ÇEVRE VE İNSAN (Türküsüyle, Dansıyla)

ÇEVRE VE İNSAN (Türküsüyle, Dansıyla)

 

 

 

ÇEVRE VE İNSAN  (Türküsüyle, Dansıyla)

Kağnı ardında ağır yürüyen, sabanla tarla sürerken boynu öne eğik köylümüz, iş, aş bulmak için kente koşar. Bakarsınız, bir iki yılda adımı hızlanmıştır, her şeye ‘evet’ demek için öne eğilmeye hazır boynu doğrulmuştur. Karşısındakiyle yüz yüzedir. Suskun adam konuşuyordur.

Aldatılmamak için aklını çalıştırıyordur. Soru sormadan, önünü sonunu anlamadan bir işe girişmiyordur. Bu edinim ve gelişim, köylünün içine katıldığı çevre koşul ve gereklerinin zorlamasındandır. İnsanın aklını uyandıran, konum ve koşullarına uyumlanmaya zorlayan doğal ve toplumsal çevresidir.

İnsanın içinde bulunduğu doğal ve kültürel ortamın havası; insanı etkiler, insanın edim ve tutumuna yansır. Bu etki ve yansımanın, halk oyunlarına ve türkülerine de renk ve biçim verdiğini görüyoruz:

Bir elin, açılmış parmakları gibi Akdeniz’e uzanan Ege’nin zeybeği, niçin, engel atlar gibi seke seke oynar? Orta Anadolu oyunlarıyla Ege oyunları arasındaki devinim, birbirinin tıpkısı değildir. Birininki kımıltı, ötekininki sekme. Hele Silifkeli, kanat çırpan kekliktir, kınalı kanatlarıyla düşlemlere uçurur sizi. Rumeli türkülerinde; üstlerinde yalnızca birkaç köprümüz kalan ırmakların hüzünlü akışını ve üç yüz yıldır Anadolu’ya itelenen insanımızın, acılara düğümlenmiş sesini, yaşama sevincini yitirmediğini kanıtlamaya yeltenen haykırısını sezersiniz. Yalçın dağlarının arasında uzayıp giden derin vadilerin çileli sesini, koyaklarda umarsız sürüklenmenin acısını Doğu Anadolu türkülerinde dinlemez misiniz? Orta Anadolu’nun, ünleme tonlu bozlakları, niçin öteki bölgelerimizde yoktur? Yağmur yağarsa; bolluk, sevinç, yıl kurak geçerse; açlığın üstüne kıvrılış, acı. Bozkırın haykırışı mıdır, o ünleme? Her mevsim çırpınan, dalgası keskin ve yüksek Karadeniz bölgesinin türküleri, niçin bir coşkun Karadeniz’dir, valsi de aşan bir devinimdir? Karadeniz’in fırtınası, adamın ağzındaki sesi yarım bırakır. Bu olgu, Karadeniz türkülerine, değişik bir tat ve özellik vermiyor mu? Artvin’e doğru tırmandığınızda, niçin Karadeniz sesi değişir? Karadeniz’le iç Anadolu arasındaki sıra dağların başında ezgi değişmeye başlar, yaylalanır. Bafra, Çarşamba ovalarına, mevsimlik işçiliğe inenlerin özlemiyle dağların uğultusu sarmaş dolaştır, dorukların türküsünde. Akdeniz sıcağından kaçıp Torosların serinliğine sekinlenmiş Türkmen ağzı, kökenimizden gelen sesimizdir, özgür yapımızın özgünlüğünü anımsatır durur bize. Tozanlı ve Kelkit akağının uzun oyuğunda hüzne bulaşık uğultu, batıdan doğuya sürüklenir gider. Orta Karadeniz bölgesine varırsınız: Bolu ormanlarında, Tombulacık Halime’nin, yanık/civelek türküsü yankılanır. Tombulacık Halime dikmeden kiraz alır, karlı dağlarda üşümez, aşkın sıcağına sarmalanmıştır. Ama Halime İstanbul’a varamaz: Çünkü klasik Türk müziğiyle karışık mı, barışık mı diyelim ya da Osmanlı söyleminden esinlenmiş mi diyelim, ona uyumlanmaya elverişli değildir, Halime’nin boğazı. Türkülerimiz, Kars dolaylarında Azeriye teğettir, Güney Doğuda gırtlağına, çölün boğumlu sesi bulaşır. Türküler, siyasal sınırları aşar, halkları kucaklattırır.

Anadolu’nun acı-sevinç alaşımı yazgısını dillendirir türkülerimiz. Hem ağlatır, hem oynatır insanımızı.

