekili nitemini taşımayanların, suç işleyenlerin dokunulmazlığı değildir. Kürsü dokunulmazlığıdır.

Niçin? TBMM, ulusu temsil eden özgür bir kurum olmazsa yurttaş da özgür olamaz. Milletvekili, yalnızca kendisini seçen il ya da siyasal parti adına değil, Türkiye adına sorumluluk yüklenmiştir. TBMM'de her şeyi söyleyebilmeli ki, ulus adına kuşanılmış güç ve sorumluluğunun gereğinin, yerine getirilip getirilmediğini görelim. Bunun içindir kürsü dokunulmazlığı.

Seçilmiş de insandır. Her insan gibi suç isleme olasılığı vardır. Suç işlemişler de, her insan gibi, bağımsız yargıda sorgulanmalıdır. Suçluların ayrıcalığı olamaz.

Milletvekillerininkine dokunulmazlık değil, koruma demek gerekir. Koruma dediğim nedir? Korumak, bir kimseyi dış etkilerden ya da zor durumlardan uzak tutmak, esirgemek. Milletvekili, hemen gözaltına alınır, tutuklanırsa ulus adına yapacağı işten alıkonur. TBMM üstüne gölge düşürülmüş olur.

Yasa gereğidir: Milletvekili, bir yıldan az ceza almışsa bağışlanır, ceza bir yılı aşarsa TBBM üyeliğinden sonraya ertelenir. Daha fazlaysa TBMM üyeliği düşer.

Başlık altındaki tümceyi, bütün yurttaşlar adına söyleme hakkım olamaz.
Onlara dokunan acıyı çekmekten üste, sınırsız dokunulmazlık, beni öfkelendiriyor da…
Ulus adına söz edecek milletvekili korunsun, esirgensin de, töreyi, yasayı çiğneyecek oranda değil.

Koruyan korunur. Korunmadan koruyana ne demeli?

 

 




10- SORMAYAN GÜDÜLÜR 


Dünyaya bakış, yaşamı değerlendiriş ve ona göre duruş almak ve edim ve tutuma geçmek; genelde iki kalın çizgi arasında süregitmektedir. Çıkar kavgasının yanında anlayış kavgasıdır bu! Çoğu kez çıkar kavgasıyla anlayış kavgası koşuttur. Birlikte/özdeş süregider.

O, iki kalın çizgiden biri yazgıcılık, öteki akılcılık.

Yazgıcı; her şeyin alınyazısına göre önceden belirlendiğine; insanın bu önceden belirlenmiş olan alınyazısını değiştiremeyeceğine inanır.

Olanın bitenin nedenini aramaz. Sormak ona göre Tanrı'ya ortak koşmaktır. Yaşadığımız dünya, yalan dünyadır, asıl dünya, öte dünyadır.

İnakçıdır: Temel gerçeklerin usla kavranamayacağını, ancak inan yoluyla elde edileceğini savunur.

Akılcılık inana karşıdır, olağanüstülüğü tanımaz, akla dayanır, akıl dışı olanı kabul etmez.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama yetisidir. Bu yetiyle olaylar, durumlar usa vurulur, çıkarımlar yapılır; olaylar ya da kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurulur; bu bağıntılardan algılanarak, kavranılarak sonuçlar çıkarılabilir, neyin nereden geldiği, niçini ve nedeniyle anlaşılır.
Süregiden düşünsel olarak dünyaya bakış, yaşama bakış ve yaşamı değerlendiriş kavgası, çatışmasıdır: Yazgıcıya göre soru, kuşku; sövgü (küfür)dür, Tanrı'ya karşı gelmektir. Akılcıya göre ise düşünmenin, arayışın, öğrenmenin açkısı (anahtarı)dır.

Soran, sormayan kavgası

Kur'an'da: "Bilenle bilmeyen bir olur mu?" denilmiştir. Bilmek için sormak, sorgulamak gerek. Buna karşın, inakçılar, soruyu Tanrı'ya karşı çıkış saymaktadırlar.

Soru:
* Eylemin yapılıp yapılmadığını,
* Yargının gerçekleşip gerçekleşmediğini,
* Yargının doğruluğunu, yanlışlığını anlamak,
* Bir şeyin nedenini aramak,
* Bilgi edinmek, bilgilenmek,
* Kuşkuyu açıklığa kavuşturmak,
* Kalıplaşmış yargıları deşeleyip onarmak, güncelleştirmek,
* Yeni kavramlar üretip dili, düşünceyi boyutlandırmak içindir.

Sormayan bilemez, bilmediğinden korkar:

* Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestiremeyen kararsız kalır,
* Bir tehlike karşısında kaygılanır, ürkülenir,
* Başkalarının niyet ve amaçlarını öğrenemez,
* Kuruntulara teslim olur, boş inanç (hurafe)lardan umar bekler,
* Yaşamı ve kavramları tam olarak tanıyamaz, algılayamaz,
* Şaşkınlaşır,
* Olanı biteni anlayamaz,
* Kendisini ve çevresini anlayamadığı için güdülen, kullanılan duruma düşer. Genel nüfus içinde bir sayıdır ancak: Bilinçsiz, istençsiz.

Sormayan, sorgulamayanların çoğaldığı yerde:

Özgür istenciyle karar alıp uygulayabilen bireyler kuşatma altında kalır. Yazgıcılar çoğalır. Geçin Tanrı kulluğunu, kulun kulları türer.

Nesneleşmiş kuru kalabalığı kullanan ağzı demokrat, edimi tutumu faşist çağdaş tiranlar çıkar ortaya.




Haziran 2013

 

 

 


11- LÜTFEN BİRAZ ÖFKELENİR MİSİNİZ? 

 
Öfke, kimi kez baldan tatlı, kimi kez de Arnavut biberinden acıdır. İnsanın iç derinliklerinde saklıdır. İnsanıl bir ayaklanıştır. Salt yıkıcılığını düşündüğümüz için, tek anlamıyla yazmışız kişisel sözlüklerimize öfkeyi. Hiddet ve şiddetle anlamdaş saymışız. Öfkesizliğin duyarsızlıktan, ilgisizlikten, sindirilmişlikten filizlendiğini düşünmemişsinizdir hiç.

Günlük gereksinimlerinizin birazını, zar zor karşılamayı mutluluk sayarsınız. Yaşamınızın çevreni, elinizdeki kadardır, ona razısınızdır. Birilerinin, sizin sinikliğinizden aşırdığı payla, sizi talan ettiğinin ayırdında değilsinizdir. Tepkilerinizi, başkaldırı diye yutturmuşlardır size. Uslu insan olduğunuzu, hiç tartışmadan yaşamanın erdem olduğunu sanırsınız, dar kabuğunun içinde yaşamınızı sürdürürsünüz. İnsanoğlunun; gerek doğanın gerek toplumsal düzeninin ya da insanlar arası ilişkilerin baskısı karşısındaki tepkilerinin, olumlu gelişmelerin, bilimin, sanatın ve uygarlığın ana toprağı olduğunu kavrayacak bilinç katına ulaşamamışsınızdır da... Ondan!
Öfkelenirseniz, esenliğinizin bozulacağından korkarsınız. Yakınmaz, karşı duruşa geçemezsiniz. Ne kadar uslusunuz! Ne mutlu size!.

Öfke aklın önüne geçerse, dengeli davranış engellenir elbet. Anlamsız sürtüşmeler içinde bulursunuz kendinizi; yıpratırsınız, yıpranırsınız. Ama öfkesizlik, duyarsızlığın ta kendisidir. Duyarlılık; kendisinde, çevresinde olup bitenleri algılayıp değerlendirmeye giriş kapısıdır. Duyarlıkları doğru değerlendirebilmek için akla başvurmak gerekmiyor mu? Akıl; incelemeyi, irdelemeyi, ölçü biçiyle yargıya varmayı buyurur. Ona, mantığı koşarak doğrulara varırsınız. Akıl, doğruları kabul ettiği ölçüde yanlışlara, kötülüklere başkaldırıyı da içeren bir yetidir. Aklın bulunduğu yerde öfkenin de bulunması doğaldır.

Öfke, salt olumsuz bir tepki midir? Öfke engellenmek, incitilmek, gözdağı karşısındaki duyarlılıktır. Kişiliğin, insanlık değerlerinin, ahlâk ve estetiğin çiğnenmesine karşı çıkıştır. Hiç öfkelenmemek, teslimiyettir, karşı tarafın her eylemine destursuz ön açmaktır. Öfkesizlik, kişiyi pısırıklaştırır, toplumu sürüleştirir: Kişiliksiz, düşüncesiz, istençten yoksun bir nesne durumuna indirir.

Başı eğik kişiye, suskun topluma barış ve uyum içinde yaşadığı telkin edilir. Barış, eşitler arasında olur; uyum, bir yanı ağır basmayan karşılıklı kabulün dengesinden doğar. İşin bu yanını karıştırmanız istenmez. Kavgasız komşu, uslu yurttaş olmaya çağrılırsınız hep. Arada sırada suskunluğunuzun küçük ödünlerini tattırırlar, mutlanırsınız. Mutluluk, birilerinin, lütfen bağışı mıdır? İnsanın doğal hakkıdır!


Durup dururken öfkelenilemez ki:

* Bilimin önü kesiliyorsa, bilimin verilerinden yararlanamıyorsanız,
* İnsanca isteklerinizin olumlu sonuçlara ulaşması engelleniyorsa,
* Yaşamsal gereksinimlerinizin ortamı, birilerinin tekeline verilmişse,
* Daha önceden yaşama geçirilmiş doğrular, güzellikler tersine çevriliyor, kirletiliyorsa,
* Birileri, özgürlüklerinizin önüne ceza duvarları örüyorsa,
* Korkularla, kuşkularla yasaklara kıstırılmışsanız, niçin öfkelenmeyesiniz?

Niçin, doğal yapımızla kendimizi gösteremiyoruz? Birilerinin biçtiği yaşamı, bize bol mu dar mı geliyor demeden, kuşanmışız? Niçin lütfen ayırdıkları köşede pinekliyoruz, pusuyoruz? 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' diyoruz? 'Azıcık aşım, kaygısız başım' diyorsunuz?. Komşunun başına gelen bela, sizin kapınızı da çalmaz mı sanıyorsunuz? Damınızın içine sığınmak, esenlik mi? Dünya, sizin damınızdan mı ibaret? Komşunun evindeki yangın, sizin evi sarmaz mı? Yakınmıyoruz bile: Ceviz kabuğu içindeki kısık esenlik yetiyor bize. Başımızı uzatıp insanca dileklerimizi dillendiremiyoruz.

Kimsenin işitmediği yerde küfretmek ya da dualara sığınmak, ilençlerimizi Tanrı'ya havale etmek; acılarımızı bastırmaya yetiyor. İçimiz; sıkışmışlıkların, küskünlüklerin gömütlüğü.

Yaşadığı dünyada kendisini bulamayan ahretinin talimiyle nereye ulaşabilir? "Öfkeyle kalkan ziyanla oturur." diyerek kendimizi uyutuyoruz, siniğiz.

Peki, birilerinin emeksiz kazanç, sömürü, toplumu çıkarlarına araç yapma hırsı, başka türlü bir öfke değil midir? İletişim araçlarıyla, anamalıyla insanı nesneleştirenler, çağdışı düşüncelerle kafamızı örümceklendirenler, bizi sürüleştirmek isteyenler karşısında suskunluk; uzlaşma mıdır, esenlik midir? Yoksa bizi saran çelik çembere rıza mı? Nasıl kurtulacağız bunlardan? Üstümüze yönelen kara gücün önlenebilmesi için, onun karşısına, en az onun kadar güçlü olanın çıkarılmasını öngörür akıl. Duyarlığımıza, insanca isteklerimize tutunarak tepkilerimizi gösterdiğimizde, yani öfkemizi dışa vurduğumuzda, üstümüze yönelen susturma eğilimi, gerileyecektir kesinkes. İşte, o zaman, barış, uyum diye yutturulan sanılamalar, gerçek anlamını kazanacaktır.

Öfke doğal tepki, insanıl hak! Usunuzun süzgecinden geçirilmiş öfkeniz, kişiliğinizin güvencesi olacaktır. Özgür ve bağımsız insanlığınızın duvarları, dengeli öfkelerinizle örülecektir. Yıkıcılık içermeyen öfkedir; bizi bir arada, birbirine saygılı yaşamın katlarına çıkaracak. Toplum ve kişi olarak öfkelenmeyi de öğrenmeliyiz biraz.
Öfkeyi silmeyin sözlüklerinizden: Yalan, talan, sömürü, insana saygısızlık sürdükçe gerekebilir.

 


Mayıs 2013

 

 



 

12- YAZAR-BİLİNÇ-SORUMLULUK 


Elektrometal (dijital) araçlar haberleşmeyi kolaylaştırdı. Geçiyorsunuz bilgisayarın başına, tuşlara basıyor, dünyanın her yerine ulaşıyorsunuz.

Bir dokunuşla, evinizin penceresinden bakarmış gibi, bütün dünyayı görüyorsunuz. On binlerce km. ötedekiyle yüz yüze görüşebiliyorsunuz. Bilgisunar (internet) dünyayı küçülttü. Dünya, avucunuzun içinde. Aşamayacağınız bütün engeller yıkıldı. Hızlı akan, ister ve gerekleri çoğalan yaşamı, her yönüyle görmek ve anlamak için bilgisunar çok önemli bir kolaylık. Bu kolaylığın yarattığı fırsat, yaşamın yakalanamamış yanlarını anlamak, çözülememiş sorunlarını çözmek için mi kullanılıyor?

İnsanoğlu fırsatları, yararına da zararına da kullanır. Kurnazlara, at oynatacağı bir alan mı açıldı diye ürküleniyordum.

Ne yazık ki korkum gerçekleşti. Bilgisunar yazarlığı ve dergileri türedi. Yazarlar arasına sığınmış/yamanmış kimileri; dağda çobanın ırlaması gibi, ezgisi bozuk türküsünü çığırıyor. Başkalarını çarpıtarak yansılıyor. Birinin izleğinden koşmayı yol almak sanıyor. Şuradan buradan apardığı bilgi/izlenim kırıntılarını, gelişigüzel aktarmakla yetiniyor.

Çalakalem, aklına eseni özel duygulanımlarını yazanlara açık ne çok gazete, dergi var ki oralarda döktürüp duruyorlar. Önce kendisini, sonra nerede, hangi koşul ve konumda olduğunu keşfedemeyenler, gerçek yazarlara ön alıyor, yazmak eyleminin içi boşaltılıyor.

Yazmak eylemi:

* İnsanı uyarmak, sarsmak,
* İnsana yeni duruş kazandırmak,
* Yeni düşünüş ekenekleri açmak; yeni çevren açmak,
* Dili ve düşünceyi yazınsalın tezgâhında ince ince dokumak,
* İnsanı daha insanlaştırmak işçiliğidir.


Yazar:

* İnsanlığın ön sayfasından, orta ve son sayfasından birikimler almıştır.
* İnsanlığın geleceği için düş kurar.
* Var olan yargılara tersinden bakabilir, eleştirebilir.
* Edindiklerini yorumlayabilir.
* Metinden yeni metin üretebilir.
* Mevcudu katkılar, ileri sektirir.
* Öncesinden yararlanmakla birlikte, başkasının izini sürmekten sakınır.
* İnsanlığın, duyarlı yüreği, sorgulayan aklı, irdeleyen mantığıdır.
* İnsana yönelen kötülüğe karşı ayaklanan insansal tepkedir.

* Yalnızca kendisinin değil, insanlığın bilinç ve sorumluluğuyla yükümlüdür.

İnsanın acısını, sevincini söyleyen ağzı; yazarlar, düşünürler ve sanatçılardır. İnsanlık değerleri olarak ne varsa elimizde, onların üretimi, bize bağışıdır.

Her yazar, kendisini yazar: Dünyaya, insana, olgulara kendi evreninden bakar. Dıştan algıladıklarını, beyninin tezgâhında dokuyup (düşünüş endüstrisi) üstüne kendi damgasını vurduktan sonra, sanat ürünü olarak sunar yazın alanına. Bir yazarın düşüncesi, duyarlıkları, yaşama bakış ve yazış biçemi, öz yaşamının derinliklerinden alır özsuyunu. Buradan bakınca yazara; derininde yatan kişilik etmenleriyle yazarın ürünlerinin örtüştüğünü görürsünüz. Yazarın o dipteki duyarlığının edim ve tutumunun ipuçları ürünlerindedir.

Her yazar, kendisini yazarken, gerçekte kendi ekin (kültür) ikliminin türküsünü söyler. Toprağının, insanının acısıyla kıvranır, sevinciyle kanatlanır.

Bilgisunar yazarları, henüz başlangıçta, giderek doğru yolu bulabilir, diyebilirsiniz. Keşke öyle olsalar, birbirlerine sövüyorlar, iftira ediyorlar. Sorumsuzluğu, özgürlük sayıyorlar.

Bilinçli, kendisinden, ülkesinden ve insanlıktan sorumlu yazarlarımıza gölge düşürebilirler mi kuşkusundayım da...

 


Mart 2013


 

13- KATRAN KARASI KİN *

 

Kin gemilerini hurdaya çıkardık
Jilet yapılıp satılsın diye
Ve kızlar
Oğlanların tıraşlı yüzüne
Öpücükle katılsın diye
Ve de oğlanlar kızları anlasın diye

 

Daha ayakları üstüne dikelmemiş, eli araç tutmamış insanoğlunu düşünürüm de, onun ilik düğmeyi bulması bile beni heyecanlandırır. O güçlülerin güçlüsü doğayı ehlileştiren, tarihin uzun ve çileli karanlığından aydınlığa çıkan insan soyundan gelmek, onurlandırır; bi şöyle göğü delercesine dikelmek isterim. O dikelen insanın, eli, beyniyle bugünün olumlu değerlerini yaratan insanın, öteki yaratıklara üstünlüğü tartışılmazdır bana göre.

Ah, ululadığımız düzlemde, tökezlemeden yürüseydi insanlık! Tarihin bir yanı, insanoğlunun kırıp döktüğüyle oluşmuş kin çöplüğü: Boşuna harcanmış güzel yaratılarının iniltisi geliyor, o çöplük dağının altından.

İnsanoğlu, beyniyle eliyle ne oranda değiştirdi, dönüştürdü, yarattı ise; beynini, elini, bir o kadar da tersine işleterek sıra sıra kin dağları dikmiş önüne. Engelinde bocalayıp duruyor. Kin kılıçlarıyla birbirini doğruyor. Sonsuz saygıyla kucakladığınız insanoğluna öfkelenesiniz geliyor: A gözüm, yaptıklarını yıkmasaydın, şimdi ben daha rahat yaşayacaktım; barışla, hoşgörüyle kucaklaşacak, daha birbirimizin olacaktık.

Şu kin kavramı girmeseydi, insanlığın sözlüğüne: Hani mideniz asitli suyla doludur, içiniz burgu burgudur, oyulur. Tadınız tuzunuz kaçmış, yüzünüz asık, hiçbir şeye hoşgörüyle bakamayacak durumda kıvranırsınız ya, kini ona benzetirim ilkin. Dahası mı, kin, ondan da beterdir: Beyninize de kara çengeller atar, sizi, birileriyle kavgaya çeker durur. O da yetmez, iliğinize siner; kara, koyu ve yapışkan bir eriyik olarak. Yüreğinizin her çırpınışında, nabzınızın yaşam tık tıklarını değil, başınıza hırs tokmaklarının indiğini duyumsarsınız. Sizi kendinizden koparıp, didişmeye savuran kara iç fırtınasıdır bu! Sürüklenirsiniz, deli yele kapılmış kuru yaprak gibi.

İnsanın iç güzelliklerini kazıyıp çöpe atan, yalnızca dış kalıbını insan görüntüsünde bırakan, onulmaz bir sayrılıktır bu! Ona yakalanan ister kişi, ister toplum olsun; elinden olumlu iş, dilinden yatımına söz, beyninden üretken düşünce, gözünden tan açacak ışık çıkmaz artık. O, bizi onurlandıran, dikelten insan soyunun tarihindeki kara benekler, işte o kin'in katran karası yapışkan lekeleridir. İnsanlık tarihi, yıkım olarak ne gördüyse, onların tümü, işte o kin'in, evlilik dışı, soydanlığı düzgün olmayan (nesebi gayri sahih) dölüdür. Ondan türeyen tiranlar mı dersin, diktatörler mi dersin, ağzı demokrat beyni faşist çağdaş yöneticiler mi dersin, işte o soydur; insanoğlunun ördüğü güzellikleri karartan, talan eden.

Yüreğim kara bir yumruğa benzemeyecekti, al goncasını koruyacaktı. Tık tıklarının uyumlu ezgisi bozulmasın diye kinden uzak durmaya çalıştım.

Kara düşten, sayrıl duyuştan, bun'lardan beslenen kinden ırak durursam; beynim, durgun suda oluşan kıl yılanların kıvıldandığı, kirli çamur gölü olmayacaktı; doğadan gelen yapım, insanlık çiçekleri açacaktı: Hayatın, damak burmayan meyvelerini derecek, insanlık pazarına sunacaktım ki insan olduğum bilinsin, el içinde yüzüm ak, gözüm parıldar olsun; hiç de dışlanmayacak birisi olarak yer alayım toplum içinde: İnsanlık kapılarını çalarken; beni kabul ederler mi, etmezler mi ürküsü taşımadan, her kapının tokmağına sakınmasız uzansın elim. Herkesin gözüne, bir çift süngü gibi bakabileyim, söz ederken, gözüm yere inmesin. Kinsizliği anlatmak güzel de ona ulaşmak, sözü kadar kolay değil:

Öfke dağlarını aşacaksınız, küçüklükleri atlayacaksınız, hoşgörüyü, gövde altı giyineceksiniz; ediminize tutumunuza sindireceksiniz ve bu değerleri gündeminizden hiç düşürmeyeceksiniz. İyi, güzel de çevreniz güllük gülistanlık mı? Hiç mi sizi çileden çıkaracak kişi ve durumla karşılaşmayacaksınız? O kadar bol ki… Kinsiz yüreğe ulaşmak öyle çileli ve uzun yol ki… Ona varmak için, ananızdan sonra kendinizi, bir kez de kendiniz doğuracak, eğitmenlerinizden daha özenli eğiteceksiniz özünüzü, o kitaplardan sağdığınız güzellikleri, kendinizden katkılayıp, içinizde mayalayıp, boşuna harcanmaz biçimde iyeliğinize geçireceksiniz. Ki kinsiz insanlık yaylasına çıkabilesiniz; hiç düşünüş tutukluğuna, nefes darlığına uğramayasınız; sözünüzü sakınısız, takıntısız söyleyesiniz.

Öyle olmasına öyle de… Yapıp ettiğimizin tümünü, iç aynamıza düşen yüzümüzü, tümden beğeniyor muyuz? Siz nasılsınız bilemem, ben hiç rahat değilim: On iki yaşımdan bu yana, her gün yargılanırım: Yatağım, her gece bir süreliğine yargı yeri (mahkeme)dir. Yaşadığım o günün hesabını vermek için, inine cinine sorgulanırım. Yargılanma sonucunda iyileri, hemen uçar gider, hoş olmayanları tortulanır içime, kıvranır dururum: Olmuş bitmiştir, namlusundan çıkan kurşun gibi fırlamış gitmiştir. Ne yapayım, geri çeviremem ki diyemiyorum; geçmişim sorguluyor, günüm eleştiriyor, gelecek 'eli boş gelme' diyor… Gecelerimi kevgire çevirir; çoğunda o yargılama, uykusuzluğa mahkûm eder beni.

Bir ezikliktir düşer içime. Bun'dan kurtulmak için, öylesi durumların yargılamasına girişirim: Üç adam vardır bende artık: Biri, eskideki ben'i bağışlamaya çalışanı, ötekisi bağış bilmez yargıç, biri de şimdiki ben: Tartışır dururuz. O, öteki ikisi var ya, kendi zamanlarından tanık getirirler yargı yerine: Her ağızdan bir söz, her kafadan bir görüş! Her biri sav'ında diretir. Hangisine inanacak, hangisini kabul edeceksin?

83'ün, ecele kayan eğilimindeyim. Tanışlarım seyrekleşmiş, yola birlikte çıktıklarımızdan çoğu silinmiş belleğimden. Onların adlarını çıkaramıyorum. Kimisinin, şöyle böyle puslu resimlerini görür gibi oluyor, karanlığından seçemiyorum yüzlerini, unutmuşum. Vefasızın birisi miyim, bir zamanlar yaşamı bölüştüklerimize hayınlık mı ediyorum? Niye kara düşüyor onların fotoğrafı? Hırslarını kamçılamışlar hep. Kinlerinin karanlığında, kimseyi görememiş gözleri. Dost gözünün ışığından bir yalaz bırakmamışlar bana. Başkalarından pay çalmaya adanmışlar, edindiklerini, yanlarında götürememişler, başkaları talan ediyor şimdi özdeksel kalıtlarını. Politikacı olmuşlar, insanları aldatmışlar, hırslarını koşturmuşlar, doludizgin. Anımsadıklarım, düşündeş olamasak da insanlık değerlerinden yozutmayanları.

12 yaşımdan beri süren iç yargılamanın beni arıtıp durulttuğunu görüyorum. Kin'in karanlığına gömülmeyeceğim. Toprağa bir kara leke olarak düşmeyeceğim. Ne yapsam, doğa yasasını yenemem. Her canlı gibi ben de bir gün göçüp gideceğim. Korkum, o değil: Güzelliklerini bölüştüğüm insanlığa kara bir leke bırakma korkusu! Kinsiz göçmek umusuyla avunuyorum. En güzel ölü, arkasında tortu, leke bırakmayan, ardıllarını rahatsız etmeyen ölüdür. Öyle ölülerin gömütlerinde açan çiçekleri, rahatlıkla yakanıza takabilirsiniz.

Düşünüşün, geçmiş çarpı gelecek döllü çiçeğini, kinsizlerden kokladım, yaşamın kıvamını onlardan aldım ben. Beynimin bahçıvanı onlar. Sağ kalanlarının yüzündeki saydamlıktan, gözlerindeki parıltıdan okuyorum, kin'in karasına gömülmemiş olmanın erdemini. Tanışım olsunlar olmasınlar, iki çift laf etmiş olalım olmayalım, onlar benim dostum. Şu dünyadan yapayalnız geçmediğime tanıklık eden/edecek, o dostlar!

 

Ekim-Kasım 2012

* Dergide iki bölüm halinde yayınlanmıştır.

 



14- AYAĞI YERLİ GÖZÜ EVRENSEL 

 

 
Bütüne uzay-ışık yorgan
Öncesini sonrasını özümsemek işi
Çekilmez ayakları toprağından
Evrenselde dokunmuş yerli işi
Üretken ve doğurgan


Düşünür, yazar, şair, sanatçı; duyuş ve düşünüş dokuyor, ışık pencereleri açıyordu.

Evrenselleşme, küreselleşme, globalleşme adlarıyla kılıflanan anamalcılık; düşünürü, yazarı, şairi, sanatçıyı yelinde savurarak odağından çıvdırır, iğdişleştirirse; insanı içinden değiştirip dönüştüren, daha üst kimliğe yücelten edebiyat, sanat, -insanın ve işlevinin tersine- belli oluktan (kanaldan) akıp gidecek; irdeleyen, sorgulayan aklın suyu kuruyacak; insanlar egemenlerin gücünü çoğaltan birer araç olacak, nesneleşecek mi?

Edebiyat, sanat, düşünce anamalcılığın demir çemberini aşmakta zorlanıyor. Kültürler, birbirini besleyip boyutlandıracak yerde, tek renge boyanıyor. Edebiyat, sanat, düşünce Spartaküsleri, kitaplıkların tozlu raflarında, birer yitik. Umut kapıları kapanacak mı?

Kim kesecek, bu tersine gidişin önünü? Sırtını anamala dayamış siyasal kurumlar mı? Asla! Doğasında iktidar hırsı vardır. Değirmenine su taşımayanı önemsemez. Erkini sürdürme tutkusundan kurtulamaz kolay kolay. İnsanı; emekçisi, sanatçısı, düşünürüyle herkesi, gücünü sürdürebilmenin aracı sayar. Umutlarla, küçük ödünlerle yakaladıklarını, egemenliğinin askeri gibi kullanır.

Derler ki Arjantin'de eşeklerin burnuna mısır bağlarlarmış. Eşek gider, mısır gider, yol biter, eşek ölürmüş, mısırı ısıramadan. Günlük yaşamı kolaylaştıran kırıntıları, öyle sunarlar insanoğluna, gönenç sanır, koşturur durur, kendisiz.

Dünden bugüne yaratılmış ulusal, evrensel insanlık değerlerinin oluşturulmasına öncülük eden yazarlar, şairler, sanatçılar, düşünürlerdi: Özgür/sorumlu bireyin yolunu yolağını onlar çizdi. Barış güvercinlerini onlar besledi. İnsanın insana katlanışının tohumları, onların eliyle saçıldı toprağımıza. Hoşgörü çiçeğine su taşıdılar. İnsanın, daha da insanlaşmasının mimarı onlar. Yine yazar, şair, sanatçı, düşünür işe koşulmak zorunda. Çünkü ördükleri insanlık kaleleri yıkılıyor. Bütün dünya sanatçısının özgörevidir, insanlık değerlerini korumak, kollamak, onarmak ve geliştirmek.

İnsanlığın ördüğü ulusal, evrensel değerleri evrilterek, insanoğlunun esenliğini sürdürmeye koşulmak edebiyatın görevi dedim de, nereden, nasıl? Köklü kültür ve birikim güdüklüğünü örtülemek için edebiyat, sanat adına, uçuk kaçık ve özellikle insansız ve etiksiz görüşleri piyasaya sürenlerin kıstağına kısılarak mı? Öznel duygularını özgürlük sanıp, bireyselini işleyerek mi? Evrensel olmak sanısıyla yabancı yelde savrularak mı? Yok, bir ulusun çocuğuyum, o ulusla varım diyerek, kendi (biz) üstüne kapanık değerlerin hapishanesinden bağırıp çağırarak mı? İçinde bulunduğu ters gidişe karşı olayım başkaldırısıyla, sanatını güncelliğe bukağılayarak mı?.. 'Muhalifim' diyerek, verimsiz muhalefete çakılarak mı?.. Muhalif olmak için muhalefet yaparak mı? Sorun burada işte! Belli bir azınlığın dışında, bütün insanlık kuşatmada. Değerleri eritiliyor.

Sanatçı, yazar, şair, düşünür ilkten, birikimlerini ulusal kaynağından edinmiştir. Ama kültür, uygarlık, tümüyle bir ulusun yaratımı değildir, bütün insanlığın yaşamdan edindiği düşünüş, davranış, hayata bakışı ve bunları yaşamına uygulayış biçimidir.

Öyleyse yazar, bütün insanlığın üyesidir, bütünün sorumluluğuna koşulmakla görevlidir. Tek bir adayı kurtarmakla, bütünün esenliğe eriştirilemeyeceği, barışın, özgürlüğün evrensel değer ve gerek olduğu bilincindedir: Evrensel düşünüş işçisidir şair, yazar. Ancak nereden, nasıl?

Size, yadırgı gelecek belki. Düşünürken, yazarken yaşadıklarıma bakarım. Oradan işlemeye bakar düşünüşüm. İzninizle, bir deneyimle anlatmaya çalışacağım, ne demek istediğimi:
Elma bahçemin kıyısındaki söğüde, Amasya elması aşıladım, bin de yemişene. Yemişen gülgillerden, elma soyundan. Söğütteki elma Amasya elmasının kırmızılığında değildi, yeşilimtıraktı. Ama iri, görkemliydi. İçinin çekirdek düzeni Amasya elması gibi beş yıldızlıydı. Amasya elması sanısını veriyordu. Fakat dokusu, Amasya elması gibi sıkı değil, gevşekti, tadı da değişikti, ekşiye çalıyordu. Kış yatağına aldım ötekilerle birlikte. Dayanamadı, önce o çürümeye başladı. Yemişenden olan ve Amasya elması direndi, özelliğini korudu. Yemişen Amasya'ya göre daha ufak kesimdi, dokusu daha sıkıydı. Çünkü o, geliştirilmiş kültür bitkisinden değil, kır ağacındandı, kıracın zorluklarından almıştı, yaşamını sürdürme direncini. Köyümün toprağı, Amasya'dan farklı, kıraçtı. Ona göre oluşumlanmıştı, yemişenden aldığım elma, ufaraklığına karşın doku sıkılığı ve lezzetiyle Amasya elmasına fark atıyordu. Eksiği neydi? Oylumu. Araştırıp uğraşırsanız, onu da geliştirebilirdiniz. Sonuçta Amasya elmasının daha gelişmişini yetiştirebilirdiniz.

Ne ilgisi var, anamalın dünyayı kıskacına almasıyla sanatın, elmanın diyeceksiniz, değil mi? Dünya bir insanlık ailesi, uluslar/ülkeler onun bireyleri. Hele şimdi, iletişimin yaygınlaşıp hızlanmasıyla uluslar/ülkeler birbirine girişik sanki. Ama havası suyu, insanı, geçirdikleri serüven, yüzyılların oluşturduğu ulusal ekinleri (kültürleri) tümden silinmedi / silinemez. Silinmesi de gerekmez.

Halaya duranların, ayrı ezgiye uyumlu oynayışlarına karşın, her birinin, kendine özgü devinim biçemi olduğunu düşünün bir kez. İnsanlık barışta, özgürlükte, esenlikte birleşmeli/uz1aşmalı, evet! Fakat birleşme birbirinin tıpkısına dönüşürse, bin bir çiçekli insanlık bahçesinin renk cümbüşünden, değişik zevkleri yaşatmasından, ne kalır geriye? İnsanlık bahçesinin daha da renklendirilerek, bir güzellik orkestrasına dönüştürülmesi yeğ değil mi?
İnsanoğlunu yazmaya iteleyen; duyumsamaları, etkilenme, tepkilenmeleri ve çevresidir. Ötekisiyle bütünleşme, düşünüş, kavrayış birlikteliği, düş ortaklığı, dostluk kurmadır yazmak. Toplumsallaşmanın, uygarlaşmanın ilk adımı dostluk derler de ilkeli, tek yönlüsü değil. Tek yönlü dostluk, ötekisine bağımlanmaktan, kölelikten başka nedir ki?..

Unutmamak gerekir; dünya tek bir ulusun/ülkenin değil. Hepimizin. Hepimizin de, hepimizi tek renge boyayarak olmasa gerek. Kendisi olamayan, başkasıyla elleşemez.

Ayağımız toprağında, gözümüz evrenselde.

 


Ağustos-Eylül 2012

 

 

 

 

15- KİTAPSIZ KAFA ÇÖLE BENZER

 


Adı belleğimde kalmamış bir düşünür, düşünüş üretemeyen kafaları durgun suya benzetiyor; akağı olmadığı için, durduğu yerde, ancak kurtçuk üreteceğini söylüyordu. Ondan esinlenerek ben de çöl diyorum, kitapsız kafaya: Sıcağında kavrulur, yelinde savrulur, bir iki cılız ot yetiştirebilirse, onun da ne kendisine, ne başkasına yararı vardır. Çiçek açmaz çölün bitkisi, meyvesizdir.

"İlkin söz vardı." demişler. Ne kadar doğru! Söz, insanın beyninden diline ağdı; özlemini, duyumsamasını, düşünüşünü dillendirdi. Beyin sözü; söz beyini istimledi, geliştirdi, evriltti. İnsan, hayvansılıktan kurtuldu. Birbiriyle anlaştı, toplumsallaştı. Uygarlaşmanın başlangıcı söz.

Söz, yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kuşanıyor. Bir de damıtılarak kitaplaştırılırsa, erdemine kavuşuyor, kılavuzu oluyor insanlığın. Kitapsız sözcüğüyle; inakçı düşünüşteki dinsiz, imansız anlamını aşarak kafası gönlü kuru, yargıları dar, beğenisi düşük, çağının görüşüne erişememiş, bilgice yaya insanı anlatmak isteriz. Kimi zaman, bu sözcükle acımasızlığı, katı yürekliliği vurgularız. Kitaptır, geleceğin kapılarını açan, dünyamızı aydınlatan; bizi içimizden incelten, yeniden yoğurup değiştirip dönüştürerek daha üst kimliğe ulaştıran.
Aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma ve üretime kapalı, buyurgan kitaplar değil, dediğimiz. Kitap dediğin dişi olmalı, kestirmecilikten uzak, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Kitap, kitabı doğurmuyorsa, zihninize açılım getirmiyorsa, belli bir görüşe tıkanıyorsa, insanlığın yıkımı orda başlıyor. Kitap önünüzü açacak ışık olacak, sizi değiştirip dönüştürecek, daha üst bir kimliğe taşıyacak yerde, kara bir örtü olup kapanıyor üstünüze. Özellikle de inakçı kitaplar... Onu bürünenlerin gözü kamaşıyor ışıktan, başlıyorlar aydınlığa saldırmaya. Çağ dışı kafaların elinde, böylesi ters bir işlev yükleniyor kitaplar. Dölsüz döşsüz kafayla algılanan kitaplar, hele de inakçı düşünüşle kavranan kitaplar, durağanlığın granitle örülmüş kalesi oluyor, geçemiyorsunuz.
Sözlü kültürden yazılı düşünüşe geçiş sürecindeyiz henüz: Olanı biteni, sözlü düşünüşün mantığıyla değerlendiriyoruz.Yargılarımız topal. Algılama, değerlendirmede yürüyüşümüz aksak. Macerası, duyumsamaları, öfkesi, güzelliği, çirkinliği, dramıyla insanı dokuyan kitaplardadır insan. Yaşamın, gözlemlerin büyük payı olsa da, kitapların içinden kendi iç derinliğimize iner, kendimizi, gerçek yüzüyle tanımaya ve başkalarını doğru değerlendirmeye başlarız. İnsanın iç boyutuna uzanışın yol haritasıdır kitap.

Her iyi kitap, bir düş döşeği, düşünce odağı, sorular toplamıdır. Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, yüreğiniz incelmemişse, zihin çapınız genişlememişse; ötekinin sevincini, acısını kendinizde yaşamıyorsanız. Kitapsız; aydınlığı seçebilir, düşünüş çölünden çıkabilir, çağın insan nitemine ulaşabilir misiniz?

Ne denli doğal varsıllığa sahip olursa olsun, teknolojiyi kullanmada ne kadar ustalaşırsa ustalaşsın insan; kitabı yoksa, okuyarak dünyasını genişletmiyor, özlemlerinin kanatları çırpınmıyorsa, özdeksel olanakları sağmaktan öteye ulaşamaz, içi kısırlaşır, kafası çölleşir. Böylesi insanları / toplumları, daha ne kadar sırtında taşır dünya ve ona nimetlerinin kapısını açar? Kuşkulu. Kitabı olmayan, kitaplının yedeğinde sürüklenmeye yargılıdır. Kendisini yaşayamaz. O uyduluk, gerçek anlamda insanlık mıdır, düşünmeye değer.

Dünyada korkulacak bir şey varsa, o da korkudur derler ya, sevmem, inanmam o söze. Korku insana özgüdür. Korkuyu sizin, başkasının üstüne salacak da kitapsızlıktır; biraz da edebiyatsız, sanatsız kitaplar!.. Başımızın belâsı kitapsızlardır. Korkacaksanız, kitapsızlardan korkun!

 



Haziran-Temmuz 2011

 

 

 

16- SÖZLÜK 
     (Dil, düşünüş sergeni)



İyi bir sözlük okuruyum. Sözlük okumak, düşünüş yaylasında, yararlı/zevkli bir geziye çıkmaktır benim için. Sözvarlığımın boyutunu denetlemedir.

Sözcükleri, madde madde okuyup geçmem. Kavramlar birbiriyle bağıntılıdır: Kiminde karşıtlarıyla, kiminde içerdiği öteki kavramlarla açıklanır madde başı sözcüklerin anlamı. Yalnızca orada kalır, kavramların ilintilerine, ilişkilerine bakmazsak, tek bir kavrama çakılır kalırız. Düşünme, yazma kekemesi oluruz.

(Yukarıda değinilmesine karşın, daha somutlaştırma için yenileyelim.)
Diyelim ki düşünmek maddesini okuyorum sözlükte. Önce anlam açıklamalarını sırasıyla kâğıda dökerim: 1. Bir sonuca, bir karara varmak amacıyla bilgileri inceleme, karşılaştırma ve aralarındaki ilgilerden yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak, muhakeme etmek. 2. (Bir şeyi, bir kimseyi) aklından geçirmek, göz önüne getirmek, zihninde, hayalinde canlandırmak. 3. Zihniyle arayıp bulmak. 4. Bir kimseye, bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak. 5. Akıl yürütmek, ne olabileceğini önceden kestirmek. 6. Öneriyi, durumu, bir şeyi inceleyerek oluşturmak. 7. Bir şey yapmaya niyet etmek, tasarlamak. 8. Tasalanmak, kaygılanmak. 9. Bir şeyin öyle olduğunu sanmak. 10. Bir dille düşünmek, o dilin sözcüklerini, deyimlerini kullanarak akıl yürütmek. 11. Başka bir şey düşünmemek, yalnızca onunla ilgilenmek.

Sözcüklerin, sözlükteki anlamlarını kâğıda döktükten sonra düşünmek kavramıyla ilintili, ilişkili maddelere (altları çizili) bakar, onları da yazıya döker, üzerinde düşünür, yazmaya başlarım.

'Bitti' diye bakmam o yazıya. Unutulacak; bir süre dinlendiririm. Başkasının yazısıymışçasına, insafsızca gözden geçiririm. Sözcükleri yerinde ve doğru kullanmış mıyım diye yazıyı ve kendimi denetlerim.

Sözlükler, ana kaynaklarımdandır da, çok mu bağlıyım onlara? Sözlükçü, sözcüğün anlamını yaratmaz. Kullanıma göre açıklar sözcüğün anlamını. Kullanımda genel kabul görmüş anlam ve tanımları sözlüğe geçirir. Sözlükçü, kullanımın arkasından gider.

İnsan, yeni durumlar, gerekler, gereksinimler karşısında nasıl yeni tavır, tutum takınır, nasıl edimini, tutumunu gereksinimlere göre ayarlarsa; insan beyninin, düşünüşünün dışa vurumu, iletiye ağımı olan söz de insan gibi değişen, dönüşen bir canlıdır: Değişerek, dönüşerek dirimini sürdürür, canlılığına açılım kazandırır.

Sözlükler, doğası gereği duruktur. Sözlük anlamıyla yetinirseniz, düşünüşünüz duruk kalır. Dil insan gibi, duruma göre değişen, yeni durumlara uyarlanan bir canlılıktır. Dilin, yaşam içindeki canlılığını yakalamak gerekir.Yazar, şair, düşünür vb.leri, hatta halk, sözcüklere yeni anlamlar yükler. Sözcükler, kullanımda umulmadık yeni anlam kazanır. Çağıncıl yazın, düşün ve sanatı izlemezseniz, dilin ve düşünüşün canlılığını yakalayamazsınız. Sözlüklerin, eski, ölü sözcükleri de içerdiğini unutmayınız! Eski sözcükle kurulan konuşma ve yazı eski kafalı; ölü sözcükle kurulan konuşma ve yazı durağandır; ya müzeliktir ya ölü ağıdıdır.



Nisan-Mayıs 2011

 

 

 

17- KİTAPSIZ KÜLTÜR TOPALDIR *


 
Sözlü kültüre dayanmışız: Türkü, masal, deyim, atasözü, bilmece benzerleriyle diri tutmuşuz dilimizi. Ulusal varlığımızın omurgası Türkçe. Onunla var olmuş, tarihin karanlığına gömülmekten kurtulmuşuz. Çağın düşüncesini dillendirmeye yeter mi sözlü kültür?


Okula başlayan çocuğa benziyoruz biraz:
Okula başlayan çocuk, sözlü dilden yazılı dile geçerken şaşkınlaşır, zorlanır. Çünkü sözlü dilden başkadır yazılı dil: Mantıktır, dizgeli düşünüştür, kendisine özgü bir sıkıdüzen gerektirir. El, kol, yüz devinimlerinden, ses tonundan yardım bekleyen ilkel anlaşma aracı değildir. Bütünlüklü, tutarlı örgüsünden alır gücünü.

Sözdür, toplumsallaşmanın başlangıcı elbet. Ancak ne zaman ki söz; yazıyla düşünceyi örgütlemeye, iç titreşimlerimizi, duyarlıklarımızı birbirimize tamı tamına aktarmaya başlarsa, oradan yeşerir, gerçek anlamdaki toplumsallaşma. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş, çağdaş uygarlığın ilk adımıdır. Sözlü kültürle çağı yakalamaya çalışan toplum, okula yeni başlayan çocuğun bocalamasını yaşar.

Uygar insan kitaplı insandır:
Uygarlık kitaplılıktır: Söz yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kuşanıyor. Bir de damıtılarak kitaplaştırılırsa, erdemine kavuşuyor, kılavuzu oluyor insanlığın. Aklın önünü kesen, buyurgan, inakçı kitaplar değildir dediğimiz, dişi kitaplar: Kitap kitabı doğuracak, yeni düşüncelerin tohumu bulanacak topağında, yarınlara filiz verecek. İç derinliklerinize indirecek sizi: Oradan gerçek renginizi çıkarıp kendinizi tanıyacaksınız. Onlarla başka insanların macerasına katılıp onların acısını, sevincini paylaşacaksınız. Daha da insanlaşacak; daha üst kimlik, kişilik katına varacaksınız. Evrensel değerlere ulaştıracak sizi.

Kafanızı besleyecek, yüreğinizi inceltecek kitap!

Böylesi kitaplara ve okumaya ne kadar yakınız? Kitaptan insanlık ve uygarlık payımızı alabiliyor muyuz? Nasıl bakıyoruz kitaba? Kaçta kaçımız, gerçek anlamda kitaplı ki, kitaplı topulumun oluşmasına omuz versin, kitapsızlığa karşı dursun? Bir bölümü çağın gerek ve gerçeklerini işleyen kitabı; ötekisi inakçısını yeğliyorsa, orada üretken kitap sevgisi yaratılabilir mi?

Kitap okumak ciddi bir iş: Uzun süreçte gelişebilen beyinsel bir etkinlik. Çağından öncesinin, çağının, hattâ geleceğin düşünürleriyle akrabalık kurmak, onlarla beyinsel alışverişe girmek, aldığı kazanımlarla, düşünce dünyasını varsıllaştırarak sorumluluk bilincine ulaşmaktır.

Kültürleşme, kitaplılaşma sürecine ket vurduk:

Sözünü ettiğimiz okuma, kitaplılık, kişisel çaba ve alışkanlık ister. Ama onun ortamının, özenisinin yaratılması, kişiyi aşar bir yerde: Matbaa, bize kaç yıl sonra girdi? Cumhuriyet'e kadar kaç kitap basıldı? Onların türü ve içeriği neydi? Cumhuriyetle başlayan dünya klasiklerinin dilimize kazandırılışının önü nasıl kesildi? Soruları üzerinde düşündüğümüz zaman, yanıtları, hiç de iç açıcı değil. Belleğimin beni yanıltmıyorsa, Ali Dündar'ın bir yazısında okumuştum:
Üniversitelerimizden birindeki sormacada, öğrenciler Robenson Kruzo'yu devlet başkanı sanıyor; önemli bir çoğunluğun yanıtı öyle. 13-14 yaşlarındaki çocukların kitabı o.
Kitaba özen ortam ve koşullarını yarattık mı?

1. Yazılı kültür dilden alır gücünü. Kitap, dille işler düşünceyi. Dilde özleşmenin bizleşmeye karşı durduk. Dilin, dolayısıyla düşüncemizin boyutlanmasını önledi birileri.
2. Anadilini, bilgi dersi gibi okuttuk. Türkçe-edebiyat derslerini bir düşünüş eğitimi olarak işlemedik, düşüncenin matematiğini yaptıramadık okullarımızda.
3. Yeteri kadar ve yetkin anadili öğretmeni yetiştiremedik.
4. Önceleri anadili derslerinden başarılı olamayanlar, bir üst sınıfa atlayamazken, borçlu sınıf geçmeyi uygulamaya koyduk.
5. Önceleri okullarımıza, dünya klasikleri, düşünsel kitaplar, bir ölçüde, girerken, onları devreden çıkardık.
6. Beynin ifadesi olan kompozisyonu, sıradan, göstermelik ödeve dönüştürdük.
7. Bir üst okula geçişteki kompozisyon sınavlarını kaldırdık.
8. Liselerimizde edebiyat derslerini, edebiyat tarihi metoduyla okuttuk. Gençlerin anlayamayacağı ölü metinlere bağlandık. .
9. Yaşayan edebiyat, çağdaş yazarlar, okul kitaplarına alınmadı. Alınanları varsa, yıl sonuna bırakılıp ıskalandı.
10. Gerçek yaşamın, içinden geçtiğimiz olguların işlendiği kitaplar, okullarımıza sokulmadı.
11. Türkçe sözcükler, dolayısıyla anadilimiz, çağımızı ve gerçeklerini işleyen kitaplar yasaklandı. Suç öğesi sayıldı.
12. Çağa yönelik eğitimin önü kesildi. Eğitimimiz, imam-hatipleştirildi. Yaşanan dünyadan öbür dünyaya yönlendirildi.
13. Yazarlar tutuklandı, kitaplar yasaklandı.
14. Kitabın ne olduğunu anlayacak bir kuşak yetiştirmekte yaya kaldık.
15. Kitabı düşünce kaynağı olarak algılatacak kültürleşme sürecinin önü kesildi. Zaman zaman devletin politikası oldu bu tutum.
16. Bir kesim semirtildi, ötekisi sömürtüldü: Yaşam kavgasına koşulanların kitabı yönelecek hali kalmadı.
17. Kitaptan değer kazananlar ön almıyor; sömürü, soygun, vurgundan palazlananlar yeğleniyordu. Salt özdeksel rahatlığa yönelen gençlerimiz, ikincileri örnek ediyordu.
18. Kitapla geçimi sağlayan kaç insanımız vardı ki, gençler bunlara özensindi?
19. Uçuk-kaçık kitaplar, allanıp pullanıp piyasa sürülüyorsa. Gerçek kitaplara, ne kadar alan kalıyordu?
20. Belli bir çevrenin düşüncelerini işleyen kitapların içinde, ne kadar kendisini, düşlerini bulabiliyordu insanımız?
21. Ömründe bir kez olsun, üniversite açılışına gitmemiş, fakat bir kebapçı dükkânının açılışını ihmal etmemiş bir Cumhurbaşkanı görmemiş miydik?
22. Red-Kit okuduğunu söyleyen bir başkasını vizyon sahibi, çağ atlatıcı saymamış mıydı, aydınlarımız, medyamız?
23. İletişim araçlarımız, gerçeğin haberlerini mi sunuyordu insanımıza, yoksa çıkarına uygununu mu? Bilgilendirme, eğitme görevini yerine getiriyor muydu? Promosyonlarının arkasında sürüklemekten başka ne veriyordu insanımıza?
24. Yasların pençesine düşmeyen vurguncu, soyguncu, banka batırıcısından çok muydu, yayımcılıktan batan, kaleminden ötürü başına belâ gelen sayısı?
25. Kitaplardan edindiği değerlerden ötürü, toplumun saygın yerlerine kondurulmuş kaç kişiyi örnek gösterebilirdiniz.?
26. Ekmeği olmayanın, kitabı olur muydu?

Beklentisi kesik, umarı bitik insanları, inakçı kitapların sürüsü durumuna düşürünüz ancak
Yazar, aydın çevresi görevini yapabildi mi?

Yazar, aydın çevremizin, ne kadarının kendi değerlerimizden evrensel evrildiğini, halkı kendi değerleri üstünden ileriye çekebildiğini de düşünmek gerek. Yazı-düşünce alışverişlerinin, kendi çevreninin dışında ne kadar kuşatımı var, onu da sorgulamalı. Ürününün alıcı bulmamasından yakınırken, kendisini de özeleştiriden geçirdi mi? Alıcı bulayım derken edebiyatı yozlaştırdı mı? İnsanların kimi duygularını gıdıklamayı, okura ulaşmak mı sandı?
Hiç okunmuyor mu?

Okunuyor da, hangileri ve ne amaçla? Önemli olan bu! İnsanı, daha insanlaştıran kitaplara yöneldik mi? Mevcut kitap sevgimizle, tutumumuzla gençlere örneklik edebiliyor muyuz?

İnsanın kafasını, tarihin irdelenmiş arşivi, gönlünü hoşgörü yaylası yapan; dünyanın en uzak yerinde bir çiçek ezilse, yüreği sızlayan insanı yaratan kitaplardan ne oranda yararlanıyoruz?

Hangi tür kitaplara öncelik?

Bilgi çağı, bilgi çağı diyerek, edebiyatsız, sanatsız kitaplara düze çıkılacağını sanı yoğunlaştı gibi geliyor bana. Evet, bilimsel kitaplar uygarlaşmada, teknolojiye temeldir. Özdeksel gelişme, onların kılavuzluğunda. Bilimdir, bilimsel kitaplardır, esenliğin yaratılmasındaki ana kaynak. Fakat salt bilimsel kitaplar yeterli mi? Bilim akla dayalıdır. Bilimin yüreği yok. İnsanın dörtte üçü duygu. İnsanın, bilimle yaşamı kolaylaştırırken, duygularını eğitip, evrilterek, daha bir yüce insanlığın kapılarını açması gerekmiyor mu? Hemi de, bilime gidişin önsezisi edebiyat kitaplarının içinde yatmıyor mu? Yüreksiz, duygusuz, düşten yoksun bilim katıdır. Acımasızdır. Onu, insan yaratsa da, insan önce kendi iç yasalarını işletir, iç duyarlıklarıdır insanı insan kılan. Bilimin verilerinin, insanın mutluluğu kadar yıkımına neden olduğuna rastlamıyor muyuz, çok çok? Edebiyattan istim almamış bilimdir, bu söylediğim.
Bilimi uygulamaya döküp, insan yararına sunan teknoloji çağımıza egemen. İnsanı, ağır işlerden kurtardı, öteki işlevlerine, sanatsal etkinliklerine olanak yarattı. Köleliğin kalkmasına neden oldu. Ama konforu çoğaltarak, insanoğlunu tembelliğe itişi, iğdişleştirişi, düşünülmeye değer biraz. Teknolojiyi, sanatsala olanak yaratış yanıyla mı kullanıyoruz? Bir kesimin tekelindeyse, ötekilerini, yeniden başka tür köleliğe itilemez mi? Salt teknoloji egemenliğinin, insanın insanı sömürmesine neden olacağı, gözden ırak tutulabilir mi?

İnsan teknolojiyi, insan için yarattıysa, içinde insanın yüreği, duygusu, düşleri de bulunmak gerek değil mi? İnsan yararına işleyen teknolojiye diyecek olamaz elbet. Edebiyatın duyarlığını göz ardı eden teknoloji, nereye götürür insanlığı?

Ekonomi kitapları üretime, bölüşüme değgin ilişkileri düzenleyerek, yaşamı kolaylaştırır, olanakları sağma yollarını gösterir. İyi de, yaşamın olanaklarını, salt bir kesim sağıyor, ötekisi ıskalanıyorsa; insanlığın bütününü kucaklayası mutluluğa gölge düşmez mi? İnsanın yararı için yaratılmış ekonominin içinden duyumsamaları, sezgileri, düşleriyle insanı nasıl dışlayabilirsiniz? Ekonomi, insanoğlunun ortak buluşu, üretimiyse, onu bir kemisin tekeline bırakmak, insanlığın ötekine bölümüne ihanet değil mi?

Bilimsel, teknik, ekonomik kitapların çevresi; insanın iç sıcaklığını veren, insanı içinden değiştirip dönüştüren edebiyat-sanat kitaplarıyla beslenmezse, giderek düşler kurur, yürekler katılaşır, hoşgörü yoksunluğuna düşeriz, makineleşir, birer üretim aygıtına indirgeniriz. Başkasının acısını kendimizde yaşayamayız, yararımıza olmayan sevinçleri paylaşıp çoğalamayız. Açıkçası, gerçek insanlıktan yozuturuz. Tek başına bilimsel, teknolojik kitaplara çakılıp kalırsak; birileri, ötekilerine üstünlük kazanarak, kendi payını çoğaltmaya yönelir, insanlık belli bir kesimin sultasına girer, insan, insanın kurdu olur. Tek yönlü okumalar, tek kanallı kitaplar, edebiyattan uzak duruş, insanın nesneleştirilmesine götürür bizi. Kitap, insanın insanı kullanması, alt etmesi, birinin ötekisini buyruğuna alması için değil, tam tersine, daha insanlaşması içindir. Bilimsel, teknolojik, ekonomik kitapları dışlayalım demiyorum. Ancak macerası, duyumsamaları, öfkesi, güzelliği çirkinliğiyle, dramıyla edebiyat kitaplarında yatar insan. Oradan tanırız insanı, insanlığı büyülten boyutlarıyla. Bizi insanlık ekseninde birleştirerek, dostluklar üstünden, gerçek uygarlığa götüren edebiyat-sanat kitaplarıdır. Onlarsız bilim, teknoloji, ekonomi kitapları topaldır. Bunlardan güç alan uygarlıklar da topaldır. İnsanoğlu, bu dünyayı topal yürümenin aptallığını biliyordur elbet.

Dünyada korkulacak bir şey varsa, o da korkudur derler. Ondan daha korkuncu, kitapsızlıktır, dünyaya salt belli kitapların sayfasından bakmaktır. Edebiyatsız-sanatsız kitapların kullanımı, korkuların dölyatağıdır. Korkacaksanız, kitapsızlıktan korkun! Seviyorsanız, kitapsız toplumları, edebiyat-sanat kitaplarla sağaltıma alın!

Okumamak için özür aramayın:

Okumanın, kitabın önünü tıkayan birçok neden saydık. Bunlara tutunur; ortamı yok, olanaklarım, koşullarım elverişsiz dersek, o yalan! Herkesin okuma zamanı, isterse kitap bulacağı yer vardır, kendimizi aldatmayalım.
Belirttiğim engeller, elverişlikler var. Var ama, Türkiye'de ortaçağın karanlığını yırtmış, çağdaş uygarlığın tadını almış olanlar da az değil. Ön kesmelere karşın, çağa yönelik yüzümüzü, tersine çevirmeye kimsenin gücü yetmez. Aklı başında her insan okumak zorundadır.


Herkesin okumaya zamanı vardır:

Nasıl mı? Bir kitap sayfasında 250-260 sözcük vardır. Spikerler dakikada 120-140 sözcük okur. Göz okumasıyla bu sayı 200'e kadar çıkartılabilir. Süze süze üç dakikada bir; bir saatte, rahat rahat 20 sayfa okunabilir. Günde iki saat okusanız, 40 sayfadan düşünce, izlenim devşirirsiniz. Bu hesapla bir yılda 15.000 sayfadan kazanım alır, kafanızı beslerseniz. Bir kitabın ortalama 150 sayfa olduğunu kabul edersek, yılda yüz kitapta düşünürlerle, yazarlarla, şairlerle kavgasız gürültüsüz söyleşir, kendinizi çoğaltırsınız.


Zor demeyin; içki sofralarından, kahve sohbetlerinden biraz zaman ayırmanız yeter. Zor koşullarda, bozuk moralle nasıl okunur diyorsanız, Maksim Gorki'den başlayın işe. Hangi koşullarda okumuş, büyük yazar olmuş göreceksiniz. Kahve, meyhane dostlarından daha sevimsiz değildir Gorki.

Her şeye karşın insan olmanın, uluslaşmanın yolu kitaplardan geçer. Kitaplı mutsuzluk, kitapsız mutluluktan çok çok üstündür. Dünyayı değiştiren, ergin dostlarınızla karşılaşacaksınız kitaplarda. Onlar sizinle kavga etmez, gammazlamaz sizi. Hiç kıskanç değildirler, hep verirler. Böylesi yoksulluk, kirli varsıllıklardan üstündür hem vallahi, hem billahi. En azından, ham geldiğiniz dünyadan insan olarak göçersiniz: Bana inanmıyorsanız, Tanrı sizi kitapsız mutluluktan korusun diyorum.



Eylül-Ekim 2011

* Dergide dört bölüm halinde yayınlanmıştır.

 

 

18- AZİZ NESİN' İ ANLAYABİLDİK Mİ?

 


Aziz Nesin; yazılı düşünüş evresini tamamlayamamış ülkemizde; yaşam sürecini, düşünsel kimliği, savaşımcı kişiliği, aydın sorumluluğu ve bilinciyle, önekliği kendisinden, başlı başına bir olaydır: Onu tanımak; sosyokültürel yapımızı tanımak, yazınsalımızı tanımak, dilimizi yetkinlikle işlemeyi tanımak, çağının isterlerine koşulma ve yurttaşlık bilincini kuşanabilmek bakımından örnek bir düşün, yazın adamını tanımaktır.

O'nu anmak mı, anlamak mı? Anmak; birini ya da bir şeyi akla getirmek, sözünü etmek ya da düşünmek. Anlamak; bir şeyin ne demek olduğunu öğrenmeye çalışmak, neye işaret ettiğini kavramak; yeni bilgileri eskileriyle bir araya getirerek, sonuç niteliğinde başka bilgiler edinmek; içinde bulunulan durumun gerçeğini algılayabilmek. Anlamak kavramı; bir şeyin ne demek olduğunu öğrenmek için, karşılaştırmalardan sonuç çıkarmayı, olandan yeni üretimi, öğrenebildiklerini, algılayabildiklerini ileriye sıçratmayı, bulunduğunuz konum ve koşulları doğru irdeleyip yerine oturtmayı içerir. Durağan değil, düşünüşü ilerisine koşturan bir kavram. Aziz Nesin'i anmak yetmez. Onu anlamaya çalışmalıyız.

Kişi olarak göçmüş olsa da, kitaplarıyla, binlerce yazısıyla, korkusuz sözü söylemiyle yiğit kişiliğiyle, aydın tutum ve tavrıyla, sorumluluğunu kuşanmış, bilincinin gereğini yapmaktan, yaşamadan, doğruyu/gerçeği dillendirmekten çekinmemesiyle: Türkiye'nin hızla geriye savrulduğu, antilaik karabasanın üstümüze abandığı bir dönemde, ona daha çok gereksinimimiz var. Onu anlayabilirsek, yalnız bilgilenmiş olmayız, kişilik ve kimliğimize katkı almakla kalmayız: Ulusal ve kişisel tavır, tutumuzun ne olması gerektiğine ilişkin bir örnekten ışıklanır; düşüncelerimizi boyutlandırmış oluruz.

Aydınlık öğretmeniydi o. Yazdıklarını, yaptıklarını, edim tutumunu ve özellikle yaşam serüvenini doğru okumak için, gözümüzü dört açmak zorundayız. Aziz değil Türkiye'nin, dünyanın çağıncıl bir üniversitesidir: Çok daha ilerisine uzanan: Yiğit, korkusuz, akılcı, sorgulayıcı, sorumluluk bilincini kuşanıp eyleme dönüştürmüş, yaşam biçimi kılmış erdemin somutlaşmış örneği.

1930'ların Harbiye'sinden mezun bir adam; çağdaşlık savaşımı, yeni bi uygarlık yoluna girme çabasında bulunduğu söylenen Türkiye'nin TBMM'si kapatıldığı zaman, herkesten önce öne düşüyor, aydınların başını çekiyor. O nedenle 12 Eylül Karabasanının sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıyor. Halbuki, o kapatılan TBMM içindekilerin düzenlediği yasalardan çekmediği kalmamıştır onun. 12 Eylül Karabasanının getirdiği Anayasayla siyasal konumlarını yitiren, çıkarları zedelenenler susarken, haksızlığın yasalaştırıldığı, gerçekte yurt hayınlığı sayılabilecek, o karabasanın karşısına dikiliyor. Canını, kalemini koyuyor ortaya. Hepimizden daha sivil bir demokrat.

Çağıncıl düşünceden, özgür düşünüşten, eleştirel bakışlı aydından rahatsız olan düzen, onu mesleğinden, işinden aşından etmiş, ordudan atmış: Tescilli diye ondan çekinen yazın, yayın dünyası, onun yetkin kalemini, aydın kişiliğini, bırakın kollamayı, korumayı, yazılarına yayımlama yürekliliği gösterememiş. Tek başına sokakta, aç, sürekli izlenen günah keçisidir. Düzenin pirelendiği her kıpırdanmada, sorgusuz sualsiz içeri tıkılacakların başındadır. Polis kayıtlarında ilk sayfasının ilk satırında siyasal zanlı bir adam: Yılmıyor. Kendisini emeğine dayanarak, kafasının ışığıyla ayakta tutabiliyor. Hem de aydın sorumluğundan soyunmadan. Kendisini dışlayan düzeni aşarak, Türkiye'yi yapıtlarıyla dışarıda temsil ediyor, bizi dilimizle dünyaya eklemlendiriyor. İç ve dış kuşatmaları yarıp geçiyor, zorlukları yırtıp geçen bir direniş örneği. Bir adam ki kendisini yaratırken, ulusuna onur katıyor.

Bakkallıktan başlayarak ekmek parası için girip çıkmadığı iş yok. Ekmeğini, çarpık düzenin, baskıcı yönetim elinden çekip alıyor. Kendisine yüz vermeyen basın dünyasının kapılarını kendi gücüyle açıyor. Yazın dünyasından önüne çekilen duvarları yıkıyor, dahasını aşıyor. Türk dilinin, Türkçe yazış ve söyleyişin yetkin örneği oluyor. Vaktiyle kapısını aramayan yazın dünyasında yetkin bir yer ediniyor. Yıllarca Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanlığı yapıyor. Yapıtları, onlarca yabancı dile çevriliyor. Türk dilini, düşüncesini yabandı dil ve ülkelere taşıyor. Kendisini vatan haini sayan düzene ulusal bilinç ve kimlik dersi veriyor.

Türk mizah zekâsını derleyip toparlayarak, çağdaş anlayışla dokuyor, güncelle ve yaşamıyla ilişkilendiriyor, halkın yolunu aydınlatıyor. Yolumuzu, yönümüzü aydınlatan bir ışıkçı o. Kimileri, Aziz Nesin'in edebiyatçı olup olmadığını tartışıya almak istemiştir. O yetenek, edebiyatın dikalâsını bilirdi, başarmıştır da. Onun seçimi, kendisini belli çevrelerin katında yüceltmek değildi: Hep halkının sağduyusunu, diyalektiğin, anadilimizin ve ulusal bağımsızlık, ulusal kimliğimizin ölçütlerine vurarak işlemiş, boyutlandırmıştır. O, halkının, ulusunun dünyaya eklemlenen yazarıydı. Ulusalla evrenseli emiştirdi. Promete kimliğini yaşadı. Tek başına bir ışık ordusu desek, abartma mı olacak? Sanatını, önce ulusuna adayan, oradan evrensele uzanan bir yazardı Aziz Nesin.

Bir ülkenin, kültürün ve dilin, dış dünyadaki resmi elçilerinden daha oylumlu, daha etkili elçileri sanatçılarıdır. Çeşitli dillere çevrilen, dış dünyadan ödüller alan Aziz Nesin, bizim dil, düşün, kültür elçimizdi. Dış dünyadaki yüz akımızdı. İşte, ulusunun, dilinin, kültürünün sağlıklı işçisi, temsilcisi olmanın örneği! Orduların kazanamayacağı kazanmış bir kahraman!

Günümüzde, anamalın borusunu öttüren, kalemini dayandığı basın ağalarından alacağı paya koşan, okuru polisiyenin, pornonun peşinde koşturan, uçuk kaçık yazılarla okuru uyku beşiğinde ninnileyen, demokratlığı özümsemeden, sahte demokratların borusunu çalan, ulusal dil ve düşünüş iklimimizden yozutan, şeriatçılara yamanarak tutunmaya çalışan, yabancıya yamanarak evrensele ulaşma sanısına kapılan, bikaç yabancı sözcükle Batılı olacağını düşleyen kimilerinin, edebiyat alanında cirit attığını görünce, Aziz Nesin, gözümüzde daha da büyüyor, gönlümüzde daha da çiçekleniyor. Ondan alacağımız daha ders var.



Ağustos 2011

 

 

19- İnsana değgin
      KAVRAMLAR ÜSTÜNE *


Özne

(Sezgisi, düş gücü olan, dış dünyaya karşı olan insandır.)

Dış dünyaya karşı olan insan, kendisinden güçlü olan doğayı kendisine göre yeniden biçimlendirirken, bir yandan da içinde bulunduğu konum ve koşullara uyarlanır: Kendisiyle dış dünya arasındaki çatışkıları, dış dünyayla kendisi arasındaki ilişkileri, nasıl kendi yararına göre ayarlayacağını değerlendirerek, yaşam biçimini düzenler: Kültürünü oluşturur.

Kendisini durum ve koşullara uyarlamak, çevresini kendisine göre biçimlendirmek için, bir şey yapmak, bir şey gerçekleştirmek, bir durumu değiştirmek daha ileriye taşınmak için çabada bulunmak gerekir.

İşte o çabanın adı eylemdir, eylemi gerçekleştiren de insandır: İnsanca üretilmiş olumlu /olumsuz, yararlı/yararsız ya da varlığıyla kıvandığımız / üzüldüğümüz ne varsa, tümünün yapıcısı insandır, olanın bitenin öznesi insandır. Doğumdan ölüme değin etkinliğimizi sağlayan olgular bütününü (yaşam); edici (özne), edimi (eylem) ilişkileri, işletişleri olarak özetleyebiliriz.

İnsanın halleri, öznesiyle eylemine yansır:

İnsanın yapıp etmedeki tavır, duruş ve nitemini; özne eylem ilişkisinden çıkarabilir, öznenin işi gerçekleştirişteki hallerini tanılayabiliriz.


Nedir, o haller?

Eylemi gerçekleştirişte:

*Gücü yetmek/ yetmemek, * Tezden yapıvermek, * İvecenlik/ üşengenlik, *başarmak / başaramamak, *Edimini sürdürmek/ sürdürememek, *Bekleneni gerçekleştirilebilmek / gerçekleştirememek, *Uyarılmak, *Edimine yaklaşıp /yaklaşamamak/ yaklaşır gibi olmak, *Yapıcılık /savsaklayıcılık, *İmeceli, ortaklaşa iş becermek, *Edimlerden etkilenmek,/ etkilenmemek, *Etkililik/etkisizlik, *Bizzat edimde bulunmak/edimi aracıyla gerçekleştirmek / baskıyla, zorla başkasına yaptırmak, *Edimini bırakmak / bırakmamak, *davranmak/davranamamak, *Umduruculuk, *Beklenilen tavırda olmak,/ beklenmeyen tavırda olmak, *Sorumluluktan kaçınır olmak, *Yapmacıklı davranış vb.

Anadili çalışmaları, ders değil, düşünüş eğitimi olarak işlenmek gerekir. Öyle yapılmıyor. Dilbilgisi metinler üzerinden dili, düşünüşü kavratma olarak işlenmiyor. Dilbilgisiyle ilgili kaynaklarda; on tane tanımı var. Yukarıda sıralanan 'öznenin halleri'ndeki bakışla konuya eğilirseniz, öznenin otuz iki niteliği olduğunu görebiliyorsunuz.
Dil, düşünüş eğitimi, tanım ezberletmekten öteye geçemiyor. Bir aymazlık ya da kurnazlık mıdır bu? Şaşırıyorum. Dil, düşünce görevsel ve işlevsel algılatılıp, kavratılırsa; kimin emeksiz kazanca sahip olduğunun anlaşılacağından, sömürünün ortaya çıkacağından mı korkuluyor?

Bir örnek:

Çocuk, sütü içti. (Eylemi özne yapıyor.)
Anası, çocuğa sütü içirdi (Eylem aracıyla gerçekleştiriliyor.)
Anası, çocuğa sütü içirtirdi. (Eylem, başka birisinin baskısıyla gerçekleştiriliyor.)
Anası, çocuğa sütü içirtirtti. (Eylem aracıyla ve zorla gerçekleştiriliyor.)
Bu görüş ve yorumla dünyaya baktığımda: Uygarlaşmış /uygarlaşamamış toplumları ve toplumları ve insanı nesneleştiren/ insanın esenliğine ayarlı toplumsal düzenleri birbirinden ayırabiliyorum. Dili bir düşünüş eğitimi olarak işlevsel ve görevselliğiyle işlemediğimize yazıklanıyorum.


Dostluk

(Gönüldeşlik, düşündeşlik, birbirine katlanma)

Uygarlaşma dostlukla başlar. Dostluk imeceliliktir, elleşmektir. Kamusal işleri ortaklaşa kotarmaktır. Kişisel ve evrensel düzlemde dostluğu yaşayabilseydik, kişi olarak biz ve dünya nasıl olurduk? sorusunun yanıtı uzun kaçar. Gelin, tek kişi üzerinden bakalım dostluk anlayışımıza:

Dost muyuz, kendi eşleğimizi mi (kopyamızı mı) arıyoruz?

Dost sandıklarımızdan kimileri:

Aynalarına, yabancı yüz yansısın istemezler. Aynalarının ortasına koyun pergelin bir ayağını, açın, dilediğiniz değin öteki kanadını, çizdiğiniz dairenin içine onlarınkinden başka fotoğraf düşmez.

Aynalarını bahçe saysanız, çiçeği tek, kokusu tek. Başkaymış gibi görünenleri, o türün boyama renkleridir ancak. O, ince davranışların, içtenlikli sözlerin, hoşgörülü tavırların cilasını kazıyın; özgecilik rolü oynayan tutumun altını eşeleyin, yeğin imparator çıkar karşınıza. Başka bir deyişle, kendinden başkasına yasaklı ben… O kıyısız, çitsiz, duvarsız gösterilen bahçenin çevresinde, gözle görülmez, demir duvarlar vardır, asla içine giremezsiniz.
Siz desem, alınırsınız. Alın bay İksi ya da bayan İgreki, çıkarın dostlarının dizelgesini, bir bakın: Hangisinden çekindiği için, onunla uyuma girmiş? Hangisini yararı dokunsun diye yanına çekmiş? Hangisini kendisine benzediği için kucaklamış? Yakın ilgisinin, bağlılığının altında ne yatıyor? Sevdiği, güvendiği, iyi geçinir göründükleriyle, içten içe, ne değin yakın, ne değin uzak? Yakın durduklarını, yardım, sevgi görüntüsü altında, kendi yönüne güdümlüyor mu? Kendine bağımlılaştırmaya mı yelteniyor? Kimlerin, kısıtlamasız düşünmesine, kendine koşulsuz davranmasına, içi burkulmadan izin veriyor? İçinin derinliklerine inin, orada yalnızca kedisini mi görmek istiyor? Başkasının kimliği, kişiliği palazlanırsa, iç burkulmalarına mı kapılıyor? Kıskançlığın kazmasıyla, hangi duvarları yıkıyor, çaktırmadan? Genişletip bayındır kılmak istediği alan, salt kendisi için mi, kamusal mı? Dost, sevgili dediklerine, ne oranda pay ayırabiliyor? Verir göründükleri bağış mı, hak mı?

Böylelerinden pek çoğunun sözlüğünde sevmek'in altında tutsak etmek, kullanmak; dostluğunun altında, görünmez mürekkeple, payanda aramak mı yazılı yoksa?


Kin

(İnsan yüreğinin götürmeyeceği yük)

Yabanıl doğayı ehlileştirirken, kendisini de kültürleştiren insanlık değerlerini yaratan insandır. Bugün, insanlık değerleri adına ne varsa elimizde, onları yaratıp; bilimle, edebiyatla, sanatla, uz düşünüşle bizi güzelleştiren insanoğludur.

Ah, ululadığımız düzlemde, tökezlemeden yürüseydi insanlık!.. Tarihin bir yanı, insanoğlunun kırıp döktüğüyle oluşmuş kin çöplüğü: Boşuna harcanmış güzel yaratılarının iniltisi geliyor, o çöplük dağının altından.
İnsanoğlu, beyniyle eliyle ne değin değiştirdi, dönüştürdü, yarattı ise; beynini, elini bir o değin de tersine işleterek sıra sıra kin dağları dikmiş kendi önüne. Engelinde bocalayıp duruyor. Kin kılıçlarıyla birbirini doğruyor. Sonsuz saygıyla kucakladığınız insanoğluna öfkelenesiniz geliyor: A gözüm, yaptıklarını yıkmasaydın, şimdi ben daha rahat yaşayacaktım; barışla, hoşgörüyle kucaklaşacak, daha birbirimizin olacaktık.

Şu kin kavramı girmeseydi, insanlığın sözlüğüne: Hani mideniz asitli suyla doludur, içiniz burgu burgudur, oyulur. Tadınız tuzunuz kaçmış, yüzünüz asık, hiçbir şeye hoşgörüyle bakamayacak durumda kıvranırsınız ya, kini ona benzetirim ilkin. Dahası mı, kin, ondan da beterdir: Beyninize de kara çengeller atar, sizi, birileriyle kavgaya çeker durur. O da yetmez, iliğinize siner; kara, koyu ve yapışkan bir eriyik olarak. Yüreğinizin her çırpınışında, nabzınızın yaşam tık tık tıklarını değil, başınıza hırs tokmaklarının indiğini duyumsarsınız. Sizi kendinizden koparıp, didişmeye savuran kara iç fırtınasıdır bu! Sürüklenirsiniz, deli yele kapılmış kuru yaprak gibi.

İnsanın iç güzelliklerini kazıyıp çöpe atan, yalnızca dış kalıbını insan görüntüsünde bırakan, onulmaz bir hastalıktır bu! Ona yakalanan ister kişi, ister toplum olsun; elinden olumlu iş, dilinden yatımına söz, beyninden üretken düşünce, gözünden tan açacak ışık çıkmaz artık. O, bizi onurlandıran, dikelten insan soyunun tarihindeki kara benekler, işte o kin'in katran karası yapışkan lekeleridir. İnsanlık tarihi, yıkım olarak ne gördüyse, onların tümü, işte o kin'in, evlilik dışı, soydanlığı düzgün olmayan (nesebi gayri sahih) dölüdür. Ondan türeyen tiranlar mı dersin, diktatörler mi dersin, ağzı demokrat beyni faşist çağdaş yöneticiler mi dersin, işte o soydur; insanoğlunun ördüğü güzellikleri karartan, talan eden..



Haziran 2011

* Dergide iki bölüm halinde yayınlanmıştır.





20- ÖFKE
      (Lütfen biraz öfkelenir misiniz?)


Öfke, kimi kez baldan tatlı, kimiz kez de Arnavut biberinden acıdır. İnsanın iç derinliklerinde saklıdır. Salt yıkıcılığını düşündüğümüz için, tek anlamıyla yazmışız sözlüklere öfkeyi. Hiddet ve şiddetle anlamdaş saymışız. Öfkesizliğin duyarsızlıktan, ilgisizlikten, sindirilmişlikten filizlendiğini düşünmemişsinizdir hiç.

Öfke, aklın önüne geçerse, dengeli davranış engellenir elbet. Birbirinizi, nedensiz sürtüşmelerin içinde bulursunuz; yıpratırsınız, yıpranırsınız. Ama öfkesizlik duyarsızlığın ta kendisidir. Duyarlılık; kendisinde, çevresinde olup bitenleri algılayıp değerlendirmenin giriş kapısıdır. Duyarlıkları doğru değerlendirebilmek için usa başvurmak gerekmiyor mu? Us; incelemeyi, irdelemeyi, ölçü biçiyle yargıya varmayı buyurur. Ona, mantığı koşarak doğrulara varırsınız. Us, doğruları kabul ettiği ölçüde yanlışlara, kötülüklere başkaldırıyı da içeren bir yetidir. Usun bulunduğu yerde öfkenin de bulunması doğaldır.

Öfke, salt olumsuz bir tepki midir? Öfke engellenmek, incitilmek, gözdağı karşısındaki duyarlılıktır. Kişiliğin, insanlık değerlerinin, ahlâk ve estetiğin çiğnenmesine karşı çıkıştır. Hiç öfkelenmemek, teslimiyettir, karşı tarafın her eylemine destursuz ön açmaktır. Öfkesizlik, kişiyi pısırıklaştırır, toplumu sürüleştirir: Kişiliksiz, düşüncesiz, istençten yoksun bir nesne durumuna indirir.

Başı eğik kişiye, suskun topluma barış ve uyum içinde yaşadığı telkin edilir. Barış, eşitler arasında olur; uyum, bir yanı ağır basmayan karşılıklı kabulün dengesiyle sağlanır. İşin, bu yanını karıştırmanız istenmez. Kavgasız komşu, uslu yurttaş olmaya çağrılırsınız hep. Arada sırada suskunluğunuzun küçük ödünlerini tattırırlar, mutlanırsınız (!). Mutluluk, birilerinin lütfen bağışı mı?

Durup dururken öfkelenilemez ki:

* Bilimin önü kesiliyorsa, bilimin verilerinden yararlanamıyorsanız,
* İnsanca isteklerinizin olumlu sonuçlara ulaşması engelleniyorsa,
* Yaşamsal gereksinimlerinizin ortamı, birilerinin tekeline bırakılmışsa,
* Daha önceden yaşama geçirilmiş doğrular, güzellikler tersine çevriliyor, kirletiliyorsa,
* Birileri, özgürlüklerinizin önüne ceza duvarları örüyorsa,
* Korkularla, kuşkularla yasaklara kıstırılmışsanız, niçin öfkelenmeyesiniz?

Niçin, doğal yapımızla kendimizi gösteremiyoruz? Birilerinin biçtiği yaşamı, bize bol mu, dar mı geliyor demeden, kuşanmışız? Niçin lütfen ayırdıkları köşede pinekliyoruz, pusuyoruz? 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' diyoruz? Dünya, sizin damınızdan ibaret mi? Komşunun evindeki yangın, sizin evi sarmaz mı? Yakınmıyoruz bile: Ceviz kabuğu içindeki kısık esenlik yetiyor bize. Başımızı uzatıp insanca dileklerimizi dillendiremiyoruz.

Peki, birilerinin emeksiz kazanç, sömürü, toplumu çıkarlarına araç yapma hırsı da başka türlü bir öfke değil midir? İletişim araçlarıyla, anamalıyla insanı nesneleştirenler, çağdışı düşüncelerle kafamızı örümceklendirenler, bizi sürüleştirmek isteyenler karşısındaki suskunluk; uzlaşma mıdır, esenlik midir? Yoksa bizi saran çelik çembere rıza mı? Nasıl kurtulacağız bunlardan? Üstümüze yönelen kara gücün önlenebilmesi için, onun karşısında, en az onun kadar güçlü olanın çıkarılmasını öngörür özgür us. Duyarlığımıza, insanca isteklerimize tutunarak tepkilerimizi gösterdiğimizde, yani öfkemizi dışa vurduğumuzda, üstümüze yönelen susturma eğilimi, gerileyecektir kesenkes. İşte, o zaman barış, uyum diye yutturulan sanılamalar, gerçek anlamını kazanacaktır.

Öfke doğal tepki, insancıl hak! Usunuzun süzgecinden geçirilmiş öfkeniz kişiliğinizin güvencesi olacaktır. Özgür ve bağımsız insanlığınızın duvarları, dengeli öfkelerinizle örülecektir. Yıkıcılık içermeyen öfkedir; bizi bir arada, birbirine saygılı yaşamın katlarına çıkaracak toplum ve kişi olarak öfkelenmeyi de öğrenmeliyiz biraz.

Öfkeyi silmeyin sözlüklerinizden: Yalan talan, sömürü, insana saygısızlık sürdükçe gerekebilir. "Öfke ile kalkan, zararla oturur." sözünü de unutmayın!



Mayıs 2011

 

 

 

21-DÜŞÜNCE, DÜŞÜNÜŞ *   


(Dünü, günü ve yarını içeren beyinsel devinim)


Önceden oluşturulmuş, hazır bulduğunuz düşünce, sizden önceki akıl yürütmenin, düşünüş yolunun ulaştığı bir sonuçtur. Ta başına dönmekten kurtarır insanı. Hazır çıkış noktasını gösterir size. Önceden üretilmiş düşünceleri bilmek, bir varsıllığı yakalamaktır. Yönünüzü gösteren kılavuz elinizdedir artık. Edinilmiş düşünceler, öncesini deşelemiş soruların yanıtıdır. Hesabın toplam hanesine kaydedilmiştir.

Ama yeni hesapları nasıl yapacaksın sorusu çıkar karşınıza. İşte burada düşünce, düşünüş, kabul görmüş düşünceleri kullanmak üçlemine takılır kalırsınız. İrdeleyici düşünüş dizgesi kazanamamışsanız, çıkamazsınız, bu cangıldan.

Düşünceyle düşünüş birbirinin tıpkısı mıdır? Kabul edilmiş düşünceler, tek başına, önümüzü açmaya yeter mi, her zaman? Elde edilmiş düşünce, irdelenerek edinilmiş birikimlerin vargısıdır. Ona, saptanmışlığından ötürü durağanlık sinmiştir, gizliden. Düşüncelerin dişi olduğunu bilmek gerek. Milyarlarca tohum bekler dölyatağında. Mevcut düşünceyi düşünüşle aşılamak gerekir. Ama nasıl? O düşünüş var ya kıvrak, devingen, sürekli vals yapan, işte onu, düşünceyle başgöz edeceksiniz, sonra düşünceyi doğumevine alacaksınız; bakın ne altın çocuklar doğacak, kaç yeni kapı açacak size, bu tatlı yaramazlar...

Düşünmek, düşünceden yeni düşünce üretmektir.

SÖZ

(Düşünüş tartısı)

Halk arasında bir söz vardır: "Güzele göz ağrısı bile yakışır." Güzele hayranlıkla, belki de sevdiğinin her halini hoş görme duygusuyla öyle demiştir halk. Konu ciddileşti mi ya da yazınsal metin söz konusu oldu mu, sevda ilişkisindeki hoşgörüsünü yitirir bu sözce. Sallapati konuşup tepki alınca "Söz maksadını (amacını) aştı." diye sudan nedenlere sığınan ağzı gümrüksüzler vardır ya, onlarınkine benzer, o halk deyişi. Sözü çekip çeviremeyenlerin, ne demek istediğini ipucuyla çıkarırız konuşmalarda. Onlar yazar değil, sözü tartmadan konuşur, dili sürçmüştür diye bağışlar geçeriz, günlük yaşamda.

Sözü tartmamak, yazılı anlatıma yakışır mı? Yazı, anlatım; mantıksal, dilsel uyum ister, sıkıdüzen gerektirir. Boşluk götürmez; kuralını, kurgusunu bozdunuz mu, iletisi sakatlanır: Güzele göz ağrısı bile yakışır, söz maksadını aştı diyenlere benzersiniz. Hatta onlardan daha kötü duruma düşersiniz. Onlar "Lütfen bağışlayınız." diyerek yanlışını düzeltme olanağına sahiptir. Yazıya dökülmüş, yayımlanmış söz kayda geçmiştir, kamu önündedir, geri çeviremezsiniz. Günahı da sevabı da yazanın üstünedir. Yazılı kanıtı da vardır. Yargılanmaktan kurtulamazsınız.
Diyeceğinizi, doğru diyeceksiniz. Ne dediğiniz anlaşılacak. O da yetmez, öylesi bürokrat dilidir. Neyi anlatıyorsanız, doğru anlatacaksanız. O da yetmez yazara. Mühendis dili gerekir, ayrıntıya özen için. Niçin mühendis dili diyorum? Mühendislik geometriye dayalıdır. Geometride, bir açıyı, milyarda bir saptırdınız mı, doğruyu yakalayamazsınız. Söz kurgunuzun dilsel, anlamsal ve mantıksal hiçbir eksikliği olmayacak. Yazın dili, söz mimarlığıdır. Mimar, kusursuz bir yapı için, nasıl hiçbir ayrıntıyı, oranı kaçırmamak zorundaysa, siz de sözün kurgusuna, kuralına, yazım kurallarına özen göstereceksiniz.

Kuralı, yöntemi diyorum ya, onun törensel giysisinden, talimli adımlarından da kurtaracaksınız sözü. Sözün kuralı, sırası içinde verilmesi, mantıksal, dilsel doğruluğu da yetmez. Sözcüğü, hangi konuma, nasıl, niçin yerleştirdiğiniz¸ neye, nereden bakıp nasıl dillendirdiğiniz önemli.

Sözün çıplak doğruluğu da yetmiyor yazınsal anlatıma. Şöyle söyleyelim; bir ağaç resmi / fotoğrafı görür, hoşlanır, uzun uzun bakarsınız. Her bakışınızda aynı duyguyu yeniden daha boyutlandırarak yaşarsınız. Dünyada hesap makinelerini çatlatacak sayıda ağaç vardır. Onlardan herhangi birinin fotoğrafı / resmi, sizin, böylesine ilginizi çekmiyor, beğeninizi almıyor da neden bunda eskimez bir güzellik buluyorsunuz? O resmi yapan, fotoğrafı çeken, o ağacın konumunu, özelliğini yakalamıştır, bakış açısını ayarlamayı becermiştir de, o ağaca 'biriciklik' özelliği kazandırmıştır. Fotoğraf çeken herkesin, fotoğraf sanatçısı, eli kalem tutan herkesin yazar, şair olamayışının püf noktası orada işte!

Bilim, sanat gibi, yazınsal da ayrıntılarına özen ister. Her sözcüğün, her ayrıntının yerli yerine, sökülmeyecek biçimde yerleştirilmesinden alır doku sağlamlığını, güzelle, doğruyla eksiksiz bütünleşmesini. Kalkıştan önce, uçağın bakımını yapan teknisyen, işleyişi sağlayan donanımda, saç telinden ince, iki kablonun bağlantısını savsaklarsa, sonucun ne olacağını düşünür müsünüz? Ayrıntıya özenden yoksunluk, teknik işleyişte nasıl yıkıma (felâkete) neden oluyorsa, aynısı anlatım için de geçerlidir. O önemsiz gibi görünen ayrıntıların sıkıdüzen içinde kuralına, gereğine uygun örgüsüdür anlatım.


SÖZCÜK

(Beyninizin, düşüncemizin dışa vurumu)

Beyninizin, düşüncenizin çapı, dilinizin çapı kadardır. Bir sözlükteki sözcüklerin anlamlarını, aşağı yukarı sökebilirim de, anlamaya, anlatmaya gelince, iş değişir: Konuşurken, yazarken kaç sözcüğü yerli yerinde, doğru kullanabiliyorsam, yazma, anlatma başarım, oraya değin. Ya ötesi? Şaşalarım, duraksarım.

Düşünceniz, birikiminiz, tasarılarınız vardır, onları nasıl kurgulayacaksınız, yazıyı neyle oluşturacaksınız? Yazının (kompozisyonun) ilk aracı sözcük. Sözcüklerle kurabilirsiniz anlatı yapısını. Kendinizi yazı ustası sanırsınız; ustalık, işinizi uzlukla becerebilmektir. Kuracağınız yapıya uygun araçlarınız (sözcükleriniz) yoksa, beceremezsiniz işinizi.
Yazmaya ara verip, konunun temel kavramlarının, kiminde bir tümcede geçecek sözcüklerin anlamlarını bağdaşıklarıyla, sayfalarca, kâğıda döktüğüm olur. Onların hepsini, yazıda kullanırsam, bulduklarımı ayıklamadan yazıya aktarırsam, anlatının karnı şişer; dış/boş gebelikle sakatlanır, doğum yapamaz, doğursa da özürlüdür yazı.
Kâğıda döktüğüm, anlam çalışmasından ne oranda yazıda kullanırım? Kiminde hiç!

Bir sözcüğün, bir kavramın açıklamalarını çeşitli anlamlarıyla yazarak gözümün önüne döküşüm, boşuna emek mi? Yoo! Tam aksine: Sözlüğe bakmışım; gözümle somutlamışım kâğıda geçirmişim; elim işlemiş; üzerinde düşünmüşüm; beynim irdelemiş: Algılayış alanım genişlemiş. Düşünüşe boyut kazanmaktır bu!

Bir sözcük ya da kavram için, başladığınız çalışma, ilerledikçe onlarca, yüzlerce anlam açıklaması kâğıda dökülür; bakarsınız ki o sözcükten, ilgisi nedeniyle ötekine, bunların değişik anlamlarına, kullanım içinde beklenmedik anlam yüklenişlere ulaşmışsınız; başta tek olan anlam, düşünüş simgesi; çeşitlenerek, çoğalarak bir anlam, düşünüş yaylasına dönüşmüş, anlayış, kavrayış çevreniniz genişlemiştir. Elinizdekiler, o yazıda işinize yaramasın, gelecek yazı ve dil ürünleriniz için ön hazırlıktır, gelecek için bir gömüdür.

Mermerden bir anıt yapı kuran usta gibi, sözcüğü anlatının yapı taşı olarak kullanırken; sözcüklerin kavram birimi; tümcelerin yargı birimi; bölümcelerin (paragraf) düşünce birimi olduğu bilincine ulaşırsınız. Sözcükleri, yerli yerinde bir diziye koyarak tümceler kurar; tümceleri anlamsal, dilsel ve mantıksal kurgular, tümcelerin bağıntısıyla bölümceleri oluşturur; bölümceleri, bakış açınıza ve vereceğiniz iletiye göre örgüleyerek yazıya (kompozisyona) bütünlük ve tutarlılık kazandırabilirsiniz.

Bu işlemde başvuru kaynaklardan birisi, genel ve alan sözlükleridir.

SÖZLÜK

(Dil, düşünüş sergeni )

İyi bir sözlük okuruyum. Sözlük okumak, düşünüş yaylasında, yararlı / zevkli bir geziye çıkmaktır benim için. Sözvarlığımın boyutunu denetlemedir.

Sözcükleri, madde madde okuyup geçmem. Kavramlar birbiriyle bağıntılıdır: Kiminde karşıtlarıyla, kiminde içerdiği öteki kavramlarla açıklanır, madde başı sözcüklerin anlamı. Yalnızca orada kalır, kavramların ilintilerine, ilişkilerine bakmazsak, tek bir kavrama çakılır kalırız. Düşünme, yazma kekemesi oluruz.

(Yukarıda değinilmesine karşın, daha somutlaştırma için yenileyelim.)

Diyelim ki düşünmek maddesini okuyorum sözlükte. Önce anlam açıklamalarını sırasıyla kâğıda dökerim: 1. Bir sonuca, bir karara varmak amacıyla bilgileri inceleme, karşılaştırma ve aralarındaki ilgilerden yararlanarak düşünce üretmek, zihinsel yetiler oluşturmak, muhakeme etme. 2. (Bir şeyi, bir kimseyi) aklından geçirmek, göz önüne getirmek, zihninde, hayalinde canlandırmak. 3. Zihniyle arayıp bulmak. 4. Bir kimseye, bir şeye karşı ilgili ve titiz davranmak. 5. Akıl yürütmek, ne olabileceğini önceden kestirmek. 6. Öneriyi, durumu, bir şeyi inceleyerek oluşturmak. 7. Bir şey yapmaya niyet etmek, tasarlamak. 8. Tasalanmak, kaygılanmak. 9. Bir şeyin öyle olduğunu sanmak. 10. Bir dille düşünmek, o dilin sözcüklerini, deyimlerini kullanarak akıl yürütmek. 11. Başka bir şey düşünmemek, yalnızca onunla ilgilenmek.

Sözcüklerin, sözlükteki anlamlarını kâğıda döktükten sonra düşünmek kavramıyla ilintili, ilişkili maddelere (altları çizili) bakar, onları da yazıya döker, üzerinde düşünür, yazmaya başlarım.

'Bitti' diye bakmam, o yazıya. Unutulacak bir süre dinlendiririm. Başkasının yazısıymışçasına, insafsızca gözden geçiririm. Sözcükleri yerinde ve doğru kullanmış mıyım diye yazıyı ve kendimi denetlerim.

Sözlükler, ana kaynaklarımdandır da, çok mu bağlıyım onlara? Sözlükçü, sözcüğün anlamını yaratmaz. Kullanıma göre açıklar sözcüğün anlamını. Kullanımda genel kabul görmüş anlam ve tanımları sözlüğe geçirir. Sözlükçü, kullanımın arkasından gider.

İnsan, yeni durumlar, gerekler, gereksinimler karşısında nasıl yeni tavır, tutum takınır, nasıl edimini, tutumunu gereksinimlere göre ayarlarsa; insan beyninin, düşünüşünün dışa vurumu, iletiye ağımı olan söz de insan gibi değişen, dönüşen bir canlıdır: Değişerek, dönüşerek dirimini sürdürür, canlılığına açılım kazandırır.

Sözlükler, doğası gereği duruktur. Sözlük anlamıyla yetinirseniz, düşünüşünüz duruk kalır. Dil insan gibi, duruma göre değişen, yeni durumlara uyarlanan bir canlılıktır. Dilin, yaşam içindeki canlılığını yakalamak gerekir. Yazar, şair, düşünür vb.leri, hatta halk sözcüklere yeni anlamlar yükler. Sözcükler, kullanımda, umulmadık yeni anlam kazanır. Çağıncıl yazın, düşün ve sanatı izlemezseniz, dilin ve düşünüşün canlılığını yakalayamazsınız. Sözlüklerin, eski, ölü sözcükleri de içerdiğini unutmayınız! Eski sözcükle kurulan konuşma ve yazı eski kafalı; ölü sözcükle kurulan konuşma ve yazı durağandır; ya müzeliktir ya ölü ağıdıdır.

KİTAP

(Beyin azığı, insanı tanıma atlası)

Söz, yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kazanıyor. Denetlenerek, damıtılarak kitaplaştırılınca erdemine kavuşuyor, insanlığın kılavuzu oluyor: İnsanın beynini ışıtıyor, yolunu aydınlatıyor.

Aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma ve üretime kapalı, buyurgan kitaplar değil, dediğimiz. Kitap dediğin dişi olmalı, kestirmecilikten uzak, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Kitap, kitabı doğurmuyorsa, zihninize açılımlar getirmiyorsa; insanı belli bir görüşe tıkıyorsa, insanlığın yıkımı orada başlıyor: Kitap önünüzü aydınlatan ışık olacak, sizi değiştirip dönüştürecek, daha üst kimliğe taşıyacak yerde; belli bir görüşe çakılıp kalmışsa, kara bir örtü olup kapanıyor üstünüze. Özellikle de inakçı kitaplar!

Onu bürünenlerin gözü, kamaşıyor ışıktan, başlıyorlar aydınlığa saldırmaya. Çağdışı kafaların elinde, böylesine ters bir işlev yükleniyor kitaplar. Dölsüz, düşsüz kafayla algılanan kitaplar, hele de inakçı düşünüşle yazılan / kavranan kitaplar, durağanlığın granitle örülmüş kalesi oluyor, geçemiyorsunuz.

Her iyi kitap, bir düş döşeği, düşünce odağıdır, irdeleyici soruların yanıtıdır (toplamıdır). Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, yüreğiniz incelmemişse, zihin çapınız genişlememişse; başkasının acısını, sevincini kendinizde yaşayamıyorsanız, aydınlığı seçebilir misisiniz?
Başkalarının da sizin kadar yaşam ve mutluluk hakkı bulunduğunu kabul edebilir misiniz? İnsanı, içinden yontan, incelten kitaba değmemişse eliniz; dünyanın en varsıl madenlerinin üstünde oturun, en verimli topraklarında yaşayın, en ileri teknolojiye sahip olun, en iyi yönetim düzenini uygulayın boşuna!

 


Aralık 2010

* Dergide dört bölüm halinde yayınlanmıştır.

 

 

 

22- DÜŞÜNMEK 


(Bir sonuca varmak, karar vermek için)

Bir kişi, bir olay, yapıt, okuduklarınız vb. üzerinde bir sonuca varmak, karar vermek istiyorsunuz; ilk görüntüler, ilk algılamalar, sizi yanıltabilir ya da başkalarının dediklerini yineleme durumuna düşebilirsiniz. Doğru sonuca ulaşmak, doğru karar vermek için, hazır düşünceler ve sizin birikimleriniz yetmeyebilir.

Doğru sonuca ulaşmak, doğru karar vermek için düşüneceksiniz.
Ama nasıl, hangi yol yöntemle?

* Hazır bilgilerin özelliklerini, ayrıntılarını, inceden inceye, dikkat ve özenle anlamaya çalışacaksınız.
* Bir kişi ya da nesnenin, olayın, durumun, düşüncenin benzer ya da ayrı yanlarını inceleyecek, karşılaştırmalar, oranlamalar yapacaksınız.
* Elde ettiğiniz bulguları, bilgileri, zihninizin terazisinde tartacaksınız.
* Elde ettiklerinizin mantığa uygun olup olmadığına bakacaksınız.
* Bunlar üzerinde akıl yürüteceksiniz.
* Elde ettiklerinizin gerçek olanından doğruluklarından ya da yanlışlarından çıkarımlar yapabilir; yeni bakış ve görüşle yeni düşünceler üretebilirsiniz.

Gene de yetinmeyin:

Sonuca varmada, karar vermede ivedilenmeyin.Bir şeyin ne olduğunu ya da olmadığını doğru değerlendirmek için:
* Üzerinde durduklarınızın, hangi koşul ve konumda, kimce, ne amaçla, hangi bakış açısıyla ele alınıp işlendiğini de hesaba katmalısınız.
* Tekten tüme, tümden teke doğru bakma yöntemini kullanmalısınız.
* Tikel; bütünün bir parçasıyla ilgilidir. Bütünün bireylerine değil de birkaç bireyine ilişkindir.
* Tümel; belli bir sınıfa bağlı olanların tümünü içine alan; bütün kapsamıyla alımlanan bir tümelliği 'bütün' ya da‚ 'her' sözcüğüyle gösterebilir. Tümel kavramı kapsamına aldığı bütün nesneleri gösteren bir kavramdır. Tümeller; cins, tür, ayrım, özellik ve ilineğini kapsar.
* Salt tümele bağlanan düşünce, dünyaya Tanrısal/dinsel açıdan bakar. Tümeli ve tikeli birlikte düşünen, dünyaya akılla bakar, bilimsel ve insancıl olarak değerlendirme yapar.
* Tikele saplanıp kalmak, ağacı görüp ormanı görmemek; tümele saplanıp kalmak, ormanı görüp ağacı görmemek gibidir.

Parçaları ya da öğeleri bir araya getirip bir bütün oluşturarak, (bireşimle) doğru bir sonuca, varır, doğru bir karar verebilirsiniz.



Kasım 2010

 

 

 

23- TÜRKÇE DENEMEYE KATKI *    


Yaşamımız baştan aşağı çizgi içi. Hele devlet, sanki keskin çizgi mühendisi: Doğumdan ölüme değin yaşamamızı biçimlendiren, her türlü eylememiz için kural koyan, haklarımızı koruduğu ölçüde yasaklar koyan devlettir. İlk bakışta toplumsal yaşamın gereği bu! Dirlik düzenliğin zorlaması! Özgürlüğe susamış insan açısından bakarsanız, kuşatmadır bu! Sere serpe yaşamak için, çizgileri tümden kırıp atalım mı?


Toplumsal yaşam açısından bakarsanız; boşuna çizilmemiştir çizgiler: Çizgi aşımı kargaşa, bilinmeze gitmek. Toplumsal yaşam; kuralı, kurumuyla örer, korur yapısını. İlkeleriyle yön verir kendisine. Bilim, yazın, sanat da kuramları, ilkeleri üzerinden bilimsel / yazınsal gereklerini gözardı etmeyerek yaratır örgüsünü, doku sağlamlığını. Bilimin kendisini aşmasını, yazın ve sanatın düş kuruculuğunu dışta tutarsak; işte o dokusunu örme, koruma kollama, toplumsal doku sağlamlığı, dirlik düzenin gereği.


Toplumsal doku sağlamlığından gelen esenlik, insan için koruyucu çizgilerin kanat altı rahatlığı, yerinden memnunluk! Yöneten için düzenini sıkıntısız yürütmek, kararlılık ama bir de ters yüzü var, tek başına birey için öyle mi?


Memnunluk, esenlik verdiği oranda gevşetir kişiyi: Rahatına düşkün insanoğlu; yerinden yakınmaz, memnuniyeti sürüp gitsin ister. Sürekli memnunluk; yaşayışın kaslarını hantallaştırır, düşünüşü uykuya salar. Var olanın içinde salınır durursunuz ancak.


Kendisini, olduğu gibi koruyup düş kurmayanları gördükçe yontular (heykeller) düşüyor usuma. Yontular sanatsal yaratılardır. Fakat önemli bir olgunun anısı, biraz da geçmişten ileriye uzanışın, simgesel görüntüsü olmaktan öteye bir işlevi yoktur. Durup dururlar, kaldıkları yerde, kazık gibi.


Yapıp etmek, dirimini sürdürmek zorunluluğundaki insan öyle mi ya? Yaşam değişken, gelişken. Bir aşamadan sonra, insana elindekiler az geliyor, isterlerini karşılayamıyor. Çerçevesi daralıyor, yetmiyor insana. Yenisini düşlüyor, özlüyor. Yerleşmiş, kabul görmüşte eğlenmek durağanlık. Ona razı gelir mi, gizleri delik deşik etmiş, kocaman bir gücü, doğayı buyruğuna boyun eğdirmiş insanoğlu? Var olanının ötesine uzanacak ki kendisine yeni düşünüş alanlar açsın.


İnsanoğlunu olduğu yerden ilerisine taşıyan bilim, sanat, yazın vb. edimler / yaratılar; beynimizi şimşeklendirir, düşlerimizi kanatlandırır, sezgilerimizin ardına düşeriz. Tasarılarımızı yaşamımıza uygulamak isteriz. Daha esene uzanan yolağın, daha da açılım kazanması için, kullanılmakta olan düşünceyi sektirmeye, düşünceden yeni düşünce üretmeye başlarız. Elimizdekilerin, yeni sorunların çözümüne yetmeyeceği korkusu ve işlenip geliştirilmeyenin bağlayıcılığa neden olacağı kuşkusudur, bizi arayışa iteleyen. Durağanlığın çeperlerini delerek, ışıklı pencereler açmakta, düşünceyi sektiren denemenin hayli önem taşıdığını düşünüyorum: Deneme; arayıcı, değiştirici, dönüştürücü düşünüşün dile yansıması, düşünceyi sektirmek; düşünceden düşünüş üretmek, felsefe yapmaktır; 'denemeci biraz filozoftur' derken, yine düşünüyorum. Felsefe; salt kavram çözümlemesinde kalırsa, kendi üstüne kapanır, önceden üretilmiş düşüncelerin sınırını aşamaz. Yeni düşünüş üretmekte zorlanır. Kendi üstüne kapanmayan felsefe; hazır kavramları oluşturan nedenleri yeniden inceler, olanı biteni, bir daha irdeler: Düşünceyi ve yaşamı, kendi üzerinden ilerisine taşır, yeni yaşam, yeni dünya özlem ve olanağı yaratır. Birikim ve kazanımlarla bağını koparmadan ilerisine uzanır. İşte o zaman, bilineni yinelemekten kurtulmaya, çevren açmaya yönelir: Dahasını arar, var'ı aşmak için düş ve düşünüşü yeniden dokumaya koşulur; bilime, yazına, sanata önsezi alanları açar. Felsefenin işlevi bu olsa gerek, asıl felsefe bu olsa gerek.


Felsefeyi -mevcudun ötesini yoklamanın yanında- olayla, olguyla ilişkilendirmek; yaşam üzerinden yeni çözümü sezdirmek, insanın ütopyalarını kanatlandırmak; yarının temellerini atmaktır.


İnsanın çağcıllık / uygarlık ölçütü; gününü yarınına eklemleyebilmek değil mi? Bunu görebilen deneme, var ötesini özleyebilen deneme; düşünce jimnastiğini aşmış, yaşamla özdeşleşmiş canlılıktır, üreticiliktir. Özellikle düşünce üreticiliği! Yazın türlerinin delişmen delikanlısı denemenin anası sınır tanımaz özlemler, düşlemler ise; felsefe de denemenin dayısıdır. Deneme, dayısının önüne geçmekten sakınır, ama dayısının açtığı pencerelerden, avuç avuç ışık aşırmaktan da vazgeçmez hiç. Işık aparıcılığı, düş dokuyuculuğu, düşünüşe çevren açıcılıktır onun işi. Felsefeden apardıklarıyla, özgürlük yaylasında at koşturmaktır işlevi. Aracı işlek ve özenli dil; kamçısı devingen düşünüştür.
Denemelerimde felsefe yaptığım söylendi. Öyle bir savım olamaz: Ne yazık ki felsefe eğitiminden geçmedim. Kırsaldan, doğadan geliyorum: Olguların içinden geçtim; üzüncünün, sevincinin sarsıntılarını yaşayarak. Toplumun en alt katmanından üst noktasına tırmanırken gözlemlerim, algılamalarım, olup biteni sorgulamaya, irdelemeye zorladı beni. Doğanın eytişiminden (diyalektiğinden) devşirdiğim deneyim, düşün ve sanat kitaplarından edindiğim kazanımlar üzerinden yeni birikimlere yolak açma çabasını güder denemelerim.
Dünyaya mevcut ekini (kültürü), yaşam düzeni yetmiyor, bilimin kazanım ve uygulayımları, insanın esenliği için kullanılacak yerde, bir kesimin tekelinde ve insanlığa doğrultulmuş vurucu silah. İnsanlık kıstakta, insanlık sıkıntıda, arayış içinde. Hele ülkem, açmazlara kilitlenmiş. Uzay çağını yakalamaya çalışanla, Ortaçağı aşamamışın kavgasını yaşıyor. Bu kavgada birbirimizi acıtıyor, tüketiyor, esenliği yakalayamıyoruz.
Bu açmaz, usun (aklın) terazisine vurulmalıydı: 'Ama neden olmadı, bu açmazdan, nasıl kurtulabiliriz' benzeri sorular üşüşüyor kafanıza. Sorma, haber alma merakı; kendinizi, dünyayı tanıma açkısı. İnsanlığı, ilkel konumundan, bugüne getiren soru çengeli, duranlığın bir kanadına asılıyor, çekip açtığı yarıktan, esenleyici (ferahlatıcı) ışık sunuyordu. Sorulara tutundum: Sorularda kuşku vardı, ötesini yoklatan. Ama salt soruda kalmak da sakıncalıydı. Sorulara da kuşkuyla yaklaştım. Gündeme düşen sorunun karşılığı ne olabilirdi? Onu da irdelemek gerekiyordu. Soruyu tersine çevirsem karşıma bir yenisi çıkabilir miydi, ne getirirdi bana? Böylesi irdelemelerden sonuç alabilmişsem, görüş / kanı belirtmeye çalıştım. Değilse kaçındım. Bu kadarı yeterli deyip kesip atmak mı istiyorum? Hayır! Dahası olacaktı elbet. Yeteneğim, gücüm o kadardı da…
Denemelerimin, alışılmış denemeden taştığını sezdirenler oldu. Kendilerince haklıydılar: Denemenin babası Montaigne'i düşünüyordu ya da onun bize yansımasındaki olguyu: Alışılmış denemeden kurtulamayanlara göre; deneme, düşünce sınırlarını düşünsel olarak genişletmekle yetinmeli; kesin yargıya bağlanmamalıydı. Deneme kavgacı görüntüde olmamalı, bilecenlik etmemeli, insanı güdülememeliydi, düşünüş jimnastiğinden öteye geçmek, denemeyi zedelerdi. Yanlış mı bunlar? Hayır! Zihin çapımızın boyutlanmasında, bilinen deneme türünün getirisini biliyorum, onu yadsımıyorum. Fakat bilinen deneme bana dar geldi: Onun üstünden -bilinç ve sorumluluğumu devreye sokarak- bizim özgül konum ve koşullarımızı, dilimizi, felsefemizi işleyecek denemeyi denemeye koşuldum.

Denemeyi yerleşmiş tanımının, sözlük anlamının dışına kaydırma yürekliliğini nereden alıyorum? Birçok şey olduğu gibi yineleniyor sanırız: İnsanın da edindiği yapıyı pek değiştirmeden yaşamın alışılmış oluğundan götürdüğünü… Salt rengi, biçimi yenilenmiş kalıpların süreği mi yaşam? Hiç sanmam ki öyle olsun! Ne insan, ne doğa; bir günün sabahından akşamına, akşamın karanlığından tan yerine tıpkısı değildir: O kavrayamadığımız hız, ayırtına varamadığımız değişim an be an, insanı yeniden kurar, doğayı sürekli devinime iteler.

Kendimden biliyorum; hiçbir akşam, sabahki adam olarak dönmedim eve. Sabaha başka birisi olarak uyandım. Sabahtan beri koştur muşum, onunla bununla görüşmüş, tartışmış ya da aynı görüşleri bölüşmüş, pekiştirmişimdir. Tepkilendiren olaylar yaşamış, hoşuma giden ya da gitmeyen kişilerle durumlarla karşılaşmışımdır. Bunlardan algılanmış, etkilenmiş, üzerinde düşünmüşümdür: İleri-geri, yatayına-dikeyine, altında hangi hınzırlığın ya da ışığın saklandığını yoklayarak… Ben'imin duvarında sökülmeler, başıma gül dökülmeler olmuştur. O sabah evden çıkan adam değilimdir artık.

Bir toprak damda doğmak nasip olmamış, tütün tarlasında dünyaya gözünü açmış köylü çocuğunda bu denli değişim gelişim oluyorsa, yüz binlerce yıllık çabaların / birikimlerin sahibi dünya yerinde durur mu hiç?
İnsanlığın kazanımlarından yararlandım, öncesinin yazarlarından, düşünürlerinden beynim çiçeklendi, eyvallah! Yalnızca onların izini sürmek, onların benzeği olmak mı? Yooo! Başkasının ayak izinden gidenin ayak izi olur mu? Elin gölgesine kimlik verirler mi? Öncesine saygını koruyacaksın ama onların yelinde yelpelenmek boşuna kanat çırpmak değil mi? Hele aydınlanmasının önü kesilmiş, uluslaşma / kültürleşme sürecini tamamlayamamış bir ülkenin yazarıysan, senin bakışın, toprağının konum ve koşullarına göre ayarlanmak gerekmez mi?

Her yazar, kendisini yazdığı gibi, kendi ekin (kültür) ikliminin türküsünü söyler. Toprağının acısıyla kıvranır, sevinciyle kanatlanır. Herkes kendi yarasına merhem arar. Ben de ülkemin özgül koşullarından yola çıkacaktım. Ulusumun, kimlikli bireyi olacaktım ki ulusum da -benim gibilerin örgüsünden edindiği katkıyla - insanlık ailesinin saygın üyelerinden biri olabilsin. Dünya karşısında ezik düşmeyelim, evrensel konumda, onurlu yerimizi alalım.
Böyle bir bilinç ve anlayışa yaslanan deneme; yazarının özel ülkesinden, insanın iç coğrafyasında sefere çıkar. Şiirin alt dokusunda gizlenen, öykünün, romanın koynundan ara sıra başını uzatan düşünce, eleştiri, düşkur denemede boylu boyunca karşınızdadır. Kesin yargı biçmeden, algılama, yorumlama çevreninizi genişletir, size sözünü etmez görünerek. Deneme, öteki yazın türlerine göre daha ökecedir, bilecendir, filozof özentisini örtüleyerek söyleşir sizinle; sorular sorar, sorularınıza yanıt arar. Sorulardan yeni sorular üretir. Kazanılmış alanlarınıza yeni alanlar katar. İnsan soran sorgulayan yaratık değil midir, deneme insanlığın bütün hallerine soru çengeli atıyorsa, nasıl uzak durabilirsiniz denemeden? Konusunun özgürlüğü, toplumsala, geleneksele tutsak düşmüş insanı, niçin özgürlük yaylalarına götüren kılavuz olmasın?

Bir kişiyi odak almış, bir kişinin ağzından konuşuyormuş gibi görünse de, bir insanda bütün insanlığın saklı/var oluşundan ötürü, kendinizi kolay bulursunuz denemenin içinde. Özel alanı yok sanırsınız, ama bütün alanlara giriş vizesi vardır elinde, peşin. Özgür işleyiş, onun söylem biçemidir, kuralların ağına takılmaz, sizi de özgür kılar. Okuyup algıladıkça, genelgeçer olarak kesinlemeden, özel görüş ve düşünceleri sunar kabulünüze. Özel söyleşi (kendisiyle iç söyleşi) yöntemiyle yaklaşıverir yanınıza. Sav'a bağlanmıyormuş örtüsünün altındadır sav'ı, özel etiketli. Söyleşir dedikse de biraz da ılımlı kavgacıdır, aba altından tartışmacı… İçinize sokulurken kavgacılığını, tartışmacılığını koltuk altında saklar. Buyurganlık taslamayan tutumunun altında, düşüncelerinizi boyutlandırmak amacı yatar.

O ki deneme, durağanlık çizgisini kıracaktır, insanı bulunduğu yerden ileriye taşımak işlevindedir, insana kendisini sorgulatarak, onu değiştirip dönüştürmekle özgörevlidir. Öyleyse, benim denemelerim; düşünceden düşünce üretmeli, okuruna hem geneli hem kendisini sorgulatmalıydı: Böylesini başarabilirsem çağcıllaşma sürecinin önü kesilmiş ulusuma, açmazlarda kıvranan insanlığa borcumu ödeyebilirdim. Benim denemelerimin bakış açısı, çabası budur.

Nereden çıkaracaktım bakış açımı? Nasıl boyutlandıracaktım düşüncemi? Hangi temele oturtacaktım? Nasıl inanılır kılacaktım? Kanıtım / dayanağım ne olacaktı? Örneklemeli, somutlamalıydım ki inandırıcı olayım. Dilin, bilinen kalıp ve söylemlerin ötesine ulaşmalıydım ki yazdıklarım sıradan anlatı düzeyinde kalmasın; yazınsal niteliğiyle, okuruna getirisi olsun, ona kendisinden ötesine ulaşma yolağı açabilsin. O nedenle yaşadığım / yaşadığımız olguları, çağımızı; denemelerimin çıkış noktası yaptım, anılardan / olgulardan yararlandım. Kalıplaşmış / katılaşmış kavramları tersyüz etmeye, onlara yeni içerikler yüklemeye yeltendim. Açılım, gelişim kapılarını aralamaya çabaladım.

Klasik, alışılmış deneme türünü bekleyenlere yadırgı düşer miyim, bilemiyorum. Ama inanıyorum ki insanlık kuram ve kurallarına tutunarak esenliğini koruduğu oranda kendisini tanıyarak, tartışıya alarak kendisini yenilemiş, daha üst aşamalara tırmanmıştır. Var'ı kullanmakla, korunmayla yetinmemeliydim.

Klasik denemeye alışmışlara, Montaigne denemesinin bize yansıyanında kalmışlara yadırgı düşmekten çekinmeli miydim? Elbet, denemenin babası Montaigne'dir ama onun çağıyla, o çağda işlenip geliştirilen düşüncenin biçimleyip yön verdiği yapı ve dünyaya bakışla bizim çağımız, bizim ülkemiz, sosyokültürel iklimimiz aynı değil ki… Montaigne, nasıl çağının, içinde bulunduğu konum ve koşulların gereğine, açılım isterlerine göre deneme yazdıysa; bizim de, ülkemizin sosyal yapısı, kültür birikimi, konum ve koşullarına göre, onun izleğine -kendi sorunlarımızı ıskalamadan- ekler yapmamız gerekmez mi? Böylesi, ulusal sorumluluğumuzun, insanlık bilincimizin gereği değil mi? Montaigne, nasıl çağının düşüncesini ileriye sıçratarak düşünce üretimine koşulduysa, ardıllarının da o yolu izlemesi gerekmez mi? Onu, aynen yinelemek, ondan çalıntılarla yetinmek, Montaigne'e karşı ayıp olmaz mı? Ayağım yerliymiş, bakış açım bizdenmiş. Olsun! Her yazar gibi, kendimden, kendimizden başlamalı, kendi yaramıza merhem aramaya çalışmalıydım. Deneme, yazarının kişisel / iç ülkesinden yola çıkan 'ben ağızlı' bir yazın türü değil mi aslında.?

Yazmak, hele deneme yazmak, yaşamı sarsmak, insanı uyanık tutmak eylemidir / işçiliğidir. Öyleyse her türlü olguyu, durumu usun terazisine vuracaksınız; sonu gelmez sorularla olanı biteni sorguya alacaksınız. Salt kendinizi anlatmakla kalmayacaksınız. Ötekinin gözüne, biraz cam tozu atacaksınız, uyanacak, tepkilenecek, yeni duruşlara geçerek, zorlayacak olduğu yeri, ötesine. Öyleyse deneme bilinç potasında, yeni maya ve bileşke oluşturma etkinliğidir, bir yönüyle.

Dedim ya, olgularımızı didikleyerek; çizgi, ötesini yoklatma, düşünceyi ileri sektirme, yeni düşünüş ekeneği açma Türkçe deneme örneğidir benimki.



Temmuz 2010

* Dergide dört bölüm halinde yayınlanmıştır.

 

 

 

 

24- YİĞİT, SERT VE DİK ADAM MIYIM?


Ayten Sürer benimle yaptığı bir söyleşide (Kasım 1992) şöyle diyor:

"Çatık kaşlı, sert görünüşün altındaki şakacılık ve espri:

"Osman Bolulu ile dostluğumuz, Öğretmen Dünyası'nda birlikte çalıştığımız yıllara dayanıyor. Çatık kaşlı sert görünümlü, hırçın fiziğinin altında o, çok duyarlı, çok insancıl, çok yufka ve alıngan bir yürek... İnsana saygıyı başat değer kabul eden, sözünde durmayı, dürüstlüğü, açıklığı şiar edinmiş bir karakter yapısı taşıyor. Onun bu özelliklerini, yalnız insan olmanın değil, sanatçı olabilmenin de gerekleri olarak düşündüğümden, her zaman çok önemsemiş ve ona saygı duymuşumdur. Şakayı seven, espri anlayışı gelişmiş, hoşgörülü bir arkadaş(tır)."

Dış görünüş insanları aldatır:
Yedek Subay Okulu'nun yatakhane hizmetlisi ödünç para istedi. 'Yok' diyorum, inanmıyor, ısrar ediyor. Ceplerimi tersine çevirip gösterdim. 'Bak, yok, işte!' 'Hayır, sende para vardır abi.' 'Nereden biliyorsun kardeşim?' 'Abi, sen yere sağlam basıyorsun, kimseye aldırış etmeyen bir yürüyüşün var. Bu yürüyüş zengin yürüyüşü."
1.80 boyunda gövdeli, çatık kaşlı, (askerlikten önce) çalı bıyıklı, karakalemle çizilmiş resme benzer, canının istediği gibi, kimseye aldırmadan atlar adımlarla, salına salına yürüyüşüm müydü, insanları aldatan? Bizim halk, gövdeli bir adam gördü mü; "Düşmanı göster, geri çek." der, gövdeyle yiğitliği özdeşleştirir.

Dış görünüşüm, insanları yanıltmış olmalı, o hizmetlininkine benzer izlenimlerde hakkımda yargı biçenlerle karşılamışımdır:

Aslan Bayır, Aylık Sanat'ta (2004) benimle yaptığı söyleşide: "Sizi tanıyanlar 'dik adam' diye nitelendiriyorlar. Bu, bir sertlik ifadesi mi? Şiirleriniz, kitaplarınız sevgi dolu sanki. İçinizdeki çocukluk keşfedilmemiş mi?" diye sormuş. Şöyle yanıtlamışım sorusunu: "'Dik' ve 'sert' sözcükleri; esnekliği olmayan, zor, hırçın, bağışlamasız, hoşgörüsüz, gönül kırıcı, katı, ters anlamlarıyla benim kimliğime yazılamaz. Yalnız, o iki sözcüğün içindeki anlamlardan ancak ikisini bulabilirsiniz bende: Eğik değilim. Yer çekiminin, her türlü baskı, çıkar çekimlerinin yelinde eğilmem, dikeyimdir hep. Nerede, kim olursa olsun insana yönelen kötülüklerin karşısına sert bir kaya gibi dikilirim. Yazımla, duruşumla savaşırım onlarla. En azından, kötülüklerin tepkisini, acısını yaşarım. Dünya kuruldu kurulalı akla kara, iyiyle kötü savaştadır. İnsanlığın olumlu gelişimleri; ak'ı yeğleyenlerin, iyi'ye koşulanların getirisidir. İyi'nin, ak'ın yanında yer almak, insanlaşmaktır. Kötüler yataya basıp geçerler; dik'in tepesine boyları yetmez, ürkerler ondan.
Dostlarım, beni tanıyanlar bilirler, benim nerede susacağımı, nerede atağa geçeceğimi. İlkelerim, bilinçle biçimlenmiş görüşlerim çiğneniyorsa, orada dikelirim. Dediğiniz dik adam, yürekli adam sözcesinin açılımını yapmışım 'İnsanlığın Solmaz Gülleri' adlı kitabımda (s.2) 'Beni yürekli, dik adam olarak nitelendirir çevrem. (…) İnsanlık değerlerinin hiçlendiği, ulusal değerlerin kağşatıldığı, yalanın, saptırmacanın egemen kılınmaya çalışıldığı zamanlar ayaklanmış, zulme karşı durmaya çalışmışımdır. İnsanlık ödevimi aksatmamak, sorumluluk bilincimi korumak için. Çünkü o ödev duygusunu, sorumluluk bilincini bana kazandıran insanlıktı, ulusumdu. Onlara borcumu ödemek zorundaydım.' Yoksa öyle yiğitlik, ne gezer bende?"

İçimdeki çocuk, bir kuşluk vakti, bir tütün tarlasında doğmuş, ilk kez derede yıkanmış. Okula başlayıncaya değin yalınayak basmış toprağa. Kesekler dikenlerin yaraladığı ayağındaki yaraya kurt düşmüş.
Sol ayağının başparmağı çataldır, tırnakları çarşafa dolandı mı canı yanar. Ayakkabı giyerek başladığı okullar yükseldikçe kitaplarla kafası beslenmiş, yüreği incelmiş. İnsanın insanla var olacağı bilincine ulaşmıştır. İnsan, toprağının acısını, sevincini inkâr ederse kendini inkâr etmiş olurdu, doğal saflığını yitirirdi. Kitaplarla beslenen kafasıyla doğduğu yeri bireşime alıp dillendirdiği için, başına az bela gelmedi. Örneğin sol ayağının öyküsünü anlattığı için tutuklandı.

Çocukluğunu yitiren, toprağından ilk duyarlıkları kopan, düzenin kendisine ayarladığı bir robot olur. Dış görünüşü adamdır yalnızca. Yaşarken, düşünürken, yazarken yolumu aydınlatan o çocuğun duyarlıklarıdır.


Mayıs - Haziran 2010

 

 

 

 

25- SOYADI SAHTEKÂRIYIM 



'Osman' anadan dedemden geliyor. 'Bolulu' ise soyumdan: Babamın dedesinin dedesi Hasan, küçüklüğünde sokağa çıktığında, oyun arkadaşları, onun gömleğini yırtarlar, anası yırtığı 'yivlermiş'. Hasan'ı oyun arkadaşları 'Yivli Hasan' diye çağırırlarmış. Bizim soya 'Yivliler' denmeye başlanmış.


O lakaptan gocunmayan altı aile, soyadı yasası (1934) uygulanırken soyadımızın 'yivlili' olmasını istemiş. Yazıcının Arap abeceli yazısı, ilçedeki nüfus kütüğüne 'Bolulu' olarak geçivermiş. O Arap abecesinin pek çok cilveleri vardır: İstanbul Üniversitesi'nin anlı şanlı bir profesörünü bile yanılmıştır: 'Terzi Necip dikmedi, Muhammed'in donunu' yazdığı için, az alaya alınmadı adam, 'biçip' sözcüğünü 'Necip' olarak okuduğu için. Osmanlıca 'Tahta kurusu' yazısı, 'tahtın kurusun' olarak da okunurmuş. Abdülhamit zamanında, Türk basınında, bu sözcüğü kullanan zindanı boylarmış. Soyadımız, Osmanlıcanın cilvesidir.

Göbek adımı, 'Osmanlı' ile, soyadımı, Bolu ile ilişkilendirmek hiç aklımdan geçmemiştir. Eytişimsel (diyalektik) bir dil olan Türkçe ile düşündüğüm için soyadımdan yakınmamışımdır. Edebiyata gönül düşürdüğümde gördüğüm ki adamın adı Fuzulî, 'boşuna, yersiz, gereksiz, haksız' anlamında. Adam yazdıklarıyla var, yaşıyor. Köylü aklıyla, "Osman Efendi, senin köyde, tarla öküzle mi, öküzün boynuna taktığınız boncukla mı sürülüyor?" diye sordum, kendime. Önemli olan kişinin adı değil, yapıp ettiği idi. İç kimliğine bakarak nitelendirilir insan.

Soyadımı değiştirmeyi, ne zaman düşündüm bilir misiniz?

On dördüncü yaşımda şiir yazma hevesine kapılmıştım. Yazın içinde kendime yer ararken, bir yandan da tarih içinde ulusumun tarihsel serüvenini anlamaya çalışıyor, özellikle Kurtuluş Savaşımızı kavramaya çabalıyordum. Bolu-Düzce İsyanlarını okurken irkildim. Daha düzenli ordu kurulamamış, Kuvâcılarla isyancılar savaşıyor. Kuvâcı alayın başındaki yarbay Çerkez. İsyancılar: "Biz de Çerkeziz, ateş kesip anlaşalım." diye yarbayı aldatıyorlar. Kuvâcı yarbayı öldürüyorlar. Kuvâcılar yeniliyor.

Bolu'nun çamurlu sokaklarında yatan şehitler, isyancılar için düşman. Bolu hastanesinden bir hekim, yerde yatanlardan birinin kıpırdandığını görür, çevreye çaktırmadan, onu hastaneye taşır, bakıma alır. Günlerce baygın yatan subay: "Su, su, su!" diye ayınca, hastane görevlisi kadın ona bir tas su vermez. Dışarıya fırlar, "Yetişin, cavır dirildi." Diye bağırır. İsyancılar almasın diye, evine kaçırır hastayı doktor. O hasta, bir yedek subaydır. Sağalınca Bolu ormanlarından Zonguldak'a kaçar, sonra Kurtuluş ordusuna katılır.

Bu olay tedirginliğimi isyana dönüştürdü. Bolulu soyadı beni acıtmaya başladı. Şiirlerimin altına, öğle yemeğinin ekmeklerini satarak edindiğim kitaplarımın üstüne 'Osman Boloğlu' diye yazmaya başladım. Kendime göre bir gerekçesi vardı, 'Boloğlu'nun. Ailem eli açık bir aileydi: Sofrasına birini çağırdığında yiyeceğinin bereketi artar diye düşünürdü. Bağımızın, bahçemizin kıyısından geçene bir salkım üzün, bir avuç meyve sunmak, onlar için ibadet gibi bir şeydi. Ben, o mayanın eli açık çocuğuydum, bize 'Boloğlu' soyadı yakışırdı. Ama niçin sürdürmedim 'Boloğlu'luğu? Ailenin en son dölü, soyumun adını değiştirme hakkına sahip olamazdım. Ailemden kopamazdım.

Bolu-Düzce İsyanına takılıp kaldım mı? Hayır! Genellemeden kaçınırım. İnsanoğlunun bulunduğu her yerde, insanın her türlü davranış ve halleri vardır. İnsanları yanlışa düşüren, çoğu zaman, kendi özgür iradeleri değildir. Konum ve koşulları, insanı yanlışa düşürebilir. Örnekse, o anlattığım Bolu'da hastayı evinde tedavi edip sağlığına kavuşturan doktor da vardı. Bir kenti, bir dönemi, bir olayı tek bir olayla genelemeye alamazsınız. İnsanlara, iyi olma olanak ve koşullarını yaratamamışsanız, onları suçlamak, insanlığın özünde yatan güzelliğe ihanettir. Her şeye karşın, insana güvenirim ben. Dünyadaki yıkımlara koşulanlarla göre değerlendirme yapmak, insanlığın güzelliğini örenlere, gelişimlere ön açanların önüne, kötü örnekler sunmaktır. İyiyi göster ki iyi olsun, güzeli yaşat ki güzele imrenilsin.

Bolu, İzzet Baysal Üniversitesi'ne çağrılmıştım. Konuşmamdan hoşlanmışlardı: "Bolulu musunuz?" diye soruyor, benimle hemşehri çıkmaya çalışıyorlardı. "Ülkede hortumcu, sahte ihracatçı, rüşvetçi, soyguncu, ulusal değerleri yandaşlarına ve dışarıya peşkeş çeken, kaynaklarımızı başkalarına satan, ulusal kazanımlarımızı yok eden bir sürü sahtekâr var. Benimki soyadı sahtekârlığı, kimseye zararı dokunmaz, ne istiyorsunuz benden?" dedim.

Caf caflı bir soyadının altına sığınmak insanı kurtarabilir mi yanlışlarından, yapıp ettiği kötülüklerden? Bakınız, soyadımın cilvesi, içinde düşürüldüğümüz açmazı kargışlamakta işime yaramıştı: Atınca taşın iyisini, devirecektiniz herifin birisini. Mizah da bir silahtır.


Nisan 2010

 

 

26-SÖZ VE İNSAN
(Sözüne bak, insanını tanı)


Söz deyince ilkin konuşma, sonra yazı gelir aklımıza. Söz bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan sözcük ya da sözcük dizisidir. Sözcük anlatma, anlama, anlaşma aracıdır. Yalnızca sözcüklerle mi anlaşırız? Küçük bir devinimle (jest, mimik) ya da sözlükte anlamı olmayan sesle de anlaşabiliriz. Sözlü dil dışında gövde dili, ses dili de vardır. Ama asıl anlaşma, kültür dili yazılı dildir.
İnsanın iç dünyasını dışa vuran sözcük, insanla eşdeğerdedir. İnsanın psikolojisi sözcüğe, sözcüğün anlamı insana yansır. Kimin, kim olduğunu sözünden, yazısından çıkarabiliriz. Okuduğumuz, dinlediğimiz sözler; söylendikleri çağı, durumları da çağrıştırır, konuşanın iç dünyasının ipuçlarını verir, sözün söylendiği dönemin yaşama bakışını yansıtır.
Anımsıyorum, çocukluğumda (1929-42) büyüklerimiz, Birinci Dünya Savaşı günlerini anlatırken "Ekmek vezir, et padişahtı." derlerdi. Devletin başı padişah, bakanı vezir. Ülkenin yönetiminden, insanı mutlu ve esen yaşacak onlardı. İnsanımızı etsiz ekmeksiz bırakanlara ince, alaycı iğne batırmış oluyordu. Halkımız Abdülhamit döneminde ekmeğin üstüne biber dökerek yerlermiş, o azığa da 'Abdül Hamit pirzolası' derlermiş.
Osmanlı İmparatorluğu'nu 1918'de İngiliz, Fransız, İtalyanların desteğiyle Yunan ordusu yurdumuzu işgal etmiş. Kurtuluş Savaşına girişenleri padişah, şaki (haydut, eşkıya) ilan etmiş. İç isyanlar başlamış. Bir yanda düşman, bir yanda iç isyanlar: Toplumsal karmaşa. Kimin, kimi neden asıp kestiği bilinmiyor. Adalet, hak hukuk, can güvenliği, hak getire. Halkımız, o günleri, o iç karmaşayı: "Çam kadı, pelit (meşe) müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyor." sözcesiyle betimliyor.
'Gecekondu'
1950'lilerde, kırsal kesimden kentlere, iş, aş için akın başlıyor. Halkın, kentte konut edinme olanağı yok. Kentin kıyısına, derme çatma bir ev yapıyor. Bu derme çatma yapıya 'gecekondu' diyor. Halkın yarattığı bu bileşik sözcüğün atında yatan psikoloji nedir? Ev, gecenin karanlığında, gizlice yasak bölgeye kurulmuştur. 'Gece' sözcüğü, işin karanlıkta ve gizlice yapıldığını çağrıştırmaktadır. Peki, 'kondu' niçin? Kuşun, şıp diye bir yere konuşu gibi, hemencecik, evciği konduruvermiştir halk. 'Kondurmak' sözcüğünün içinde, evini yapabilmekten doğan buruk bir övünme sezilir.
Yurttaş, artık gecekondu'yu kısalttı: 'Çınçın'da iki göz kondum var' demektedir? Neden? Gecekondular, kentleri kuşattı. Gecekondulu seçmen oldu. Siyasa, halktan oy almak için, gecekondu bölgelerine yol, su, elektrik götürüyor, asfalt döküyor. Gecekondu yasallaşıyor. Halk da sözcüğün başındaki 'geceyi' atıyor.
Kentleri, köy yapılı, köy düşünüşlü gecekondular kuşattı. Kentler nüfusça azmanlaştı. Dar gelirli, özel taksi kullanma olanağından yoksun. Ama, bir yerden, bir yere zamanında ulaşmak zorunda. İş yerine tek başına, bir taksiye binemeyen kişileri, bir otomobile binip yerine ulaştırıyor. O taşıtın adı taksi olamaz, yeni bir ad takmak gerek ona. Halk, yapılanın işlevine uygun bir ad takıyor o taşıta: 'Dolmuş'. Günümüzde, çeşitli yerlere uğrayarak taşıma yapan uçaklar için kullanılan 'çartır' sözcüğü, işlev bakımından 'dolmuş'u andırmıyor mu?
Dildeki değişim, gelişimle ve insanın psikolojisinin dile yansıyışına değgin pek çok örnek verebiliriz.
Değindiklerimiz ve daha çoğunu sıralayabileceğimiz örnekler; dille, düşünüşün, asıl kaynağının, yaratıcısının halk olduğunu ve insanın diliyle psikolojisin bağdaşık, biribirini besler, yeder olduğunu kanıtlar.


 

 

 

 

 

 

27- SÖZCÜK SEÇİMİNDE ÖZEN *     

 


Anlatımın temel taşı sözcüktür. Sözcükler doğru sıralanarak tümce; tümceler bir düşünce ya da olay parçası çevresinde toparlanarak bölümce; bölümcelerin anlamsal, dilsel örgüsüyle anlatı oluşturulur. Salt sözcüklerin sıralanması yetmez söz mimarisine. Anlamsal, mantıksal bütünlük için, iletinize, bakış açınıza uygun sözcükleri titizlikle seçeceksiniz, gereksiz sözcüklerden kaçınacaksınız. Doğru, iyi ve güzel bir anlatı, ilkin sözcük seçimini, onların bir daha sökülemeyecek biçimde yerli yerine yerleştirilmesini gerektirir.

Komşunun karısı(nı) hastaneye
1. gitti.
2. götürdüler.
3. kaldırdı.
4. kaldırdılar.
5. kaldırıldı.

Bu tümcenin iletisi, en az, beş biçimde verilebilir, kaba taslak bir anlatımda. Ancak ayrıntılarla kurulan söz mimarisi dediğimiz anlatım, ileteceği incelik neyse, ona göre seçecektir, beş yüklemden (sözcükten) birisini:

* Kadın hastaneye kendisi gitmişse 1. yüklemi (ki bu durumda hastalık ağır değildir.),
* Kadın birileriyle ya da taşıtla başkalarıyla, birden çok kişiyle hastaneye gitmişse 2. yüklemi (ki bu durumda, kadının yanında birinin bulunmasına gerek olduğu anlaşılıyor.),
* Kadın tek kişice hastaneye götürülmüşse 3. yüklemi;
* Kadının hastalığı ağırsa, çok kişice (bilenen yakınları, komşuları) hastaneye götürülmüşse 4. yüklemi;
* Kadının hastalığı çok ağır, yakınları yok, adı sayılmayacak kadar çok ya da adı bilinmeyen kişilerce hastaneye götürüldüyse kadın, 5. yüklemi yeğler.

Yokuşun dibindeki ahşap eve taşındık.
Yokuşun dibindeki eve taşındık.

Sözcüğün, anlatıyı oluşturmadaki işlevini, görevini seçemeyen bir göz için, bu iki tümce, birbirinden pek farklı değildir. Öyle mi acaba?
* Birinci tümcedeki "ahşap" sözcüğü, sadece evi nitelemeye değil, onu ötekilerinden ayırt etmemize yarıyor. Dahası, o evin çevresinde, başka evlerin de bulunduğunu anlıyoruz.
* İkinci tümce, evin tek başına olduğunu düşündürüyor. Onu 'yokuşun dibi' belirtmesine göre, kolayca bulabiliriz.

İstiyorsanız, bir kez anlatayım.
İstiyorsanız, bir kez daha anlatayım.

* Birinci tümceden, istek olursa, 'anlatma' bir kerecik yapılacağını çıkarıyoruz.
* İkinci tümceye bakarsanız, anlatma eylemi önceden yapılmış, fakat iyi anlaşılıp anlaşılmadığı bilinmiyor, istenilirse 'anlatma' eylemi yinelenecek.


Bahçedeki kurumuş ağaçları kestik.
Bahçedeki ağaçları kestik.

* Aynı iletiyi veriliyormuş gibi görünüyor ilkten. Ama işin aslı öyle değil: Birinci tümcede seçme var: Bahçedeki ağaçların, sadece kurumuş olanları kesilmiş. İkincisi ise, bahçedeki bütün ağaçların kesildiğini bildiriyor.
Üç cümle çiftini birbirinden ayıran, anlam farkı yaratan, iletiyi değiştiren 'ahşap, daha, kurumuş' sözcükleridir. Yukarıda tümcelerdeki ahşap, daha, kurumuş sözcükleri, tümceleri, çiftinden ayırıyor. Gerekli sözcüğün seçilip yerine yerleştirilmesi, o cümlelerinin iletisini eksiklikten kurtarıyor ya da değiştiriyor.

"Demokrasi, temel insan hak ve özgürlüklerinin esas olduğu çoğunluk yönetimidir."

Bilimsel aşamanın en üst basamağına çıkmış, ünü kabul edilmiş ve yaygın, düşün çevrelerine sözü, yargıları etkili bir bilim adamımızın bu tümcesinde sözcük sıralaması bakımından, tümce kalıbı bakımından bir yanlışlık yok. Mantıksal eksikliği de bulunmadığı sanılıyor ilkin. Hele de 'temel insan hak ve özgürlüklerinin esas olduğu' önermesi, çağcıl bir anlayışı düşündürüyor. Ne var ki, çoğunluk yönetimi tamlamasındaki çoğunluk sözcüğü, yazının iletisini sakatlıyor. Sanatın, yazının inceliği ayrıntılarda yattığı gibi, demokrasinin erdemi, bir tek kişi de olsa, farklı düşünceleri hoşgörüyle karşılamak, onları baskı altına almamaktır. Hatta korumaktır. Çoğunluk yönetimidir dediniz mi, farklılıkları siler, çoğunluğu egemen kılarsınız: Bahçenizde bin bir çiçek yerine tek tür çiçeği yeğlemiş olursunuz, örneğin zakkumu. Değerli bilim adamının tümcesinin sonundaki sözcüklerin ikisinde değişiklik yaparsak, iletisi, amaçladığı biçimde yansımış olur: Çoğunluk yönetimidir değil, çoğulcu yönetimdir.

"Türkçe, öyle sanıyorum ki, hiçbir çağda bu kadar yetersiz kalmamıştır. Yazıp çizen, yaratıp düşünen zevat bile aynı sözcükten aynı şeyi anlamıyor. Türkçe bir anlaşma aracı olmaktan çıktı, hatta sözdizimindeki küçük bir kayma ya da farklı tonlama her şeyi alt üst etmeye yetiyor. Türkçenin bu kadar yetersiz kalışını ilkin yazıp çizenler görecek ve çözüm arayacak yerde ilk kurbanlarını onlar veriyorlar ya da ilk kurbanı onlar seçiyorlar."
Belli başlı yayınevlerinde yapıtları basılmış, ödüller almış bu yazar, sözüm ona Türkçenin özensiz kullanımından yakınıyor.

Ölü sözcük (Zevat) kullanmasını geçelim,
* Türkçenin, özünden saptırılmaya çalışıldığı dönemler olmuştur. Ama bugün, Türkçeye gerekli özeni göstermeyenler bulunsa da Türkçe bir olgunluk aşamasından ileriye doğru evrilmektedir. Bugünkü Türkçenin anlaşma aracı olmaktan çıktığını söylemek, Türkçenin durumunu bilmemektir.
* Yetersiz kalan Türkçe midir; onu bilinçsiz, özensiz kullananlar mı?
* 'Yaratıp düşünenler' niçin, bir metinden aynı anlamı çıkaramasın? Yaratabilmek, düşünebilmek, önce dil bilgi ve bilincinden geçer, mantığın üstüne oturur, irdelemeyi kullanır. 'Yaratamayanlar, düşünemeyenler' demek istemiştir herhalde.
* 'Söz dizimindeki küçük bir kayma ya da farklı tonlama' diyor. Sözdizimi, sözün dizim kurgulanmasıdır, anlatıma değgindir. 'Kayma' sözcüğünün biçimsel görünümün dışındaki zaman ve anlamla kullanımına ilişkin bir terimdir. 'Ton, tonlama' sözün seslendirilişine değgin. Sözdizimiyle ilgili olmayan 'kayma, ton' terimlerini, sözdizimine mal etmek, dil savunucusuna yakışır mı?
* Türkçe, anlaşma aracı olmaktan çok, düşünüş dizgesidir. Dili salt anlaşma aracı sayarsak, onu, uz kullanamayanların üstüne varamayız öyle. Değil mi ki, onlar da kendi aralarında bir düzeyde anlaşıyorlar.
* 'Anlam aracı olmaktan çıkan" Türkçenin kendisi midir? Öyle olsaydı, dili özensiz kullananları suçlayamazdınız pek. "Zaten dilin kendisi elverişli değil." derdiniz. Anadilini doğru, eksiksiz anlaşma, düşünüş yolu olmaktan çıkaranlar, onu kullanmada özensiz olanlardır.
* İlk tümcede çağ sözcüğünü, dönem yerine kullanmış olmalı: Çağ, daha kapsamlı bir kavramdır, dönemi içerir.
* 'Kurban' sözcüğüyle Türkçe anlatımı kıymayı amaçlamamış olmalı. Söz çalımı yapamaya çalışacağına, diyeceğini ana babasının diliyle söyleyemez miydi?
"Evren, boş bir arsayı teslim alarak, büyük olanaksızlıklara karşın kısa sürede, bütün birimleriyle yepyeni bir okul oluşturur. Ne var ki, Dicle Köy Enstitüsünün kuruluşunda, çevreye ve bürokrasiye karşı savaşımlar vermiş; destansı ve olağanüstü çabalar harcamıştır."
* 'Olanaksızlıklar' sözcüğündeki '-ler' takısı abartma ayırtısını içeriyor; buna bir de 'büyük' nitemi koşularak, anlatım olağanlığından uzaklaştırılmış.
* 'Arsa' üzerine bina yapılmak için ayrılmış yerdir. Halbuki köy enstitüleri derslik, yönetim, yemek ve yatakhane, işlik binaları, tarım alanlarıyla kendine özgü yerleşim, eğitim kurumlarıydı, geniş arazi üstüne kurulurdu. Yazar da bunu bilir ya…
* 'Ne var ki' deyince, önceki tümcedeki olumluluğun karşıtının, daha sonraki tümcede verileceği bekleniyor. Öyle bir durum yok.
* 'Destansı'da olağanüstü anlamı varken, 'olağanüstü'nün kullanılışı anlatımı abartının da ötesine götürüyor. İnanılırlığını zedeliyor.


Türkçe arılaşma, durulaşma, kendi düşünüş yolunu yakalamada hayli yetkinleşti. Anlatım boyutluluğu, ileriye doğru açılıyor, tam anlamıyla bilim dili oluyor artık. Anlatışta daha uzluğa varalım ki, düşünüşümüz daha da ivme kazansın, olanakları genişletilsin diye düşünüyorum. Bu yazıyla yazınerlerini, dilcileri, dilimizin işleniş ve işletilişine değgin inceleme ve tartışmalara çağırıyorum.

 


Ocak 2009

* Dergide iki bölüm halinde yayınlanmıştır.

 

 

28- SESLENDİRME VE NOKTALAMANIN ÖNEMİ



Ozanının biri, başka bir ozanın şiirini okuyordu. Sevgilinin gözlerini nitelemek için yazılmış 'süzülmüş bal gibi' dizesini 'süzüüülmüş, bal gibi' sesiyle dillendirdi. Süzülmüş sözcüğü, 'süzülme eylemine konu olmak, arıtılma, damıtılma' anlamından sıyrıldı; 'yazık, çok zayıflamış' anlamını yüklendi. Dizenin bütünlüğü, anlamı güme gitti. Öte yandan 'bal gibi' öbeğinin benzetme işlevi azaldı, öbek deyimleşti: 'Kuşkuya yer bırakmadan, adam akıllı' anlamına kaydı.

Nereden geliyor bu alışkanlık? Sanırım, ilkin Divan Edebiyatının aruzlu ağzından: Ateş yerine âteş denilmesi gibi. İkinci neden, şu okul manzumelerinden: Uzata uzata, özellikle uyaklar vurgulanarak okunur tören manzumeleri. Her dizenin sonunda tak tak vuracaksınız sesi. Uyakları, leylek takırtısına benzetmeseler, olur mu hiç? Politik ağzın etkisi yok mudur, böylesi seslendirmelerde? Bağırdıkça, bastırdıkça, sözcüğü uzatarak seslendirdikçe, anlamın da güçleneceğini sanırlar.

Böylesi seslendirme alışkanlığı gelip yapışmış okuryazarımızın, kimi ozanlarımızın diline. Onunla kıyıyorlar şiiri, anlamı. Bakın, aşağıdaki dörtlüğü, kendi sesinden uzaklaştırdığımızda ne olacak?

Kimi vakit, kimi adam öldürür (1)
Adam var, ikisini de beceremez (2)
Yaşar da ot gibi, bana mısın demez (3)
İçin için kinle, hasetle çürür. (4)

1. Vakit (zaman) sözcüğünü, 'Kimi vakit, umarsızlığa düştüğüm olur' tümcesindeki seslendirmeye göre,
2. Adam var sözcüklerini, 'Yetişin, içerde adam var' tümcesindeki sesle,
3. 'da'yı 'Yaşar da vardı bu işin içinde' tümcesindeki gibi,
4. İçin için sözcüklerini, buyruk verir sesle,
5. 'Kinle' sözcüklerini, bir tiyatro yapıtında ayraç içine alınmış, yani seslendirmenin nasıl yapılacağını imleyen anlamıyla okuyun; şiirden, dizeden bir şey kalır mı, sözcükler, şiirdeki anlamını koruyabilir mi?

Sözcüklerin anlamı, sözlüklerdeki açıklamaları kadar değildir; seslendirmeyle, noktalamayla sözün üstüne duygulanımların inceliği yüklenir. Seslendirme ve noktalama sözcüğün türünü ve anlamını değiştirir:
Birkaç örnek:

Buyurun, oturun. (İncelikli bir yer gösteriş.)
Buyurun, oturun!… (Kesin sesinizi yerinize oturun anlamında azarlama.)

Sen ha!… (Yine sen mi çıktın karşıma? Bunu yapan sen misin anlamlı azar.)
Sen ha? (Bu işi yapmaya gücün yeter mi anlamlı, biraz da hayretli soru.)

Güle güle. (İncelikli bir uğurlayış.)
Güle güle! (Defol, çabuk çık anlamında azar.)

Kötü müdür. (Müdür olan kişi, kötülükle nitelendiriliyor.)
Kötü müdür? (Herhangi bir şeyin kötü olup olmadığı öğrenilmek isteniyor.)

Toprak, damın üstüne yığıldı. (Toprağın damın üstüne tepe biçiminde birilerince yığıldığı bildiriliyor.)
Toprak damın üstüne yığıldı. (Birisinin kendisi tutamayarak toprak damın üstüne çöküşü bildiriliyor.)

Örnekler çoğaltılabilir. Okullarımızda harfler ezberletilir, incesi kalını, serti yumuşağı sorulur öğrenciye. Fakat hangi sesin, ses yollarının neresinden, niçin, ne amaçla çıkarılacağı, bunun anlam üzerindeki etkisi öğretilmez, uygulaması yapılmaz. Dangıl dungul konuşmanın, kendi kendine düzeleceği umulur. Dilimizin Söyleniş Sözlüğü yapılmamıştır. Duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakine yansıtmaya çalışırken, sesin önem taşıdığının ayırdında değiliz pek. Kaba taslak anlaşmayı yeterli sayıyoruz. Dilde amaç, ilkel bir anlaşma değildir: İç dünyamızı, birbirimize tam olarak yansıtarak toplumsallaşmanın, bütünleşmenin örgütlü, mantıklı dizgesidir dil.

Ulusallaşmanın odağı, biricik yolu anadilinin doğru kullanımıdır. O nedenle sözcüklerin sözlük anlamını aşarak, günlük anlaşmanın ötesini yoklayabilmek için, dilin seslendirilmesinin önemini ve noktalamanın işlevini bilmek zorundayız.

 


Aralık 2008

 

 

 

29-DİL SAVRUKLUĞUNUN NEDENLERİ

 


Bir dilin kirlenmemesi, yozlaşmaması için, onu sevmek, öğreniminden geçmek, bilincini kuşanmak, dilin kurallarını, kullanımını iyi bilmek, o dille yaratılmış yetkin ürünlerle sürekli beslenmek gerekir ilkin. Dil, sokağa bırakılamaz, orada kendine özgü sıcaklılıkları taşır, halk düşünüşünden küçük yaratılar edinir belki. Ama günlük, ilkel gereksinimleri karşılamadan ötedeki sınırlara uzanamaz, kültür dili olamaz, bilim, felsefenin kavramlarını karşılayamaz. Bir dil işlenerek geliştirilmiyorsa, edebiyatı yoksa, aşiret dili düzeyine gerileyebilir.

Devletin bir dil politikasını olmalıdır ilkin:

Osmanlı İmparatorluğu, yalnız siyasal/ekonomik nedenlerden yıkılmadı. Diliyle çağının bilimini, felsefesini yakalayamamıştı. Düşünüş üretmiyordu. Düşünüş üretemediği için duruktu. Çağına uyarlanamıyordu. Yabancı saldırısı olmasaydı da, ergeç yıkılmaya mahkumdu. Ta temelinden beri, onun yıkılışını hazırlayan; kendi ulusunun dilini, dolayısıyla düşünüş biçimini kullanmayıp yabancı düşüncelerin öksesine düşmektir.

Osmanlı, Türkçeyi, devletin dışına itelemişti: Devlet dili, herkesi, aynı kavramları kullanmaya zorlar. Devlet dili, akıllı bir politika güdüyorsa, kültür dili düzeyine ulaşır. Onunla ulusun duyuşunu, düşünüşü işleyen yazın yaratılabilir. Yazın yaygınlaştıkça, halk katına indikçe, o ulusun dili, toplumun her kesiminde, yazın/kültür kavramlarını, genelin kullanımına sunar, böylesi bir dili kavrayanlarla oluşur düşünüşte/anlayışta birlik. Onun üstünden yaratılır ulus, ulusal düşünüş.

Devlet, yalnız siyasal erk değildir. Genel yaşamı biçimler. Bunun için ekonomik gelişme, adaletli bölüşüm yanında, duyuş/düşünüşteki ortaklığı yaratmak, çağın kavramlarına, bilimine, anlayışına ulaşmak için örgün eğitim/öğretim kurumlarını işletir, halkının bütününü, örgün eğitimden geçirirken, onun dil/düşünüş düzeyini geliştirir, çağını kavrayabilir yurttaşlar yaratır.

Sağlıklı Türkçe için ana/temel kaynaklar oluşturabildik mi? Daha önceleri, öz dilimize dönme özlemleri varsa da, anadili bilincinin devreye girmesi, Kurtuluş Savaşının, ulusal bağımsızlığımızın sonucudur. Dil devrimi, öteki devrimlerin ön bağdaşığıdır. Eskinin ökselerinden kurtulamayanlar, öteki devrimlere açıktan saldıramadıkları için, en çok dildeki arılaştırma, durulaştırmayı siyasal yorum konusu yaptılar, ona karşı direnişi sürdüregeldiler. Öz Türkçeden yana olanlar, özellikle Atatürk'ün kurduğu TDK, Türkçenin kaynağını, gömüsünü gün yüzüne çıkarmaya, Türkçeyi Doğunun baskısından kurtarmaya, Batı etkisinden korumaya, anadilinin kurallarını yerleştirmeye çalışırken, Türkçenin söyleniş, köken, kullanım, yapım/üretim sözlükleri hazırlayarak ana/temel kaynakları kamuya indirmeye olanak bulamadı. Çünkü dilsel evrimin hep önü kesildi, çoğu zaman, bu tıkama devlet desteğini de arkasına alabildi. Dil konusu, siyasal bir sürtüşme gibi, gündemde tutuldu. Dil, TDK'nin bulabildikleri, önerdiklerine göre işlendi, ama daha ilerisinin gösterecek olan temel kaynaklar yaratılamadığı için, Cumhuriyetin açılımdan öte gidemedi. Özünün gerektirdiği boyutlara ulaşma olanağından yoksun bırakıldı.

Devlet Katındaki Tutum:

Atatürk döneminin dil politikasıyla, TDK'nin üretimleri, yazın adamlarımızın çabasıyla, Osmanlının duruk dilinden sıyrılmış, bizi söyleyen dili / yazını kullanıyorduk. Bilim kavramlarını karşılamada hayli yol almıştık. Yazın ürünlerimiz dış dünyaya ulaşabiliyor, dış dünyada bilim adamlarımızın adı geçer olmuştu. Cumhuriyetin temel felsefesini kavrayamamış siyasal iktidarlar, çağdışı anlayışlara ödün vererek oy toplama hastalığına kapıldı. Dil, siyasal kimlik ölçütü sayıldı. Arılaşan, durulaşan Türkçeye soğuk bakıldı. Dilin işlenme / kavratılma yeri öğretim kurumları, öğretim izlenceleri, politik eğilimlerin yedeğine alındı. Çağdaş yazın dışlandı.

Atatürk'ün kurduğu TDK, 12 Eylül Karabasanınca devlet dairesine dönüştürüldü. Dilimizi ulaştığı aşamadan geriye sürüklemek, devlet politikası oldu.

Anadili Öğretimi Sağlıklı mı?

Atatürk devrimlerinden geriye dönüşle birlikte anadili öğretiminde de savsaklama başladı. Örnekse Türkçe derslerinden bütünlemeye kalmak yoktu, bundan borçlu olarak bir üst sınıfa atlanamazdı. Kimi zaman dilbilgisi dersi okutulmadı.. Okutulduğundaysa, kuralların ezberletilmesi, sözcük türlerinin tanımlanması olarak uygulandı. Metinlere dayandırılarak kullanımı içinde anlamanın, anlatmanın yollarını gösteren bir kılavuz, düşünüş eğitimine hazırlayan bir etkinlik biçiminde uygulanmadı. Beynin / düşüncenin ifadesi, duygu / izlenim, görüşlerin dile dökülmesi olan kompozisyon, önemini yitirdi. Yasak savmaya yarayan ödev konumuna itildi. Üniversite giriş sınavlarında kompozisyon ölçüt alınıyor mu örnekse? "Ya bunda, ya şunda, helvacı kızının başında" örneği testlerle üniversiteye giriliyor, kamu yaşamını düzenleyecek kişi diploması alınıyor. Ders kitaplarına giren yetkin anlatılar ayıklandı. Dilde, düşüncede geri metinler yeğlendi. Anadilini yaşamsal boyutuyla destekleyebilecek serbest okuma kitapları (roman, öykü, deneme, şiir vb.) okullara giremez oldu, yazınımızın çağdaş anlayışlı yapıtlarını okuyan öğrenciler cezalandırıldı. Böylesi kitaplar suç nesnesi sayıldı.

Hiçbir öğretim kademesinde, anadilinin bir düşünüş eğitimi olduğu, dil mantığından genel mantığa ulaşılacağı, anlayış ve kavrayışın anadiliyle kazandırılacağı, bütün bilimleri kavrayış ve özümsemede, anadilinin, onun işleyiş ve düşünüş dizgesinin temel olduğu anlaşılmamış, buna göre eğitim öğretim uygulanmamıştır.

Melih Cevdet'in anlattığına göre, Fransa'da üniversite üstü öğrenim görenlerden, ikinci bir dil seçmeleri istendiğinde, bizimkiler, kolaylık olsun diye Türkçeyi yeğlemişler. Ama Jean Deny'in sınavına girince yedi kişiden altısı başarısız olmuş. Türkiye'de üniversite bitireceksiniz, sınavla yabancı bir ülkeye gideceksiniz, orada anadilinizden başarısız olacaksınız. Anadili öğretimimizin çarpıklığını gösteren çarpıcı bir örnek değil mi bu?

Anadili öğretmeni açığımız var mıydı?

Ortaöğretim izlencelerindeki "Her öğretmen anadili öğretmenidir" ilkesi, tamı tamına yaşama geçirilememiştir. Öğretmenin, anadilini çok iyi bilmeden, bilgi ve becerileri, öğrencisine aktaramayacağı gerçeği de kavranmamıştır. Cumhuriyet, öğretmenliği meslek olarak kabul etmişti. Öğretmen olacak kişinin seçimi, ortaokuldan başlardı. Öğretmen yetiştirecek ayrı öğretim kurumları vardı. Şimdi öğretmenlik yapmak için, her türlü diploma yetiyor. Birinin ineğine yanlış iğne yaparak ölümüne neden olan veteriner cezalandırılır da, gerekli donanımları almamış kişiler, öğrencilerin beynini çarptırır, ona bakan yok. Üniversitelerimizdeki öğrencilerin Robinson Cruseo'yu devlet başkanı sandıkları saptanmıştır günümüzde. Üniversitenin hangi dalından çıkışlı olursanız olun, bütün öğretim kurumlarında öğretmenlik yapabiliyorsunuz. Güzel mi?…

Bakanlık müfettişliğimde, her bölgedeki ortaöğretim kurumlardan pek çoğunu gördüm. Anadili derslerini herkes okutabiliyordu. Batıda 20 öğrenciye bir anadili öğretmeni düşerken, koca kentlerde anadili öğretmenleri, kendi dallarının dışında çalıştırılırken, Doğuda bir ilde yalnız üç anadili öğretmeni vardı.
Anadili öğretimi ve bilincinin, ulusal varlığımızın tutkalı olduğu kavranmış değil.

Eskiden kopamayanların ket vurması:

Eski alışkanlıklarını bırakamayanlar, Osmanlı özleminden kurtulamayanlar, Arap'tan Fars'tan gelmiş sözcük ve kuralların ayıklanmasını, kökten kopma saymış, hep arı dilin karşısında olmuşlardır. Mebde, kaynak vb. sözcükleri yan yana kullanmayı, kültür varsıllığı sanıyorlar. Zaman zaman resmi kurumları egemenliklerine alıp öğretim izlencelerini, kendi anlayışlarına göre düzenlemeyi becermişler, çağdaş dili yazını okul kitaplarının dışına sürmüşlerdir. Dille düşüncenin iç içeliğini, çağını doldurmuş imparatorluk dilinin, çağdaş bir topluma yetmeyeceğini, duruk dille durağan kafalar yaratılacağını kavrayamadılar hâlâ. Şimdilerdeyse, Türk dünyasının bütünleşmesi için, Türki devletlerle Osmanlıca buluşacağımız hevesine kapıldılar.
Daha kötüsü, kendisini çağdaş, ilerici sayan kimi yazarlarımız, onların yeğlediği ölü sözcüklerle anlatımlarına imge kattıklarını, anlatılarına boyut kazandırdıklarını sanıyor.

Batı hayranlığının etkisi:

Batının demokrasi, laiklik, özgürlük kavramlarını yüreklilikle savunamayan, fakat Batıdan apardığı birkaç sözcükle Batılı olabileceğini sananlar, "mega" benzeri sözcüklere takılmış gidiyorlar. Türkçenin kurallarını bozmak, yabancı ağzına özenmek, onlar için uygarlığın göstergesi. Dil, yalnız tecimin aracı sanılıyor. Batı hayranlığının çarpık örneklerini sayıp dökmeye gerek yok. Televizyonlarınızı açın, gazetelerinize bakın, çarşıda gezin işyeri adlarını okumaya çalışın. Dilden, dolayısıyla ulusal düşünüş ve kimlikten ne kadar ödün verdiğimizi / yozuttuğumuzu görürsünüz.

Basının tutumu:

Ortalama dil kullanması gereken basın, Türkçe'yi aştı (!), yabancı sözcüklerle veriyor iletisini: Top secret, tv.guide, puzl'larını okutuyor bize. Türkçe garabeti de elden bırakmıyor: "…..nın ölüm yıldönümü şenliklerini kutladık." Parası bizden, dili elden, ne güzel (!) gazetelerimiz var bizim; cinayet haberleriyle kanlanmış, pornoyla boyanmış.
O gazetelerde, Türkçeyi savunuyor görüntüsünde, Osmanlıcayı diriltmeye çalışan dil yetkeleri (!) var, bir de.


Televizyonlar, radyolar:

Önceleri, dil yanlışlarını yakalamak için TRT'yi izlerdim. Özel televizyonlar, radyolar, TRT'yi aratır oldu. Hele o çiğ sesli, yayvan ağızlı sunucular, dil kıyımcısı sanki. Beynim törpüleniyor. Reklam Türkçesi evlere şenlik. RTÜK, kiminde kapatma cezaları veriyor da, dil konusunda sesi çıkmıyor. Aynı dilde, aynı düşünüşte mi yoksa? Bir kamu kuruluşu olduğuna göre, kamunun dilinin, düşüncesinin parçalanmasına neden ses çıkarmaz, anlayamıyorum.

Kimi yazarların densizliği:

Dile özeni umursamadıkları gibi, yazım kurallarını kullanmaya üşeniyorlar. Arıtmadan, ayıklamadan yazıyorlar. Adam MEB'de Türkçe müfettişliği yapıyor, bir yandan da eleştirmenliğe soyunmuş. Büyük harfi, noktalamayı, bölümce başını ayrıntı sayıyor. İlginç olacak güya. Dilin mantığını bozmak, onlara göre hiç önemli değil. Değişik bir mantık, söylem yaratabilseler bari… Ölü sözcüklere sarılanları geçelim de yüzeysel öz Türkçe özentilileri var bir de: söylem, artı, olanak, olasılık vb. sözcükleri, yerli yersiz kullanıyorlar. Dilin oluşumunda, yaygınlaşıp yerleşmesinde, gelişmesinde yazarın işlevi olduğunu kavrayamamışlar, halka yanlış örneklik etmekten çekinmiyorlar.

Dil emekçilerine önem veriliyor mu?

Bir edebiyatçı örgütünde Ömer Asım Aksoy'a onur ödülü verilip verilmemesinin, uzun uzun tartışıldığını acı acı anımsarım. Bir ozanın adına dil ödülü kondu da, yarışmaya katılan çıkmadı. Başkaları, bırakın dilin gelişmesine emek verenleri, dilini iyi kullanan sunuculara diplomatik pasaport veriyor, onların dünyayı dolaşmasına olanak yaratıyor.

 


Eylül 2008

 

 

 

30- DİLİMİZDE EDİM VE EDİCİNİN ÖZELLİKLERİ 


Sözüne bak, insanını tanı: Kişinin iç dünyası sözlerine yansır. Dilinden hangi davranışlarda bulunacağını, ediminin ne olacağını çıkabilirsiniz.

Hayat anlama ve anlatmadır. Anlayabilmek, anlatabilmek için bilgi sahibi olmak gerek. Bilgi yük olsun diye öğrenilmez. Sorunlarımızı çözmenin, yaşamamızı kolaylaştırmanın aracıdır: Tıpkı makas, tornavida, keser, testere, makine gibi. Bilgiyi sadece somut zorlukların çözümünde kullanmayız. Kafa jimnastiği yapmakta da işimize yarar: Bilgiden yeni bilgi üreterek, yeni düşüncelere çıkarım kapıları açarız. Böylesi, soyut bilgi üretimiyle de düşünüşümüzü geliştirir, üst aşamalara ulaşırız.

Bilgi edinmek, başkasına aktarmak için, düşünüşün, dolayısıyla anlama ve anlatmanın dizgesi olan dili bilmek; onu doğru, iyi, güzel kullanmak gerek. Dil, düşüncenin anahtarı, mantıksal kurgusu ve aracıdır.

Ne ki varsa yeryüzünde, uygarlık, bilim, teknoloji, somut-soyut sanat ürünleri, onları yaratan insandır. İnsan edimcidir: Bilincine vardıklarını davranışına aktarır, ona göre iş yapar, bir şeyleri gerçekleştirir.

Dünyada hiçbir şey kendiliğinden olmaz: Mutlaka bir nedenin sonucudur oluşumlar. Edimlerin öznesi insan, bilinci, sezgisi, düş gücü, dış dünyaya tepkileriyle karşı durur, değiştirir, yaratıcılıkta bulunur. Dünyayı değiştirme etkinliğinde bulanan insanı (özneyi), kendisini ifadede kullandığı dildeki EDİMİ ve EDİCİliği bakamından inceleyeceğiz bu bölümde. EDİCİ sözcüğünü ÖZNE, yani insan; yapan, yaratan, gerçekleştiren; EDİM sözcüğünü, yapma, gerçekleştirme, yargı belirtme EYLEM (fiil) anlamıyla kullanacağız.

EDİCİliğinin, EDİMinin ne olduğunu kavrayabilen insan; olguları, durumları, onları yaratan işlevsel, görevsel yönüyle değerlendirme bilincini kazanır: İşlevliliğin getirisini, işlevsizliğin götürüsünü sorgular: Kimlerin işlevsizliklerine karşın, emeğinden çok getiriye sahip olduğunun farkına varır. Kendisiyle birlikte, karşısındakileri, çevresini sorgulamaya alır, davranışını ona göre ayarlar. İnisiyatifini kullanabilen birey niteliğine ulaşır. İçinde bulunduğu toplumsal düzenin, dünyanın dengeli, dizgeliliği çabasına koşulur.

Özne (insan): *Yapıcı, *Yaratıcı, * Gerçekleştirici, *Değiştirici, *Dönüştürücü, *Üreticidir. *Kendisi yapar, başkasına yaptırır. *Yaptırırken aracı, baskı, zor da kullanabilir:

* Ahmet ekmek aldı. (İşi kendisi yapıyor.)
*   "            "    al-dır-dı. (İşi başkasına yaptırıyor.)
*   "            "    al-dır-t-tı (Aracı ve baskı kullandığı seziliyor.)
*   "            "    al-dır-t-tır-dı (Kendisinin hiç ilgisi yok, zor kullanmış olması bile söz konusu olabiliyor.)

Öznenin bu niteliklerini, edimine nasıl yansıttığını, dilimizin kullanımı içinde incelemeye çalışalım:

I- Özel Bileşik Eylemlemlerin Özneleri:

1

1) a
* Can, bu kitabı üç günde bitirebilir.
* Deniz, bu masayı kaldırabilir.
* Çağla'nın yaşı küçük ama okuyup yazabiliyor.
Bu cümlelerde:
* Gücün yetmesi, *Becerebilme,
* Yeterlik, *Başarabilme, *edimde yeterlik anlamı vardır. Bu türdeki özne "başarabilen özne"dir.

1) b
* Çocuk, bu kitabı üç günde bitiremez.
* O adam, işi yapamaz.
* Sanmam, bunun üstesinden gelemez.
Bu cümlelerde:
* Gücün yetersizliği, *Yetenek eksikliği, *Beceriksizlik, başarısızlık, edimde yetersizlik anlamı vardır. Bu türdeki özneler "başaramayan özne"dir.

ANIMSATMA:
*Çocuk, bu yükü taşıyamaz. (Buradaki öznenin işi yapmaya ya gücü yetmiyordur ya yeteneği eksiktir ya da işi başarmanın önünde engeller vardır.
* Çocuk bu yükü taşımaz. (Buradaki öznenin işi yapabilme gücü, yeteneği vardır. Fakat işi, kendi iradesiyle isteyerek yapmıyordur.)

2

2) a
* Üç günlük işi, iki saatte bitiriverdi.
* Köşeden karşıma çıkıverdi.
* Şu dilekçemi yazıversen.
* Bana biraz yardım ediver.
* Gecenin bir yarısında çıkageldi.
Bu cümlelerde:
*Dileyiş, *İvedilik, *Tezlik, *Birdenbire, *Ansızın, edimde hemen oluverme, tezlik anlamı vardır. Bu türdeki öznelere "ivecen özne"dir.

2) b
* Bir akşam uyudu, uyanmayıverdi
* Ustanın aksiliği tuttu, işimizi yapmayıverdi.
* Her zaman bizimle olurken, bir günden sonra gelmeyiverdi.
Bu cümlelerde: *Beklenmezlik, *Yadsıma, *Beklenenin gerçekleşmeyiş anlamları vardır. Bu türdeki özneler "beklenmeyen edimdeki özne"ler diye adlandırılabilir.

2) c
* Nihayet bir gün kapıyı açmayıverdi.
* Güvenirdik ona, dar zamanımızda işe gelmeyiverdi.
Bu cümlelerin eylemleri, tezlik eyleminin olumsuzudur.
Bunlarda; *olması beklenenin olmadığı, *alışılmışın dışına çıkıldığı anlama vardır. Bunların öznelerine " bekleneni gerçekleştirmeyen özne" denilebilir.

2) d
* Vur kafasına vur, vuruver.
* Ört üstünü, örtüver.
Cümlelerinde; *tezlik anlamıyla birlikte, *isteklendirme, *özendirme anlamı da vardır. Bunların öznelerine "ivediliğe özendirilen özne" denilebilir.

3.
3) a
* Sen başka ufuklarda yükseledurdun
* Ben, kendi harabemde çırpınadurdum. (Mehmet Âkif)
* Bu garip başım sevdayı çekegeldi, çekegider. (Yunus Emre)
* Bakakalırım giden geminin arkasından. (Orhan Veli)
Bu cümlelerde: *Edimin sürüp gittiği, *Kesilmediği, *Aralıksızlığı, *Edimi gerçekleştirmede ısrar anlamları vardır. Bunların öznelerine "edimini sürdüren özne" denilebilir.

3) b
* Uyuyakalmamış, arkamızdan yetişti.
* Koşup durmasın.
* Adamı alıkoymayınız.
Bu cümlelerde; edimde gecikeceği sanılırken, *edimde gecikmeme anlamı vardır. Bunların öznelerine "edimini sektirmeyen (geciktirmeyen) özne" denilebilir.

3) c
* Yağmur devam edip duruyor.
* Aynı sözü söyleyip duruyor.
* Çocuk, anasının eteğini çekiştirip duruyor.
* Sözüm de sözüm, başka bir şey dediği yok.
Buradaki eylemler biçimce sürerlik eylemi değildir, ama bunlarda anlamca sürerlik vardır. Bu tip anlatımlarda: *yineleme, *Edimi sürdürme, *Aralıksızlık, *Israrlılık anlamları var. Bunların öznelerine "edimi aralıksız özne" denilebilir.

3) d
* Artık bu sözleri söyleyip durma.
* Kıyısından çekiştirip durma şunun.
* Ateşe düşmüş gibi bağırıp durma.
Bu cümlelerde de biçimce sürerlik eylemi yok, ama anlamca sürerlik var. Sürerlikle birlikte: *Uyarma, *Edimi bırak (kes), *Vazgeç anlamları var. Bunların öznelerine "uyarılan özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
1. Çoğu zaman, bu yapıdaki anlatımlarda, birinci uyarı cümlesinden sonra, ikinci açıklama / hatırlatma cümlesi gelir: Şu sözleri yineleyip durma, tepemi attıracaksın.
Anlamca sürerlik eyleminin olumsuzunda:
- Edimi durdurma isteği,
- Eylemin, oluşumun kesilmesini dilemek.
- Yakınma, sızlanma anlamları sezilir: Bakılmasın. Süregitmesin. Olagelmesin. Bu kırgınlık devam etmesin. Böylesi cümlelerin öznelerine "ediminden yakınılan, uyandırılan özne" denilebilir
2. Adeyleme "-de" eki getirilip üstüne "-dir" koşulunca içinde bulunulan zaman (şimdiki zaman) anlamı ve aynı zamanda edimin sürüp gitmesi anlamı doğar: Yoldan arabalar geçmektedir. (Şu anda ve sürekli) Sular akmaktadır. (Süreklilik)
3. Adeyleme "-de " eki, onun üstüne kişi eki koşulduğunda süreklilik anlamı doğar. Bu tür kullanımlar, aynı zamanda şimdiki zaman (-iyor) anlamı taşır: Bir ayna istemekteyim. (Şimdiki zaman anlamlı, altında sürerlilik gizli.)

4.
4) a
* Korkudan bayılayazdım.
* Buzda düşeyazdım.
* Heyecandan öleyazdım.
Böyle cümlelerde: *Edimi geçekleştirilmesine yaklaşma, *Edimde bitmemişlik, *Neredeyse olacaktı, *Edimin bitirilmesine erişilmekte olduğu anlamları vardır. Bunların öznelerine "edimine yaklaşan özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
* Süt taşayazdı (Süt neredeyse / az kalsın taşıyordu.)
Bu tip eylemler, belirtecini içinde saklar=gizli belirteç.

4) b
* Arabanın altında kalacaktı.
* Attan düşüyordu.
* Konularımız bitecek gibi.
Böylesi cümlelerde: *Neredeyse oluyordu, *Sonuca yaklaşır gibi olma anlamı vardır. (Bunları, biçimce değil de, anlamca yaklaşma eylemleri sayabiliriz.) Bunların öznelerine "edimini sonuçlandırmaya yaklaşan özne" diyebiliriz.

5.
* Adamın acayip davranışı karşısında gülesim geldi.
* O anda yere kapanıp toprağı öpesim geldi.
* Deniz öyle berraktı ki, lıkır lıkır içesim geldi.
* Anacığımı göreceğim geldi.
* Ata binesim geldi / Köye gidesim geldi (Halk türküsü)
Bunlara benzer kullanımlarda: *Edimin henüz gerçekleşmediği, *Edime isteklenildiği anlamı vardır. Bunların öznelerine "isteklenen özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
* Bir ev alacak oldular. (Davranış var, sonuç yok.)
* Adamın hastalanacağı tuttu. (Beklenmezlik)
* Bu sıralar işler kötü gider oldu. (Süreklilik gösteremeye başlama)
* Şimdi beni tanımazdan geliyor. (Yapaylık,yadsıma)
* Bu yaz Trabzon'u görmüş olduk. (Bitirme, sonuca ulaşma)
Bunların özneleri ayrı ayrı (Davranıcı, beklenmez edimdeki, süreklilikteki, yapay davranışlı, edinimini bitirmiş özne vb.) adlandırılabilir.

II- EYLEM ÇATISI BAKIMINDAN ÖZNELER:
Çıplak eylemler "-(i)n, -(ı)l, -(i)ş, -(i)r, -tir, -t" çatı eklerini alırsa anlamları ve öznelerinin niteliği değişir.
1.
* Aydın Malatya'ya gitti.
* 1963'te Amasya'dan gelmiştik.
* Yasemin çantasını buldu.
* Metin Nazilli'den geldi.
Buradaki eylemler çatı eki almamıştır, etkendir. Bu cümlelerde: *Öznelerin bulunduğunu, *Öznelerin eylemi (kendisinin) gerçekleştirdiğini, *Kimilerinin nesne aldığını, kimilerinin almadığını görüyoruz. Böylesi cümlelerin öznelerine "yapıcı özne" özne denilebilir.

ANIMSATMA:
Ettirgen, geçişsiz, dönüşlü, işteş, oldurgan eylem de etkendir (yapıcıdır). Onların öznelerinde de yapıcılık vardır. Ancak öteki yönleri ağır bastığı için, öznelerine değişik adlar verilmiştir.

2.
* Biraz bekledikten sonra yol açıldı.
* Öğretmenim, cam kırıldı.
* Gecekondu bölgelerinin sorunları çözülecek.
* Ev, baştan başa temizlendi.
* İşin sonuna gelindi.

Bu cümlelerde *Eylemlerin "-(i)n, -(i)l" çatı eki aldığını, *Özneden bir şeyi etkilenmediğini, yani cümlede nesne bulunmadığını, *Doğrudan özne kullanılmadığını görüyoruz.
Kaynaklar buradaki görünümsel öznesizliği "sözde özne" terimiyle kapatmaya çalışıyor. Edimi gerçekleştirmeyen öğeleri özne sayıyor: yol; cam; gecekondu bölgelerinin sorunları, ev.
İster yazgıcı, ister diyalektik düşünülsün, her oluşun bir yapıcısı vardır. O halde öznesizlik, söz konusu olamaz. "Gecekondu bölgelerinin sorunu çözülecektir" diyen kişi, "Ben çözeceğim." demekten sakındığı için, öyle söylemiştir.
Bu tip cümlelerde: *Özne/yapıcı ya bilinmiyordur, *Ya saklanıyordur. *Ya da özne açık açık yükümlülüğe girmekten kaçınıyordur.
Böylesi cümlelerin öznelerine "savsaklayan özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
"-il, -in" çatı ekleri,edilgen eylemde öznesizliğe neden olur; dönüşlü eylemde, edimi, öznenin üstünü döndürür.


3.
* Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
* Gürültüyü duyan halk,sokağa koşuştu.
* Kucaklaşıp ağlaştılar.
* Dost olan sevişir, düşman olan dövüşür.
Bu cümlelerde: *eylemler, "-iş" çatı ekiyle işteşe, dönüştürülmüştür. *Özne eylemin gerçekleştiricisidir. *Edimde öznelerin payı eşittir. *Edimin gerçekleştirilmesinde iş ortaklığı (imece) vardır. *Alttan alta "biribirini etkileme" anlamı vardır.
Bu tür cümlelerinin öznelerine "imeceli özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
- "iş" ekini almış yelmelerin hepsi işteşlik (edim ortaklığı) yaratmaz: Fırtına yat-ış-tı. Hırsız sav-uş-tu.
- İşteş eylemli cümlelerde genellikle nesne bulunmaz, ama böylesi cümlelere nesne koşulduğu görülür: Bakanlar Kurulu, güvenlik sorununu görüştü.
- İşteşlik çatı eki (-iş) almadan ,anlamca işteşlik olabilir: Baba oğul birbirlerini çok sevmişler.


4.
* Yasemin tarandı, süslendi.
* Can, hemen yana çekildi.
* Deniz, biraz önce yıkandı.
* Kız boylandı boslandı, gelişti.
Eylemleri "-il, -in, -iş" çatı ekini almış bu cümlelerde:
- Edimi öznenin gerçekleştirdiğini,
- Edimin öznenin üstüne döndüğünü,
- Öznenin ediminden etkilendiğini,
- Öznenin bir tür nesnemsi niteliğe kaydığını
- Alttan alta "kendi kendini" anlamının sezildiğini görüyoruz.
Bu tür cümlelerin öznelerine "ediminden etkilenen özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
- Dönüşlü eylem çatı eki bakımından edilgen eyleme benzer:
* Çamaşır yıka-n-ıyor. (Öznesi yok, edilgen eylem)
* Can yıka-n-ıyor. (Öznesi var, dönüşlü eylem.)

- Dönüşlü eylemli cümlelerde genellikle nesne bulunmaz. Fakat bu tür eylemlerle nesneli cümleler kurulabilir:
* Can soyundu. (Eylem dönüşlü, nesne yok.)
* Can elbisesini soyundu. (Eylem dönüşlü, nesne var:elbisesini.)

Yaşlanmak, dalgalanmak, evlenmek gibi adlardan türetilmiş eylemlerde, kullanılışa göre dönüşlülük düşünülebilir.
- "len-mak; -leş-mek; -in-mek" eklerle ad soylu sözcüklerden türetilmiş eylemlerin yarattığı anlamlar değişiktir:
* Türkiye Batılılaştı.
* Gökyüzü mavileşti.
* Türkler Anadolu'ya yerleşti.
* Ağaç iyice kalınlaştı.
* Kapılar boyandı.
* Hava güzelleşti.
* Her yer temizlendi.
Bu örneklerde: *Kökteki duruma dönüşmek, *Köktekine benzemek, *Köktekini benimsemek, kabullenmek gibi anlamlar seziliyor.

5.
* Gençlik çağını çoktan aştı.
* Danimarka'yı iki kez gördüm.
* Çağla ile bu konuyu görüştük.
* Pencerenin camını kırdı.
Bu cümlelerde:
- Edici (özne) var.
- Eylemden etkilenen (nesne) var.
- Eylemle birlikte sorduğumuz "neyi, kimi" sorularına yanıt alabiliyoruz: Gençlik çağını, Danimarka'yı, bu konuyu, pencerenin camını.
Bu tür cümlelerin öznelerine "etkileyici özne" diyebiliriz.

6.
* Uzun yıllar geçti.
* Ne çok bekledik.
* Bütün gün gezdiler.
* Gözlerim kamaşıyor.
Bu cümlelerde:
*Edimin edicisi (özne) var. *Eylemle birlikte sorduğumuz "neyi, kimi" sorularına yanıt alınamıyor. Yani cümlelerde nesne yok. *Edimden etkilenen, zarar gören yok. *Eylemler çatı eki almamış.
Bu tür cümlelerin öznelerine "etkisiz özne" denilebilir.


7.
* Çocuk uyudu. Özne (çocuk) edimi kendisi gerçekleştiriyor. Eylem çatı eki almamış, ediminden etkilenen (nesne) yok. Eylem geçişsiz..
* Anne çocuğu uyu-t-tu. Geçişsiz eylem (uyudu), "-t" ekiyle 1. kerte oldurgan yapılmış:uyu-t-tu Önceki cümlede edimi çocuk kendisini yaparken, burada edimi ona başkası (anne) yaptırıyor. Bu tür cümlelerin öznelerine "yaptırıcı özne" denilebilir.
* Çocuğu uyu-t-tur-t-tu. Edimi anne de yapmıyor, başkasına yaptırıyor, bir yandan da başkası (diyelim ki, yardımcısı) üzerinde baskı kurduğu seziliyor. Böylesi cümlelerin öznelerine "baskıcı özne" denilebilir.

ANIMSATMA:
Geçişsizken geçişliye dönüştürülen eylemlere "oldurgan eylem" denir.


8.
* Çocuk sütü içti. (Özne (çocuk) edimi kendisi yapıyor. Cümlede nesne (sütü) var. Eylem geçişli *Kadın çocuğa sütü iç-ir-di. (Önceki cümledeki edimi özne (çocuk) kendisi yaparken, burada iş (içmek) başkasınca (kadın) yaptırılıyor. Eylem 1.kerte ettirgendir. Bu tip cümlelerin öznesine "yaptırıcı özne" denileceğini, önceden belirtmiştik.
* Çocuğa sütü iç-ir-tir-t-ti. (Özne, işi kendisi yapmadığı gibi başkasına yaptırıyor, onun zor kullandığı da seziliyor. Bu tip cümlelerin öznelerine "zorlayıcı özne" denilebilir.


III - EYLEMSİYLE EYLEMDEN OLUŞAN YAPILARDA

ÖZNE:
1.
* Bu sıralarda bize sık gelir oldu.
* O konudan söz etmez oldu.
* Bugünlerde bize yazmaz oldu.
* Artık buralara uğramaz oldu.
Bu örneklerde:
-3.tekil kişili biçimin üstüne, "ol-" yardımcı eylemi getirilerek, çift yapılı ve başlama anlamlı yüklemler kullanıldığını,
-Köktekini yapamaya başlama,
-Gizli olarak eskiden yaparken şimdi yapmamaya başlamak,
-Edimini terketmek,
-Alttan alta yakınma, niçin diye sormak,
-Hoş karşılamamak,
-Nedenini merak etmek gibi anlamları yakalıyoruz. (Örnek cümlelerdeki eylemlere "başlama eylemi" denir.) Böylesi cümlelerin öznelerine "edimini bırakmaya başlayan özne" denilebilir.

2.
* Gidecek olduk.
* Bakacak oldu.
* Bağıracak oldu.
Bu örneklerde:
- 3.tekil kişili eylemlerin üstüne "ol-" yardımcı eylem koşularak, birinci eylemdeki edimi gerçekleştirme niyeti taşımak,
- "-ecek gibi olmak" .
- Oluş gerçekleşmemiş, onu yapmaya davranmak anlamı var. (Bu tip eylemlere "davranma eylemi" denir.) Bunların öznelerine "davranıcı özne" demek uygun olur.

3.
* Geliyor olmalı.
* Uyuyor olmalı.
* Bunları biliyor olmalı.
Bu örneklerde:
- 3.tekil kişili eylemlerin üstüne "ol-"yardımcı eylemi koşularak "olasılık eylemi" kurulmuştur.
- Edimin gerçekleşeceğini "sanma", "umma" anlamı doğmuştur. Böylesi cümlelerin öznelerine "umdurucu özne" denilebilir.

4.
* O sözleri işittikten sonra ağlamalı olmuştur.
Bu cümlede:
- Gerekli kipindeki eylemden sonra "-ol-" yardımcı eylemi koşularak "sanmalı eylem" kurulmuştur.
- Gerçekleşeceğini sanmak,
- Edimin esas eylemdeki duruma geleceğini varsayma anlamı doğmuştur. Bu tip cümlelerin öznelerine " sanmalı özne" denilebilir.

5.
* Ağlayacağı tuttu.
* Susacağı tuttu.
* Güleceği tuttu.
* Konuşmayacağı tuttu.
Bu cümlelerde:
- Eylem tabanına "ecek-eki " koşulduktan sonra üstüne "tut-" eylemi eklenerek "beklenmezlik eylemi" kurulmuştur.
- Kökteki edimin gerçekleştirilmesi alışılmış bir tutum iken, umulmadık biçimde yerine getirilmediği, umulmayan durumla karşılaşılması,
- Beklenmeyen bir tavırla karşılaşmak anlamı vardır. Bu tip cümlelerin öznelerine "beklenmeyen tavra yönelen özne" denilebilir.

6.
* Anlamamış göründü.
* Duymamışlıktan geldi.
* İşitmemişliğe vurdu.
* Görmezlikten geldi.
Bu cümlelerde:
- Olumsuz yapılı eylem tabanına "-miş, -miş-lik-ten, -miş-lik-e, -mez-lik ekleri koşulduktan sonra, üstüne "vur-, gel-, gör-" eylemleri eklenerek "yapmacıklı eylem" kurulmuştur.
- Edim gerçekleştiği halde olmamış sayma,
- Yapmacıklı davranış anlamı vardır. Bunların öznelerine "yapmacıklı özne" denilebilir.
Yukarıdan beri yaptığımız çalışmayı tümüyle sonuçsal bir değerlendirmeye aldığımızda; EDİCİ (özne) ile EDİM (eylemin / yüklemi)in birlikte kullanılışından, insana ilişkin: *Gücü yetmek - yetememek, *Tezden yapıvermek - ivecenlik, *Başarabilmek - başaramamak, *Edimi sürdürmek - sürdürmemek *Bekleneni gerçekleştirmek - gerçekleştirmemek *Uyarılmak, *Edimine yaklaşmak, *Yapıcılık- savsaklayıcılık, *İmeceli, ortaklaşa iş becermek, *Ediminden etkilenmek, *Ektililik- etkisizlik * Yapıcılık, *Baskıcılık *zorlayıcılık, *Edimini bırakmak, *Davranmak, *Umduruculuk, *Beklenmeyen tavırda olmak, *Yapmacıklı davranış gibi tutum ve nitemlerin anlatıma yansıdığını görüyoruz.

Anlamaya çalıştıklarımız (metinler/sözlü anlatımlar), sözlü ve yazılı olarak anlatmaya çalıştıklarımız, tümü; insanın diline, yani düşüncesine, duyumsamalarına, psikolojisine ilişkindir. O halde bir metni, sözü anlamlandırırken, bir şeyi yazılı-sözlü anlatmaya çalışırken, insanını bu nitelik ve tutumlarını dikkate almamız gerekir.



Temmuz 2007


 





 

 





 

      (

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 





 

 

 

 


    

 

Yorumlar (0 )