Halk oyunlarımızda, türkülerimizde, Anadolu’nun tarihsel serüveniyle birlikte, coğrafyasını da yaşarsınız. Tel dımbırdadı mı; ayak devinip kol kanatlaştı mı; tezenenin, ezginin ve oyunun, il çevresiyle nereli olduğunu çıkarırsınız. Değişik yörelerdeki ezgilerimiz, oyunlarımızdır; ayak basmadığımız yerlerdeki yüz-yüze tanışmadığımız insanımızla bizi bütünleştiren, coşkulandıran, dansa kaldıran, aynı ezgiyi çığırtan. Oyunlarımız, türkülerimizdir; kültür, duyuş, davranış yapımızın, toplumsal örgümüzün yapı taşlarından birisi. Kültür harcımız!

Çevre deyince, yalnızca ‘dolay’ düşerse aklımıza, çevre kavramının içi eksikli kalır. Dolay, nesneye ilişkindir. Nesnelerde dolay algılaması olabilir mi? Çevre, bilincine sahip insanla anlam kazanmıştır. Soyut düşünebilen insan, bu kavramı matematik terimi yapabilmiş. Toplumbilim terimidir de çevre: Yaşamın gelişmesinde etki yapan doğal, toplumsal, kültürel dış etkilerin bütünlüğü. Üstüne üstlük, mecaz anlamlar da yüklemişiz çevreye: Bir kimseyle ilişkisi bulunan ya da aynı konuyla ilgili olanlar. Çevre kavramındaki ‘dış’, insanın dışında kalanları belirtmek içindir. İnsana değginliğiyle toplum, toplumun gelişmesi, insanların birbiriyle ilişkileri, ilişkilerinin yarattığı kültürle bağdaşıktır çevre. Kavramın, bu içeriğini boşaltır, kültürle bağdaşıklığını görmezseniz; kavram çıplaklaşır, yalnızca ‘dış’ kalır da neyin dışı? Dış sözcüğünü de -insanın içselinden ötede oluşu nedeniyle- yaratan da insandır. İnsansız çevre, çevresiz insan olamaz.

Ne zaman gündeme girdi çevre kavramı?

Kavramın temelinde ‘doğa’ da var. Yüzyıllardır çevreyi yalnızca doğaya ilişkin mi sandık? Evet, insanın gelişim serüvenini, doğayla insanın savaşımı olarak özetleyebiliriz: İlkel insan, doğanın tutsağıydı. Doğa, ilkel insanı yenen bir güçtü. İnsanoğlu, doğal engelleri aşarak, doğayı yenerek ve kendisine göre biçimleyerek yaşamını kolaylaştırdı, kültürünü yarattı. Doğrudur, güzeldir, yararlıdır da, kendi gücünü abarttı, doğadan çimlendiğini, evrildiğini unuttu mu insan? Doğayı, ne oranda buyruğuna alır, yararına kullanabilirse, o kerte mutlu olacağı sanısına mı kapıldı? Acımasızca doğayı talan etmekten sakınmadı. Ne zaman ki yapısı hırpalanan, dengesi bozulan doğa, dengesini bozan insandan hıncını almaya başladı, o zaman aydı insan. Doğa çıplaklaştırıldıkça kendisinin de çıplaklaşacağının farkına vardı sonunda. Doğa yiterse ben de biterim korkusuna kapıldı.

Doğa, kendisini çıplaklaştırmaz, yok etmez: Dizgesiyle vardır, yıkılırsa tümden yok olabilir. Yasalarına göre sürekli değişir, yenilenir, var’ını eler, yeni biçime dönüştürür. Doğa kendisini, kendisiyle onarır, sağaltır, diri ve devingen tutar. Kendisinin doktorudur. İnsan soyu, doğanın dölü. Kendisini yaratan doğanın, kendisini onarma, diri ve sağlıklı kılma yöntemini, kendisi için kullanabildiği oranda varlığını sürdürebilir. O nedenle çevre sorunu insana ilişkindir. Doğayla kendisi arasındaki uyumu sağlamak, doğayla barışık yaşamak, insanın yaşamsal zorunluluğudur, yükümlülüğüdür.

Gerçekten çevre bilincinde miyiz? Çevre günleri düzenleyerek, çocuklara kâğıt, çöp toplatmakla geçiştiriyor muyuz konuyu? Tanıksınızdır, çevre gönüllüleri engellenir, denizlerde gemi üstündeki demeçlerine katlanılır ancak. İnsanlık, çevre sorununu ciddiye alıyor mu? Çeşitli ülke siyasalarının, çevreye ilgisi ne oranda? Dedikodulara, yalanlara kapılarak alanlara çıkanları, gösteriler yapanları görüyoruz da: çevresiyle birlikte insanlığın da yıkıma düştüğünün gerçekten ayırdında mıyız?

İnsan çevresiyle vardır, çevre de insanıyla. Çevresiz insan nesneleşir. Ağırlıklı anlamıyla, insandan soyutlanamaz doğa. Çevre; sokağımız, semtimiz, kentimiz, yurdumuz, dünyamızdır.

Doğa, insanın anası. Hangi ananın sütüyle beslenip yaşamını sürdürebilir insanoğlu?

Anasını yitiren insan, ne yapacak?

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )