BİR GÜLÜN AYDINLIĞINDA

BİR GÜLÜN AYDINLIĞINDA

 1

Osman Bolulu;
Amasya - Taşova - Akınoğlu beldesinde (Ağustos
1929) doğdu. Anası Hatice Hanım. Babası medrese çıkışlı
İsmail Hoca. Ailenin dördüncü oğlu.
Öğrenimi: Akınoğlu İlkokulu (1942), Samsun-Lâdik
Akpınar Köy Enstitüsü (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü
(1954) Türkiye Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü
(1964).
İlk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneticilik
yaptı. Millî Eğitim Bakanlığı müşavir müfettişliğinden
emekli oldu (1981). Öğretmenken, müfettişken düşüncelerinden
ötürü görevden alındı. Yargı kararlarıyla görevine
döndü.
Yayımlanmış yapıtları: Şiir: Dalların Ucundaki (1955),
Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992-1994),
Taşın İyisi (1992-1994-2009), Uzun Koşu (1994-1995),
Güle Yolculuk (1994-1995). Deneme: Antilaikliğin Önlenmeyen
Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995),
Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana
Eklene Eklene (1998-2001), Haritasız Yüzler (2007). Öykü:
Yağmur Sonrası (1998-2001). Anı: İnsanlığın Solmaz
Gülleri (2000-2002). Biyografi: Ahmet Miskioğlu kitabı
(2004-2009). Dil: Sözün Işığı (2004). Ödülleri: Türkiye
Türkçesinin gelişmesine, eğitim öğretimine katkı (2005),
Kültür Bakanlığı deneme büyük ödülü (1988). Bunların
dışında eğitim ve öğretim üzerine beş kitabı yayımlanmıştır.
Şiirleri Dancaya çevrildi. Danimarka Yazarları birliğince
(6-15 Ekim 1995) ve Türk derneklerince (24-30
Kasım 1997) Danimarka’ya çağrıldı. Bir şiiri Fransızcaya
çevrildi (ANKARA’DAN 20 ŞAİR- Fransızca - Türkçe)
Osman Bolulu 0312 / 490 15 28
0532 734 16 15
osmanbolulu@hotmail. com
2
Bir Gülün Aydınlığında
Osman Bolulu
Kanguru Yayınları
Basım: Temmuz 2011
ISBN: 978-605-4373-55-0
Sertifika No: 16840
Genel Yayın Yönetmeni
Aydın Şimşek
Grafik / Tasarım
Nurgül Gökmen
Baskı
Ankara Ofset
Büyük Sanayi 1. Cad. Necatibey İş Hanı
Alt Kat No: 93 / 43 – 44
İskitler- Ankara
(0312) 384 50 63
Kanguru Yayınları
Konur Sokak No: 8/8
Kızılay/ ANKARA
0312 419 77 42
asimsek70@hotmail.com
www.kanguruyayinlari.com
bilgi@kanguruyayinlari.com
3
BİR GÜLÜN AYDINLIĞINDA
OSMAN BOLULU
4
5
İçindekiler
KİTAP HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ ......................................9
KÖY ÖĞRETMENİ..........................................................12
AŞK NEREDEN, NASIL GELİR, BİLİNİR Mİ? ...................17
SONUSA - 1...................................................................31
NİKSAR.........................................................................33
SONUSA - 2...................................................................39
ANKARA GAZİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ ...............................41
1951 YAZI TURHAL - 1 .................................................51
NERMİN ÖLÜMLERDEN DÖNDÜ....................................60
TURHAL - 2 ..................................................................70
DOĞANHİSAR................................................................76
TOKAT - REŞADİYE.......................................................80
AMASYA - TAŞOVA .......................................................96
YEDEK SUBAY OKULU ................................................113
YEDEK SUBAY ............................................................117
AMASYA ER EĞİTİM TUGAYI ......................................120
AMASYA.....................................................................125
SULUOVA....................................................................128
AÇIKLAR LİVASI ..........................................................137
BİRBİRİNE TUTUNMAK MI BİZİMKİ? ..........................147
IŞIKLI YOLDA YÜRÜYENLER........................................163
NERMİN HAKKINDA YAZILANLARDAN .......................182
NERMİN’DEN KALAN BİR YAZI ...................................187
6
7
Bir insan ölünce tümüyle ölmüş sayılmaz!
Göçüp giden iyilerin ardından
bir ışık yolu uzar gider. O ışıklı yolda yürüyenler
olur her zaman. Yürüyenlerin
sayısını kimse bilmez. Öyle çoktur ki
onlar….. hepimiz, o ışıklı yoldan yürüyenler
değil miyiz? Nermin Bolulu’nun
yitip gittiğini söyleyebilir miyiz? Bizden
göçüp gidenleri yok sayabilir miyiz?
Ertuğrul Efeoğlu Türk Dili Dergisi:137.s. 2010
8
9
KİTAP HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Bu kitabın öznesi Nermin Pişkin’dir.
1950 baharı, Yeşilırmak üstündeki Taşova
köprüsünde, O’na sunduğum bir kırmızı gülle,
onun öyküsüne katılmak istemiştim.
Uzun ve çileli bir serüvende: Anadolu kadınlığını
Cumhuriyet öğretmenliğiyle emiştiren
Nermin, bekârlık soyadı ‘Pişkin’i, bana
fırından yeni çıkmış pişkin ekmek gibi sundu;
gözümü gönlümü, gövdemi doyurdu. Beni
insanlık aç’ı bırakmadı. Dünya edebiyatında
eşi bulunmaz bir aşkı yaşattı bana/
bize.
Ona borcumu ödemek için
Ona borcumun, birazını olsun, ödemek için
aşkımızın öyküsünü anlatmalı, yazın kütüğüne
kayıt etmeliydim. Bu, bir vefa ve ahlak
borcuydu.
2010’un Ağustos’unda 60. mutluluk yılımızı
dolduracaktık. Kendisinden gizli bana
bağışladığı aşk ve mutluluğu anlatan bir kitap
hazırlayacak, 9 Ağustos 2010’da sunacaktım
Nermin’e. Daha not alma aşamasındaydım.
2008’in Eylül’ünde rahatsızlandı. 2009’da
rahatsızlığı artınca, hazırladığım notları, hemen
10
kitaplaştırayım, ecel bir kalleşlik etmeden kitabı
görsün istiyordum.
Uçmağa varmasından bir gün önce, ancak
kitabın kapağını gösterebildim.
Basımı, düzenlemesi aksak kitap son yolculuğuna
(12.01.2010) yetiştirildi. Kocatepe
Camisinde 150 tanesi uğurlamaya gelenlere
dağıtıldı. 200’ü eve baş sağlığı için gelenlere
verildi. Kalanları taşradan arayanlara, öğretmen
örgütlerine gönderildi.
Yeni kitap
Nermin, özdeksel-tinsel ne yapmışsa onlarda
ufak boşluk bırakmamış, içini güzelliklerle
doldurmuştur. Onun ördüğü güzellikler:
bizim (benden kızlarıma, damatlarıma ve
torunlarıma değin) yaşamımızı bezemiştir.
Onun adına eksikli kitap, ayıbım olurdu.
İvediliği nedeniyle eksikli kalan kitabı,
yeniden düzenlemek, gediklerini kapatmak
gerekirdi.
Anlatı türlerine yadırgı kitap bu!
Kitap, asıl öznesi Nermin üstüne yazılsaydı,
güzel bir aşk romanı olabilirdi. Ama yaşanmış
olayı; roman kurgusu donağıyla sununca
gerçekliği gölgede kalırdı.
Osman Bolulu gibi eksikli katlanılması zor
bir adamı yeniden eğiten, insanlaştıran, ona
mutlu bir 60 yılı yaşatan Nermin’in, eş, aşk,
insan eğitmenliği, sergilenemezdi.
11
Amacıma ulaştığımı söyleyemem de. Nesnelliğe
özen gösterdim diyebilirim.
Kitapta:
Bana değgin olaylar ağır basıyorsa; Nermin’in
kime katlandığını ve hoşgörüsünü belirtmek
içindir. Birlikte hangi engelleri aştığımızı,
hangi zorlukları yendiğimizi kanıtlamak
içindir. Aynı zamanda içinden geçtiğimiz
döneme gönderme yapar.
Şiirler ise, şairlik taslamak için değil, bana
yaşamın şiirini yaşattığını vurgulamak
içindir. Densizliklerimi anlatırken acı çektim.
Utandım ondan. Nermin’ime borcumu ödediğimi
ödeyebileceğimi sanmıyorum.
O bana varmıştı, ben de ona varmayı
bekliyorum. Ankara Karşıyaka Gömütlüğü 6.
Kapı, Ada D 19, 493’te yatıyor. Bir setin üstünde
bakısı açık o yerde. 494’ü de kendime
ayırttım. Makbuzu elimde.Tapulu malı olmayan
ben, tapu sahibiyim.
Yine de eksiklidir bu kitap
Altmış yıllık serüvenimizde: iki kişide ‘tekbenleşmiş’
ama ikisinden birisi, ötekisinde
erimemiş, özgürlüğünü, özgünlüğü yitirmemiş
yaşamdı bizimki. Nermin göçtükten sonra
da ben onu yaşıyorum. Böyle bütünleşmiş
bir sevinin öyküsü parçalı anlatılmamalıydı.
Özyaşam öykümü anlatacağım kitapta da
Nermin’i bulacaksınız.
12
KÖY ÖĞRETMENİ
Osman Bolulu, bir
kuşluk vakti tütün
tarlasında doğmuş bir
çocuk. Köyündeki ilkokuldan
sonra Köy
Enstitüsüne gitmiş, orayı
bitirmiş. Şimdi Yerkozlu
köyünde öğretmen.
Öğrencileri yetiştirmek,
köye hizmet için
çırpınıyor.
Taşova, 1950.Osman Bolulu
Öğrenciliğinde edindiği kitaplara yenilerini
katarak bir küçük kitaplık oluşturmuş. Dergilere
abone, yeni kitaplar ısmarlıyor, alıyor,
sürekli okuyor.
Yarım kalmış düş
Köy Enstitüsünden sonra Yüksek Köy Enstitüsüne
ayarlamıştı kendini. Ancak o yıl,
YKE kapatıldı. Yükseköğretim için açık tek
kapı, Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu.
Enstitüsü, onu ‘inşaat bölümü’ne aday göstermiş.
Fakat Osman sınava katılmamış.
Çünkü 13 yaşında gönül düşürdüğü şiirleri
dergilerde yayınlanmış. Şiirden ayrılmak, bir
organın kopması gibi acıtacaktı onu.
Yüksek öğrenim yapmak da vazgeçilemez
özlemiydi. Özlemi kırık, umudu puslu bekleyecekti,
sabırla.
13
Anam mürüvvetimi görmek istiyor
Bu denli sıkıntı içinde, bir de anam çıktı
başıma demeyeceğim. Anamın isteği, buyruğu,
Tanrı buyruğundan da üstündür. Anam benim
idolümdür. Bayanlara kadın, kız olduğuna bakmadan
“anacığım” derdim. Doğaçtan konuşurken
erkeklere “anacığım” diye seslendiğim olurdu.
Baktım, herkesi kızdırıyorum. Yüreğime
gömdüm “anacığımı” Boylu boyunca, doyulmaz
sevgiyle içimdedir Hatice Hanım.
(Anam yüzlü, anam gözlü bir kıza tutulacak,
anamın genlerinin vurgunu, bana 60
yıllık mutluluğu bahşedecekmiş.)
Öğretmen olmuşum. İş sahibiyim. Anam
mürüvvetimi görmek istiyor. Köylü için, çocuğunun
mürüvvetini görmek, hemen evlendirmek,
torun torba sahibi olmak. Anamın
tekne kazıntısıyım. Son dölünü, sağken baş
göz etmek için, kıvranıp duruyor. Kız peyliyor.
Beni yokluyor. Hayır, bir yolunu bulup
yüksek öğrenim yapacağım.
Şimdilik evlenmek yoktu gündemimde. Alıcı
gözle bakmazdım kızlara. Gerçek anlamda bir
ilgi olmadan, içimi titreten birini bulmadan, bir
kızla oyalanmak ahlâkıma ters düşerdi.
Anamın isteğini yerine getirecektim de…
“Kadınlar deyince elim ayağım baştan kara,
bütün sevinçleri borçluyuz onlara.” diyen
oğlu, anasını gelinsiz, torunsuz bırakmayacaktı.
Ama rastgele bir evlilikle değil; aşkla
oğlunu kabul eden gelin ve aşktan yeşeren
torunlarla…
14
Yerkozlu İlkokulu 1949-50 Öğretim yılı
3.4.5. sınıf öğrencileri öğretmenleriyle
Yerkozlu İlkokulu bahçesi, 1949.
Osman Bolulu, annesi, yeğeni Abdullah Bolulu
15
ANAM
Omca boyunda bir kadın
Çimen yeşili gözlerinden
Sabah duruluğunu emdiğim
Mihnete dolanan saçlarında
Haziran buğdayı estiremediğim
Boğalı Dağında çakılıdır
Oldum olası
O sevecenlik bohçası
1.80 x 80 gövdeyi
Turunçların topladım
Ve ondan öğrendim kadınları sevmeyi
İnsana yönelmiş ivmeyi
Kadınlık ölçütüm anamdır: Delikanlılık damarlarımın
kabardığı, kösnüllüğün köpürdüğü
çağımda bile kadına bakışım, salt cinselinde değildi.
Anamın acısından, sevincindendi.
Dünyaya iki kadının gözünden baktım
O kadınlardan ilki anam Hatice Hanım:
Topraktan öğrenen köylü bilgesi, hamarat
Anadolu kadını. İkincisi Nermin: Cumhuriyet
öğretmeni. Boyu bosu, edimi, tutumuyla ince;
sevecen, bağışlayıcı, hoşgörülü. Kırmadan
ve ezmeden eğiten.
O ikisi Anadolu kadını örneği: Hatice Hamımla
Nermin Hanım gelin kaynana değildi.
16
Ana, kızdı. Onların kurduğu yuva, zorluk ve
çilelere karşın, her zaman mutluluk otağı oldu
bana. Yaşadığım bütün güzellikleri onlara
borçluyum.
Üç kız babası olmak, benim için mutluluktu.
Kız öğrenciler de kızımdı. Müfettişliğimde
denetlediğim okullarda, önce kız sayısını
sormuşumdur. Anaları eğitmeden uygarlaşamayacağımıza
inanmışımdır.
Anamın tıpkısının, Nermin’ in güzelliğini
yaşarken; “Silik Kadınların Kişiliksiz Çocukları”
(Otağ Şubat 1963) yazımda, analar eğitilmemedikçe
uygarlaşamayacağımızı anlatmışım
(Damar, 102.s. Eylül 1999) yazımın adı: “Dünyaya
İki Kadının Gözünden Bakıyorum.”
İnsanlaşmanın temeli ana ve eştir, bence.
Deniz, Nermin, Osman, Özgür, Hür, Asu
İzmir, 2000
17
1950-51
AŞK NEREDEN NASIL GELİR,
BİLİNİR Mİ?
Gönlümü güllendirecek raslantı
Aşk yok, evlenmek yok şimdi gündemimde
diyordum ya: Aklınızı, kararınızı yaşamın
akışından kurtarıp istencinizi kullanamıyorsunuz
çoğuncası. Hiç ummadığınız güzellikler çıkıyor
karşınıza, yazgı, şans dedikleri bu olsa gerek.
Açılışında nutuk attığım halkevinde Biçki-
Dikiş Kursunun yılsonu sergisini geziyoruz
bekâr öğretmenler. Dönüp dönüp, yeniden.
Kasaba kızlarının hoşuna gidiyor, delikanlıları
süzmek.
Taşova,1950. Öğretmen Nermin Pişkin serginin
girişinde yapma çiçekler ve işlerin yanında.
18
Çok güzel düzenlenmiş bir sergi: İşler, işlemeler
öyle güzel ki etkileniyor, Sergi Defterine
övgüler döktürüyorum. Kızlar hoşlanmış.
Biz, dönüp geldikçe, okuyorlar yazdıklarımı. Öğretmene
de söylemişler. Teşekkür ediyor.
Kiraz dalı gibi ak çiçekli, incecik yapılı, gün
yüzlü, maviş gözlü bir kız öğretmen Nermin
Hanım.
Daha önce de görürdüm onu, bayan öğretmenler
arasında. Seçkindi. Tüy gibi sessiz
akarak yürürdü. Kahverengi mantosunun yakası,
kol uçları ve eteği kadifeli giyimiyle, hep
bir özgünlük bulmuşumdur onda.
(Yıllar sonra öğrenecektim: Mantosunun boyu
kısaldığı, yakası epridiği için, eteği ve yakayı
kadifelendirdiğini. Becerikliliğine yok’tan
var çıkarışına hayranımdır.)
Aşk ateşinde tek başına ısınılmaz ki
Uzaktan görüp özgün bulduğun bir kıza,
ilân-ı aşk etmek, kuru sevdanın girdabına
düşmek. Çalkantısında boğulursun: O kentli
bir bayan, ben sırık boylu, çalı bıyıklı bir köy
öğretmeniyim. Beni kendisine yakıştıracağını
ummamış, düşünmemişimdir.
Sergiyi gezerken, işinin beğenilmesinden
doğan teşekkür, gözlerinde parlıyordu. O ışıltı,
beni yüreklendirdi: Sergideki işleri yeniden
gözden geçirmeye başladım. Öğretmen de
yanımda. Tavrı rahat, sözü içten. İşleri hangi
nedenle beğendiğimi merak eden bir hava
19
seziyorum onda. Kendimi sınavda saydım.
Öğretmenime kendimi beğendireceğim.
Kitaplardan yorulunca sinema, salon dergileri
okurdum. Onlarda iş, nakış dikişe ilişkin
yazı ve resimler olurdu. Halk dokumaları,
kilim, halı vb.lerle bunlar arasındaki farkı
düşünürdüm. Okuduğum kitaplardan dünyanın
ön sayfasından son sayfasına, bir şeyler
kalmıştı bende. Şiire bulaşmıştım. Güzel
sanatlardan biriyle ilgilenmek, beğeni incelmesi.
Bu birikimlerden yararlanarak, işler
hakkında konuştukça, öğretmenin; “bir köy
öğretmeni nasıl böyle değerlendirme yapabilir”
merakıyla hoşlandığını seziyorum.
Hoşlanma, beni beğenmeye, kabule dönüşebilir
mi? Şimdiye değin, hiçbir kız karşısında
böyle iç titremesi yaşamamıştım. Aşk
çağrıştırıcı söz etsem mi?
Diyarbakır Türküsü gibi
“Sağ geldim mahallenize, nasıl gideyim
ölü?”
Benimle eski bir arkadaş gibi konuştu.
Yeniden teşekkür etti. Bunları bana eğilimin
göstergesi sayabilir miyim? Uygar insan tavrından
başka neye yorabilirdim?
Ayrılırken kapıya değin yolcu etti. El sıkıştık.
“Eli elime değdi, hem ben yandım hem
kendi (Gaziantep türküsü).” diyemem. Ama ben
elimden bütün gövdeme yayılan altın çivi gibi
beynime çakılan tatlı bir ateş içinde delidola20
şık çıkıyorum sergiden. Avcundan aldığım güneş,
çiçek açtıracak mıydı?
Eros mu, düş gücüm mü vurmuştu beni?
Aşk okunun, nereden, nasıl, ne zaman sizi
vuracağını bilemezsiniz. Yıldırım gibi çarpar
sizi, bir ateş sarmalı. Onulmaz bir aşk hastalığına
yakalanmışsınızdır da tatlı acısından
kurtulmayı istemezsiniz, garip zevkin acısını,
mutluluk sayarsınız. Garip bir haldir aşk. Sizi,
kendinizden koparır, kendi olgunluğunda
akıtır, istediği yöne. Onun ne kuralı vardır ne
yöntemi. Yelinde yelpelenirsiz.
Sizi dağıtan fırtınadan, onun yelinde savrulmaktan
zevk duyarsınız.
“Kadınlar yok gündemimde şimdilik” diyordum.
O şimdi’yi, aşk, parçalayıp atmıştı.
Başka bir şimdi’ye teslimdim: İçimde bir
yanardağ, lav değil, gül fışkırtıyordu. Ateş gülünün
tutsağıydım artık.
Kitaplardan soğuyacak mıyım?
Okuma hastasıydım ben. Gece gündüz
okurdum. En değerli, vazgeçilmez dostum kitaplardı.
Yalnızlığımı, yoksunluğumu kitapla
giderirdim. Kitaplar, eskisi gibi düş kapısı açmıyor.
Gecemde gündüzümde o çiçekli kiraz
dalı, incecik kızdan başka bir şey düşünemez
olmuştum.
Hocanımın sergideki sıcak ilgisi, içten konuşması
düşlerimden taştı. Gözüm açıkken
de o sahneyi yaşıyorum, ayrıntılarıyla.
21
Bir hal oldu bana. Adımlarım delidolaşık, suratım
asık. Anam sorup duruyor: “Yavrum bir
sıkıntın mı var?”
Kıra çıkıyor, ormana dalıyorum. Doğanın
yeşiliyle yeşillenemiyorum. Çam dallarının
arasından esinti içimi serinletmiyor. Her zaman
dibinde uyuduğum ağacın dallarındaki
üveyiklerin ötüşü, özgün bir ezgi değil artık.
Gürültü. Sanki beni uyutmayan onlar. Taşladım
üveyikleri.
Yerkozlu- Taşova arasında umarsız bir yolcu
Cumartesi öğle sonu ders bitti mi Taşova
yoluna düşüyorum. Akşamüstü öğrencileriyle
gezintiye çıkarsa göreceğim, onu pazar günü
alışveriş edebileceği bakkalın, manavın
çevresinde uzaktan izleyeceğim.
17 kilometrelik yolu, yaya git gel. Yoruluyorum.
Dönüşte Dörtyol (Kalekale) köyünün
çıkışındaki kavakların altında dinleneceğim.
Dallardan geçen ince esinti, benim yorgunluğu
mu alabilir mi?
Kavaklar hayli uzun, ince ve sahipsiz; ince
dalan sırık gibiyim.
Onların da sahibi yok, benim de.
22
AŞKA TUTULAN KAVAK AĞACI
Sıra sıra, hışıl hışıl kavaklar
Kalekale yolu üstünde duraklar
İçlerinden birisi uzun mu uzun
Uzun ama mahzun
Ötekilerin gövdesi ak
Onunki kara
Boyna bakar yollara
Belli bir beklediği var
Yeşil yeşil dalları kırık
Rüzgâr ötekilerin yaprağında şarkı
Onunkinde hıçkırık
Belli ki aşka tutulmuş kavak ağacı
Aşk ne denli acı
Sen de anladın mı kavak ağacı
Ağustos 1950
Bu şiiri, bir mektupla sunmayı, ne çok düşündüm.
Geri çevrilmesinden çok, duyulur, adı
çıkar, onu üzerim diye veremedim. O, benim imkansız
sevgilimdi. Aşkıma yanıt versin vermesin,
yüreğimden hiç sökülmeyecekti. Anam belki de
hiç mürüvvetimi göremeyecekti.
23
Dünyada eşi yaşanmamış sıcak bir yaz
O yaz, gerçekten kavurucu sıcak mıydı?
Ben ateşimle gökyüzünü tutuşturuyor, toprağı
çatlatıyor muydum? Çocukluğumda sıtma
tutardı. Ateşler içinde yanardım, gövdem
buz keser titrerdim. Duvarlar üstüme yıkılır,
dünya yamru yumru olurdu. Aşk sıtması, bir
başkaymış. Bir ömrü nasıl götürebilirdim
böyle? Hiçbir şeye ilgi duyamıyorum. Yemek,
içmek angarya sanki. Okuyamıyorum. Gözümde
kara gözlük yok ama dünya kara görünüyor.
Sözüm ona kendime moral vereceğim:
Osman ve Nermin
İzmir – Balçova 1995
24
ÜMİT DÜNYASI
Yaşanıyor
Zeytin-ekmek, şehriye çorbası
Olmasa da kadın kaldırım sefası
Zor değilmiş
Parasız pulsuz kalması
Ama olmuyor
Ümitsiz yaşaması
Bu canına yandığım dünya
Ümit dünyası
Ağustos 1950
Köyden çıkmış, kırın üstüne kurulmuş eğitim
köyünde okumuş, köye dönmüşüm. Kent diye,
kısa süreli, gördüğüm Amasya ve Samsundu.
Bu şiir, kaldırımda kadın kovalamış kent züppesini
çağrıştırıyordu.
Bu şiiri, hiç sunamazdım ona.
Bir Âşık Garip daha mı?
Onunla yüz yüze görüşmeyi, kendisine
mektup yazmayı düşündüm, çok. Ölçtüm biçtim,
kabul edileceğimi ummuyordum.
Hani halk öykülerinde vardır ya, oğlan, bir
gece aşk şarabını içer, düşünde. Yerini yurdunu
bilmediği kızı aramaya çıkar: Sonu, felaketle düğümlenen
bir macerayı yaşar. İçinin acısını sazı
eşliğinde, şiirine döker, deli dolaşık döneler durur.
Onun gibi bir masal kahramanı olmuştum.
25
Türkü sözü yazabilirdim de, saz çalmayı
bilmiyordum ki. Köy delikanlısı gibi ayna tutup
ışıkla mı yansıtmalıydım ona gönlümün
kaydığını.?
Aşk simgesi gül değil mi?
Öğretmen Rukiye, öğretmen Nermin
(Yakası beyazlı), arkadan gelecek öğrencilerin
habercisi uçta görünüyor. 1950
Osman Bolulu (uzun boylusu)
arkadaşlarıyla, 1950
26
Köprü
Cumartesi öğle sonları ve pazar günleri
Nermin’i uzaktan gözlerimle gütmek için önce
bakkal ve manavları yoklar, orada bulmazsam
köprüye koşardım. Altta çağalayan Yeşilırmak’ın
sularını izlerdim. Bizim yaşlı kadınlar,
derdini akarsulara anlatır. Suların dertlerini
alıp götüreceğine inanır ya......
Ben de aşk ateşimin sevgilime ulaşmasını
dilerdim. Yaşlı kadınlar gibi kaderci mi olmuştum?
Nermin’in de sık sık köprü üstünde gezintiye
çıktığını gördüm. Sevgilimi uzaktan izleme
yerlerimden birisi de köprü oldu.
Kırmızı bir gül
Düşlerimin sevgilisi, öğrencileriyle Taşova
köprüsü üstünde gezinirken, ona bir kırmızı
gül sunmuştum, kabul etmişti. O gülün kızıl
ateşi, ömür boyu, yanacaktı içimde. Fazlasını
umut edemezdim. Masal kahramanı, o gülün
kabulünü, aşkının kabulü saydı. “Bir Bahar
Akşamı” diye bir şiir yazdı. Ama sahibine vermeye
cesareti yoktu. Şiir defterindeki şiirinin
yanına bir kırmızı gül koydu.
Şiirle gül, defter içinde duruyor, ama
delikanlı yerinde duramıyor. Delirecek. Ama
yine de sunduğum gülü kabul edişi, içimde
bir yeri yeşertiyordu. Belki bizim gülümüz
açar düşüyle. O gece bir şiir yazdım:
27
‘BİR BAHAR AKŞAMI’
Taşova Köprüsünde, bir bahar akşamıydı
Bir kırmızı gül sundum size
Sanki kumral saçların omzuma düştü
Altımızdan akan Yeşilırmak değildi
Ben yatağını bulmamış bir suydum
Aşka doğru akan, yolu sana çıkan
Yıllarca çağlamış durmuştum
Gözlerimde seni, içimde seni bulmuştum
Dağ pınarları gibi, arı, candan
O akşam girdin hikâyeme gün/şimşek
Gönül bahçemde yeşeren ilk çiçektin
Yıllarca sorduğum sen miydin ne
El ele, göz göze benimle
mutlu sabahlara gidecektin
‘Bir bahar akşamı rastladım size’
Gözlerimde parıltı, damarlarımda alev
Bir kırmızı gül uzattım elinize
O güldür, saçlarınızdaki fırtına,
O güldür, gözlerinizdeki ılık hava
O güldür sizden aldığım mutluluk
Biziz sevgilim, o gülün aydınlığında
Aşka yönelen.
Taşova ,1950
28
Bu şiiri de sunamadım ona. Korkak bir âşık
mıydım? Ömrüm boyunca saygıyla bağıtlanıyordum
ona. İlişki kuramazsam, delibulanık çağıltıya
kapılmış yapraklar gibi nerelere sürüklenecektim?
Vuslatsız aşk, susuz kalan çiçeğe benzer. Solar.
Şiirin yanına koyduğum gül kuruyacak, yalnızca
soluk bir izdüşümü kalacaktı.
Vuslatsız aşklar gömütlüğünde, çiçeğini açamamış
kırık bir aşkın izi olabilir miydi?
Çaresizliğin cesareti
Nermin Öğretmen gidiyor. Bir daha dönmeyecek.
Yarın sabah yolcu. Kâğıda döktüm
içimi. Akşam, güvendiğim bir çocukla yolladım
ona. Nasıl olsa, yarın gidiyor, yüz yüze
geri çevrilmenin acısını, açıktan, yaşamayacağım.
‘Sayın Bay’la başlayan bir pusula: “İstediğinizi
bulup mutlu olmanızı dilerim.”
Yangınımı söndüren bir dost
Bu kısa yanıtın içinden umut çimlenir mi?
İncelikli bir red miydi? Cesaret balonum söndü.
İçim bir karanlık kuyuya döndü. Aklımın
ucundan geçmez ölüm duygusuna kapıldım.
Gazeteye sarılmış iki şişe şarapla ırmak kıyısına
gidiyorum, hızlı hızlı.
“Nereye hoca?” diye seslenen oto tamircisi
“Yanık’a” yanıt vermemişim. O, benim dostumdu,
ağzı sıkı, candan.
29
Altında, Yeşilırmağın deli deli çağladığı yarın
başına oturdum. İçkiyle başı hoş olmayan
ben, bir dikişte, şişeyi yarıladım başım dönüyor.
Yanık yanıma oturdu. “Birdenbire dertlenme.
Hocanım, seni sormuş bizim hanıma. Babaannesi,
oklava yaptırmış ağabeyine, almaya
kendisi gelmiş. Yengen çay ikram etmiş
ona. Yengenle kucaklaşarak ayrılmış. Ailenizi
tanımak istemiştir belki.” Dünya yüzüne gülen
adamlarla mı dolu? Sana gocunanlar da
olacak elbet:
Parti başkanının kız kardeşi ve sınıf arkadaşın
sana evlenme teklif etmiş, kabul etmemişsin.
Kim bilir, aleyhinde neler anlattılar?
Dolu şişeyi ırmağa attı, yarımı da başına
dikti: “Haydi benim dükkâna, semaver kaynıyor,
çay içelim.” Yanık, beni yaktı mı, ateşime
su mu döktü?
Eren Can, Nermin
Mayıs, 1989
30
Taşova,1950. Öğretmen Nermin Pişkin
Âşık, ne engel tanır, ne mantık
Çileli yıllardan uzun günler geçirdim. Elim
ayağım dolaşık, beynim karışık. Kendimi bulamıyorum,
delidolaşık döneliyorum. Yaşama
yabancılaştım. Bağlantı yeri özürlü bir
hat üzerinde giden bir katar yaşam: Gitti, gitti,
gitti… Tak tak, tak, tak… Beynimin tak
taklarıyla bir yaz geçti.
Aynaya baktığımda ben, benim kalıntımı
görüyordum da içime baktığımda ben, ben
değildim.
31
1950
SONUSA (Uluköy )-1
Derdime derman olacak Ferit Bey
Demokrat Parti, ezici çoğunlukla iktidar
olunca beni Zuday(Alpaslan)a atadılar. DP’ye
silme oy veren eski yerimden ayrılmak acı
gelmedi bana. Tek öğretmen olarak çalışmaktan
kurtulmuştum. Üstünden iki ay geçmeden
de sekiz öğretmenli, Sonusa İlkokulu
Başöğretmenliğine.
Sonusa başöğretmeni Ferit Bey, Niksar Maarif
Memurluğundan sürülmüştü oraya. Davayı
kazanmış. Niksar’daki eski görevine dönecek.
Sonusa ile Zuday arası iki kilometre. Ferit
Beyle tanışmak için Sonusa’ya gittim.
Babacan adam, sıcak karşıladı beni. Evine
yemeğe götürdü. Eşi Sıdıka Abla sevecen bir
hanımefendi. “Benim kızkardeşim yok, ablam
da yok. Beni, abla gibi ağırladınız. Teşekkür
ederim. Size abla Ferit Beye ağabey diyebilir
miyim, izninizle?”
- Öyle say, biz seni haydi haydi kardeşliğe
kabul ederiz. Bekârsın, yemek sıkıntısı çekersin,
evin gibi, her zaman gelebilirsin.
Niksar’dan onları taşımak için kamyon,
bir hafta sonra gelecekmiş. O bir hafta içinde
hemen her gün gittim onlara.
32
Oğulları Eser, Temel, Tibet ile kaynaştık.
Masallar anlattım. Ferit Bey, okul yönetimine
ilişkin bilgilerini aktardı bana.Yılların, deneyimli
öğretmeninden yararlandım, notlar aldım.
Sohbet sırasında Niksar derken ağzımdan
birkaç Niksar daha çıkıyormuş. “Keşke ben
de Niksar’da olsaydım” demişim. Sıdıka Abla,
Niksar’ı görüp görmediğimi sordu. Çekine çekine
Nermin’den söz ettim. Sıdıka Abla:
- Niksar derken neden uzun nefes aldığını
anladım dedi. Ferit ile ben, o özlemi biliriz.
Niksar’da bir evin var say, mutlaka bize uğra
dedi.
Bir umut kapısı
Ferit Beyler, umut kapısı açtı ya... Yanık’ın
suyu, tohumu canlandıran suya dönüşüyor.
Nerdeyse her gün mektup yazıyorum.
Epey zamandır yanıtsız kalan mektuplarımın
yanıtı gelmeye başladı. Kezlerce okuyorum.
Öğretmenlerin verdiği ezber ödevi sıkardı
beni. Bunları okumak, ibadette dua
okumak gibi kutsal. Sıkıntılarım ayrık sökülürcesine
sökülüyor, onların yerinde açan çiçeklerden
polen emen arılar gibiyim, kanatlanmışım.
Şiirli mektuplar, aşk romanlarının içinde
yollanıyor, çoğuncası. Gönderdiğim ilk kitap,
La Martin’in Graziella’sı. Romantik bir aşkı
öyküler.
33
1950-51
NİKSAR
Kaleden iniyordum
Çağırsan dönüyordum
Aşkından kibrit oldum
Üflesen yanıyordum
Niksar türküsü
Biçki-Dikiş Kursu Kalenin böğründeydi.
Beklenmeyen konuk muyum?
Sık sık izin alamam. Soyunup Yeşilırmak’ı
yararak Niksar’a kaçıyorum. Dönüşü de aynı.
Niksar Halkevindeki Biçki - Dikiş Kursu
Öğretmeni Nermin Pişkin’e babasından mektup
getirmişim(!). Merdiven başına gelen kurs
öğrencilerinden biri: “Verin, ben mektubu götürürüm.”
diyor. “Babasının başka sözleri
var. Kendisine söylemem gerek.”
Aşk sözden çok gözde gönülde mi?
Hocanım, merdivenin başında, ben ortasındayım.
Beni kızlar görmeyecek, o da kızların
gözetlemesinden kurtulacak. Karşılıklı
bakışıyoruz. Günlerce söylemeyi tasarladığım,
kitaplıklar dolusu sözler, beynimden boşalmış.
Saklandığı çalının tepesine atmaca konunca
34
sinen kuş gibiyim. Dilim tutuk: Yüzüne dalıp
kalmışım.
Konuşan gözlerimiz mi, suskunluğumuz
muydu ? Bakışların, duruşların dili neyi, nice
söylerdi ? Dışa vurulmaz, içten kaynar dille
anlaşma ikimize yetiyordu, gözlerimizle
öpüşürdük.
Göz göze sevişmekten elimiz ayağımız kesilmiş,
düşüp bayılacağız.
Âşığın halini anlayan bulunur
Kurs kızlarının, beni sokakta görünce: “Aha,
o lacivertli çocuk, yine gelmiş.” dediklerini
duyuyorum. Olmayacak. Hocanımı zor duruma
düşüreceğim. Başka bir yol bulmalıyım:
Ferit Bey, Niksar’ın saygın bir ailesinin damadı.
Evi, şehrin üst başında, geniş bahçe
içinde, büyük bir tarihi konak. Gözlerden
ırak. Derdimi, Ferit Beylere açarsam, kasaba
dışındaki evinde görüşme fırsatı verirse bize,
rahatlayacağız.
Malatyalı Ferit Bey, Niksar’a atanınca belediye
başkanının kızına (Sıdıka Ablaya) vurulmuş.
Ailenin rızasını almak için, hayli zorluk
çekmiş. Sonunda Sıdıka Hanımla evlenebilmiş.
Sıdıka Abla halden anlıyor. Suskun
âşıklara, baş başa konuşma fırsatı yaratıyor.
Ben varınca, Nermin’e haber salınıyor. Baba
evinde, evin aşka düşmüş oğlu, kızı gibiymişiz
gibi bize olanak yaratılmışsa da, aşk
ağzı tomurcukta. Çiçek açamamış henüz.
35
Biz de onlar gibi mi olacağız?
Bir akşam, üç aile Ferit Beylere konuktu.
Kalabalığın içinde, iki genç, konuşmaya katılmıyorduk,
pek. Ne denli saygılı bunlar diye
düşünürlerdi sanırım. Biz uzak köşelerden
gözlerimizle konuşurduk. Neler söylemedik
gözlerimizle. Az göz öpüşmesi yapmadık.
Konuklar yolcu edilirken, ikimiz en arkadaydık.
Önceden izin isteyip giden hakim
beyle hoca hanımdan övgüyle söz ediliyor: On
beş yıllık evlilermiş, birbirlerine hiç ‘sen’ dememişler,
‘siz’ derlermiş.
Garipsedim, Nermin’e baktım. Aynı yadırgama
onun yüzünde de okunuyordu. “Biz de
mi?” fısıltıma, hemen “ne münasebet!” yanıtı
geldi. Aynı anda ellerimiz birleşti. Benim damarlarıma
yayılan sıcaklık, Nermin’in yüzünde
kızıl karanfil ışığı oldu da esenlendim.
Aynı duyarlık, aynı anlayışın anası olmak
gerek. Edim, tutumda özdeşlik, onun üstüne
kurulur. Konuk yolculanan kapı önündeki o
kısacık anda yaşanan ortak duyumsamayla
aşk sarayımızın temeli atılmış oluyordu.
Nermin’inin arkadaşı N.. lerin evinde
N... öğretmenin annesi bizim adımıza
konuşuyor: Kıza hangi takılar alınacakmış.
Ev eşyası nasıl olmalıymış. Oğlan tarafının
kız tarafının yapması gereken nelermiş.
Ben sobanın arkasındayım, yüzümün yarısını
soba borusu kapatmış, hayretle dinliyorum.
Nermin’e baktım, onaylamasız bir sus36
kunlukta. Onun da benim gibi düşündüğünü
sezdim: Sözsüz anlaşmak, ancak aşkla yapılabilir.
Anne hanımla anlaşamayacağımız belli. Onu
üzmeden çıkmalıyız bu evden. Anne hanıma:
- Daha çok zaman var, dedim.
- Olur mu? Şimdiden neler yapılacağı bilinmezse
sonradan anlaşmazlık çıkar.
- Takı ve eşya için mi dedim kırgın sesle.
Nermin yüzünde tatlı bir gülümseme.
İçimden “ağzını, anlayışını seveyim kız” diyorum.
Töreye karşı çıkış, kadının yüzüne bir
karanlık çöğdürdü. Susuyoruz.
Soba borusunun arkasından gözümü yönelttim
Nermin’e. Ne düşünüyor? Gözüyle kalkalım
diyor. İncelikli bir kız o, hemen söyleyemez.
- İlginize teşekkür ederiz. Benim yarın görev
başında olmam gerekiyor. İzninizle kalkabilir
miyiz?
Sen ne dersin Nermin?
- İyi olur, vakit de hayli ilerledi.
Nermin ile göz göze bile her konuda anlayış
birliğinde olmak, bu söyleşinin tatsızlığını
silip süpürdü.
Sorunumuz tek
Oradan çıktık. Yolda konuşuyoruz. Nermin:
37
- Sen köyde, ben şehirde nasıl olacak bu
iş, yüksek öğrenime gideceğim diyorsun, o
zamanı beklesek mi ? .
- Benim vazgeçilmez amacım da o.
- Bu sorunu çözmek için bekler, sonrasında
duruma göre karar veririz.
- Ayrılık çeken aşklar, ağdalaşır, tadı artarmış.
Nermin gülümseyerek elimi tutuyor.
Niksar- Derebağ
Sıdıka hanımla Ferit Beyin, bize açtıkları
ev, Niksar Derebağ’da. Tarihi bir yapı. Ağaç,
çiçek gülle donanmış aşk yuvası. Biz de yaprak
açtık, çiçek açtık. Baharda dalın, dalla
elleşmesi gibi, birbirimize tutunduk. Halk,
ağaçların bu haline “dağın dağa kavuşması”
der. Derebağ’ın doğasından doğal duruluğunda
koşuyordu aşkımız.
Birbirimizi anladık artık
Rahat rahat söyleşiyoruz. Çekince yok.
Soruyorum Nermin’e:
- Bizi birbirimize sonsuza dek bağlayacak,
yalnızca benim ısrarım mı? Hoşlanmak mı?
İçten tepen, önü alınmaz tutku, aşk mı?
- Öyle olmasaydı, şimdi seninle burada olmazdım.
- Beni iyice tanımak için mi mektuplarıma
yanıt vermezdin? Ben dik bir adamım, hoşlanmayanım
olacak elbet. Hakkımda kötü şeyler
anlattıkları için miydi o “Sayın Baylı” mektup?
Ama yine de incelikliydi. Sana teşekkür ederim.
38
- Senin için
diktir, delimsidir,
başını yakarsın
diyenler oldu.
- Söylediklerinde
gerçek payı
var. Çocukluğumdan
öğrenciliğime,
seni tanıdığım
güne değin,
ne yaşadımsa
hepsini anlatacağım.
Niksar, Derebağ, 1951
Yalanımı görürsen yüzüme vurursun sonra,
deliliğime bir örnek vereyim: “O kıza kaç delikanlı
âşık olmuş, yanıt bulamadığı için kaçı
intihar etmiş, biliyor musun?” dediklerinde:
“Seve seve, en son intihar eden ben olurum.
Size ne?” demiştim.
- Böyle deli kabulüm.
Açık yürekli, içten, beni olduğum gibi kabul
eden bir kız için; aşamayacağım engel,
yenemeyeceğim zorluk yoktur.
39
SONUSA-2
(02.11. 1950 –
15. 10.1951)
Söz vermişim
sevgilime
Niksar’dan Sonusa’ya
dönüşte, on
gün tıraş olmadım,
tıraş makinesini kırıp
attım. Saçımı çeşitli
yanlarından yol
yol makasladım. Sınava
hazırlık kitaplarına
kapandım. 21
gün dışarı çıkmadım,
Niksar, 27 Eylül 1952
gereksinimlerimi pencereden aldım, yüzüm
saklanık.
Kara dut ağacı üstünden haber salma
Öğretmenevi okulun bahçesinde. Yeniden,
sıkı okumaya dönüyorum. Ama eski tadında
değil. Herkes uyuduktan sonra asırlık kara
dut ağacının üst çotuğuna çıkıyor, Erbaa’nın
ışıklarına bakıyorum.
Yolunu şaşırmış geminin, deniz fenerinin
ışığını görüp, kurtuluş muştusu almasına
benzer bir duyguyu yaşıyorum. Karanlığının
derinliğine gömülmüş köyden, uzakta da olsa,
elektrik ışığını görmek, buruk bir mutluluk.
Erbaa’dan 50 km. ötede Niksar. Nermin,
40
ışık içinde. Işıktan ışığa bir köprü kuruyorum.
Sanal bir birleşme. Ne zaman ışıklar altında,
ışık parıltısıyla gözlerimiz, birbirine düğümlenecek?
Deniz, Nermin, Can:
Evde, 1990
41
1951- 54
ANKARA GAZİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜ
Edebiyat bölümünde, köy ya da kasabadan
gelmiş, kız-oğlan arkadaşlığı yaşamamış
gençleriz. Kızların gözü, oğlanları süzüyor,
oğlanların gözü kızları güdüyor. Kız tavlamaya
çalışanlardan değilim.
25.06.1951. GEE Edebiyat 1. sınıf öğrencileri
Keçiören, Osman Bolulu ayaktakiler arasında
soldan sağa 6. kişi
Kendi halinde bir öğrenci. Ders dışı zamanını,
lak lak’la ya da kantinde vakit harca42
makla geçirmiyor. Boşalan sınıfın arka köşesinde
kitap okur. Sınıf arkadaşları ile ilişkisi;
günaydın’a günaydın, nasılsın’a teşekkür. Sınıf
tenhalaşınca Niksar’daki sevgilisine mektup
yazar. Edebiyat Bölümü öğrencisi Osman
Bolulu bu!
İyi koca olurmuşum ama…
Kızlar: “İyi koca olur ama çok ciddi, karısını
dövebilir” diye söyleniyorlar, benim için.
Teneffüste, karatahtaya “Hiçbirinizde gözüm
olmadığını biliniz. Korkuya gerek yok.” yazıyorum.
Kızların düşmanı oldum.
(Sınıf arkadaşım Hasan Lâtif Sarıyüce
yıllar sonra yazdı: (Damar:132.s.2002) Kızlar,
bana alıcı gözlerle bakarlarmış da, ben tepki
göstermezmişim. Benim dünyamda anam ile
Nermin’den başka kadın yoktu ki…)
Mahallenin namusunu korumak
Beden eğitimi bölümünden bir oğlan. Disk
şampiyonu. İri gövdeli. Yakışıklılığına güvenen
iri adımlarla, bizim sınıfın kapısına dikiliyor.
Gözü bizim sınıfın kızlarından N…de.
Kız teneffüse çıkmazsa içeri dalıyor.
Kimseden ses yok. Kız üstüne silah doğrultulmuş
av hayvanı gibi titriyor. Bir, iki üçbeş…
Patladım. Hani tabanımdan köylülük,
“mahallenin namusunu korumak” silinmemiş
ya. Oğlanın üstüne yürüdüm.
- Çık lan dışarı! Gebertirim seni!
43
Birkaç kez daha kapıya dikildi. Hırslı gözü,
kızdan çok, bende. Boğuşmayı göze aldım.
Caymam.
Köy Enstitüsü 1.sınıfta aldığım çakı bıçağı
cebimdedir. Açtım ağzını:
-Senin, o koca karnını deşerim!
Oğlanın ayağı kesildi sonra.
Meğer başıma bela almışım
Benimle ilgili söylentiyi çıkaran kız, bana
hoş bakar oldu‚ “Aşk, nefretlerden doğar” diye
uyduruk bir sözce vardır. Benim sözlüğüme
giremez öylesi! Kızın yakın arkadaşlık havasından
rahatsızım.
Gazi’nin konferans salonunda önemli bir
kişi konuşacak. Yer bulamamak korkusuyla
erkenden salona girmiş, oturuyorum. Kız geldi
yanıma oturdu. Nerdeyse abanır durumda.
İç cebimden Nermin’in mektubunu çıkardım.
Sonra fotoğrafını.
-Yengeniz olacak kız bu işte!
Giren arkadaşlarına doğru koştu gitti.
Tafralı adımlarla.
Aşağı komünist yukarı komünist
Disk şampiyonundan kurtardığım kız zeki,
dilli ve becerikli. Sınıftaki beş kızı yönlendiriyor:
Elebaşı! Köy Enstitüsünden gelmiş sayılı
kişilerden birisiyim. Oranın adı “komünist
mektebi”ne çıkmış. Köy Enstitüleri okul değil
ona göre. Bizlerin ön alışına huylanılıyor.
44
Liseli, öğretmen okulluların yanında bu köylülerin
ne işi var? Kabul etmezlik, daha çok
bana odaklanmış. Benim Köy Enstitülülüğümü
kullanıyor. Başına buyruk yapım, atak
tavrım, elebaşının etkisini yaygınlaştırıyor.
Yalıtık bir adamım
Geceleri, herkes ders çalışır ya da, eğlenirken
Gazi’nin tepesindeki rasat kulesine çıkıp,
ay’ı gözetliyorum. Nermin de gökyüzündeki
ay’ı görüyordur diyerek aramıza ay ışığından
bir köprü kuruyor, ışıklı sevgiler sunuyorum
sevgilime.
Gazi Eğitim Enstitüsü ve rasat kulesi.
45
Kamyon sırtında aşkıma koşuyorum
Bir aylık yarıyıl dinlencesinde, sınıf, İstanbul
gezisine götürülecek. Geziye katılmadım.
Niksar’a gidersem, Nermin ile uzun zaman
birlikte olabiliriz.
Otobüsler aktarmalı. Aktarmalar çoğaldıkça
bilet parası daha da artıyor. Cebim buna
elverişli değil. Yük kamyonlarının bulunduğu
yere gidiyor, Niksar’a gidecek bir kamyon buluyorum.
Ama sürücü yanı dolu. Sevgilime
tezden kavuşmak için, şubat ayında, Ankara’dan
Niksar’a kamyon sırtında gittim. İçimdeki
özlem ateşi korumuş olmalı, arık gövdemi.
Anamın genleri çarpmış beni. İyi ki!
Sonraları gördüm ki: Anamı benim değil
de Nermin’in anası sanırlardı. Ufak tefek tartışılarda,
anam gelininden yana olurdu. Nedenini
sorduğumda: “Onu haklı buluyorum.
O düzenli, sen savrukçasın.” Gelin kaynana
gibi değildi ilişkileri. Ana kızdı onlar. Birisi
köylü, ötekisi kentli. Anadolu’lu iki kadın: O
iki kadının gözüyle baktım dünyaya, hep.
Nermin Ankara’da (Şubat, 1953)
Tokat’tan kalkan, ortası direkli, oturma
yeri, dizinizi bükük kalma zorunda bırakan
salaş otobüsler; Sivas - Kayseri arasındaki
makadam yolda yüzünüzü toz toprak içinde
bırakır, Dikmen sırtlarından Ankara’ya indi46
rirdi yolcusunu. O uzun, zor yola katlanarak,
bana gelmişti güzelim.
Akköprü garajında karşıladım. Atatürk’ün
geldiği yoldan geldin diyerek kucakladım.
Bebemiz karnında, Gazi Eğitim çevresini
gezdik. Onun özlemiyle gezdiğim kırlarda, ormanda
dolaştık. Ona gökyüzündeki ay’la selam
sunduğum rasat kulesini gösterdim. Neler
düşündüğümü özlemlerimi uzun uzun
anlattım. Uzakta kalan yaşantımı bölüşmek
istiyorum onunla.
Gazi Eğitimdeki sınıfımızın bakısı genişti.
Penceresi benim göz yaylamdı. Ankara’ya gelip
giden trenleri izler, ayrılığın üzüntüsünü
yaşardım, o pencerede. O pencereden birlikte
baktık.
Öğrenci kantininde oturduk. Kimseye yüz
vermez, ciddi tavırlı bir adamın, bir kızla senli
benli haline bakıyordu kızlar. Hele bizim
sınıftakiler… İçlerinden birinin sözü çalındı
kulağıma: “Oğlan haklıymış, kız da pek güzel.”
Ağabeyimle birlikte gelmişlerdi. Onları Akköprü’den
yolcu ederken, gözyaşımı ağabeyim
görmesin diye çektiğim zorluğu, ben bilirim.
47
GAZİ EĞİTİMİN PENCERESİNDE
Karşıda Ankara
İşte şuracıkta demiryolu
Öttürür trenler düdüğünü
Her saat
Pencereden bakmak senin
Nasibin öğrenci
Gelenin gidenin olmaz
Mendil sallayamazsın
El seni anlamaz Osman’ım
Oturup ağlayamazsın
Sen uzaklardasın N…..
Akasya dallarında kuşlar hür
Boş kalan kafesler gibi
İçime hüzün dökülür
Pencereden bakmak
Senin nasibin öğrenci
Atlamazsın şu pencereden
Atlayamazsın.
Ankara, 1953
48
ÖZLEM
Martılar ki maviliklerde
Bulutlar ki küme küme
Düşler ötesinde
Emzik vermiyor özleme
Çift uçuşan güvercinlerin
Kanadında kalbim
Şimdi orda olmalıyım
Gülümseyişin diriltmeli beni
Belki de hastalanırım
Canım diye
Dört dönersin başucumda
Alnımda dolaşan ince ellerinden
Yayılmalı huzur
Güneş seninle doğmalı
Yavrumuzun paytak adımlarında
Birleşmeli gözlerimiz
Ankara, 1954
49
PERVANEM
Sen besmele gibi her yolun başında
Gündüz hayalimde gece düşümde
Nefes nefes duyduğum sıcaklık
Ve sağlık
Sen dudağımda ateş gülü
Düşüncemde ışık seli
Bahar dudak buğday zülüf
Büngül büngül doğal kaynak
İki gözüm dünya sende
Dünyamı genişleten ufuk
Kollarımda taşıdığım mutluluk
Aşımda tuz bibersin
Karanlık günlerimde ılık ılık gülersin
Ağılarımı silersin
Ocağımın bekçisi
Bacamdan tüten duman
Damar damar atan kan
Gözlerine bakıp titrediğim
Anca beraber canca beraber
Sarmaşık kolları boynumda
Tanrı gibi içime sinmiş kadın
Ümit ümit bakan karıcığım
50
Sen Nermin’im, narin kızım
Üstüme titreyen muhabbet
Dalga dalga duyduğum ferahlık
Sen ışığım, pervanem
Carım sevgilim, bir tanem
Tanrının hevenk hevenk sunduğu meyve
Saadeti yanında bulduğum
Sabahlar üstüne serpilmiş
Yaşama sevinci
Besmele gibi yolların başındasın
Gündüz hayalimde gece düşümdesin
Ankara, 1953
Bu şiiri, Kız Teknik Yüksek Enstitüsündeki şiir
matinesinde okumuş, hüzünlenmiştim. Ailevî nedenle
bu eğitim kurumundaki kızların arasında
değildi Nermin.
Ama yıllar sonra dışardan KTE bitirecek, hüznümüzü
silecekti. Onun elinden hiçbir iş kurtulamazdı.
Başarıyla sonuçlandırırdı, amaçladığı
her şeyi.
51
1951 YAZI- TURHAL-1
Mektuplaşıyor, görüşüyorduk. Gönül birliğimizin
hiç bozulmayacağına inanlı, güvenliydik.
Gelenek, görenek, töre; kendi kuralına
zorluyordu bizi. Topluma karşı gelemezdik.
Ana baba tarafımızı sıkıntıya düşürmek istemezdik.
Rahatça görüşebilmek için, ilişkimizi
töreye uyarlamalıydık. Nişanlanacak, ailelerimizi
rahatlatacak, biz de rahat görüşebilecektik.
Töreyi aşamazsak, aşkımızdan vazgeçecek
değildik, aşkın, deli akışında, ana baba çevresinden
kopabilir, yalıtık kalabilirdik.
Anam, dünden razı. Celal baba?
Önce kız babasının rızası
Nermin’in baba evi Tokat Soğukpınar Mahallesinde.
O evin kızına âşığım. Kız istemeye
gidecekler buranın yabancısı. Dünür olacaklardan
birisi köylü, ötekisi kökten kentli.
Kız evinin yerini öğrenmeli, kız ailesi hakkında
bilgi edinmeli, kız istemeye gidecekler
ona göre davranmalı ki: En ufak bir sorun
çıkmasın.
Nerminlerin evi; bahçe içinde, eski yapı,
yanında bir dere. Derenin kıyısına oturdum,
gözüm evde: Nermin’in çocukluğu burada
52
geçmiş. Bu ağaçlara çıktı mı, ağaçtan düştü
mü? Akan suya dalıp gitti mi? Sanki onda
kendi yaramaz çocukluğumu arıyor, onunla
özdeşlik kuruyordum.
Akarsuya dalıp gitmiştim. Baktım, yaşlıca
biri yanıma oturdu. “Ebesi, atası buralardan
gitmişlerden misin? Hani buradan göçenler
oldu. Onların torunları buralara gelir de....”
“Âşık mısın yoksa delikanlı?” Gülümsedim.
Yüzüne baktım. Duru su gibi berrak.
“Celal Efendiler hakkında bilgi edinmek istiyorum
da.” Merakla baktı. Derin derin yüzümü
inceliyor. Bir süre sustu. “Ta dededen
komşuyuz, candan akraba gibi komşuyuz onlarla.
Kötü birine benzemiyorsun. Bilirim o
halleri delikanlı. Bahtın açık olsun.”
Celal baba, aileyi tanımak için komşudan
birisiyle konuşmama öfkelenmiş. Beni yakaladı.
“Bizim kötü bir şanımız mı var ki bizi
araştırıyorsun? Hem sana kim kız verecek
bakalım!”
Titiz bir adam olduğu anlaşılıyor, hakkında
bilgi edinilmeli, ona göre davranılmalı.
Bilgi kaynağım Nermin:
Nermin’in anası, Celal Babanın ilk gözağrısı.
Nermin dört yaşındayken göçmüş dünyadan.
Celal baba, sonra Erbaa’da, yaşlı bir
öğretmenle evlendirilmiş, ayrılmış. Şekerci bir
kıza tutulmuş, onunla da evlenmiş. Kızın
ailesi, “Biz Zile’de iş kuracağız” demiş, kaymakamlık
yazıcılığından çekilip, onlarla Zile’ye
53
gider Celal Baba. Parasını bitirdikten sonra
kız da ailesi de yok olurlar. Celal Pişkin, Tokat’ta
posta dağıtıcılığına başlar. Yeniden evlenir.
Celal Babanın yaşam öyküsü çilelidir: Subay
babası Yemen’de şehit düşer. Yirmi beş
yaşında dul kalan Sıdıka Hanım, süt çocuğu
Celal’i kucağında, üç ay süren vapur yolculuğuyla
İstanbul’a ulaşır.
Sıdıka Hanım, ömrünü ilkin oğlu Celal’e,
sonra da ilk gelinin bergüzarı Nermin’e adamıştır.
Nasıl oğlunu yetiştirip el içine saldıysa,
şimdi de torunu Nermin’i yetiştirecek.
Nermin, onun torunu değil, kızıdır. Üvey analara
bırakmaz onu. Taşova’ya da torunuyla
gelmişti. Taşova’da toprağa verildi, yeri ışıklar
içinde olası.
Böyle bir babayı üzmek ne kızına, ne damadı
olacağa yakışır. Aşkımız dillerde. İlişkimizi
resmileştirip Celal Babayı rahatlatmak
gerek.
Gazi’de ikinci sınıfa geçmişim.Yaz dinlencesinde
Turhal’a gittim. Celal Babayı izledim.
İçini anlamamışım daha, kendim görüşmek
yerine Tapu Müdürü, Taşovalı Hayrettin Beyi
gönderdim ona.
Turhal Parkında, fabrika artıklarıyla bulanık
akan Yeşilırmak’a bakıyorum. Bulanık akan
benim aslında. Ne yanıt gelecek?
Celal Baba yanıma oturdu. “Kızım öğretmen,
sen de. Sonunda mutlu ya da mutsuz
54
olacak ikinizsiniz. Benimle sen konuşamaz
mıydın? Aracıya ne gerek vardı?”
Celal Babanın heyecanlı, yüksek sesli konuşması,
bende sert izlenimi yarattı. Kızdırırsam,
iş tersine döner. Sustum.
O kalkıp gidince, yakın masada oturan
öğretmen arkadaşlar geldi yanıma. “Oğlum,
sen dik adam geçinirsin. Bize miydi tafran?
Adam bağırdı çağırdı gık diyemedin.” “Arkadaş,
ben onun kızına deli gibi âşığım.”
Ne yapsam ne etsem? Şaşkınım. O zamana
değin, bir kadehten fazla içki koymamışım
ağzıma. O da yıllar arayla. İçkinin, insanı rahatlattığını,
cesaretlendirdiğini söylerlerdi. Denememiştim.
Daldım bir lokantaya. Önümde bir şişe
rakı ve mezeler. Elim varmıyor hiçbirine, kös
kös otururken, Celal Babanın lokantaya girdiğini
gördüm. Ismarladıklarımın ederinden
çoğunu bırakıp arka kapıdan sıvıştım.
Ya beni gördüyse, hoşafın yağı değildi tükenen,
benim umudumdu. Ne yapabilir, nasıl
bir yol bulabilirim? Danışacağım kimse yok.
Evlerini uzaktan gözetlemiş, küçük kardeşlere
çikolata vermiş, oyunlarına katılmıştım.
Ağabey, ağabey diyorlardı, kim olduğumu
bilmeden. Onlardan bir haber sızdırabilir
miyim?
Küçükleri buldum çeşme başında, “Sizin,
öğretmen ablanız var mı, nerede şimdi?”
“Tokat’ta, babam haber gönderdi, yarın gele55
cek” Akşam olmak üzere, Tokat’a gitsem, nerede
bulacağım?
Beni görmüşmüş Celal Baba. Sokakta yakaladı:
“Seni gözüm tutmadı. Bana kalsa, sana
kızımı değil, ayağımın tozunu bile vermem.
Ama kızıma soracağım. İnşallah, belanızı
birlikte yaşamazsınız.” Yıkıldım.
40 kişilik otobüste tek başına aşk yolcusu
Dünyanın, bütün dağlarını sırtımda taşısam,
bu denli yorulmazdım. Günlerin sinirsel
yorgunluğuyla uyuya kalmışım. Geç
uyandım. Hemen Tokat’a gidip Nermin’e “Sakın,
baba sen bilirsin deme.” diyeceğim.
Turhal’dan Tokat’a günde bir otobüs gidip
dönüyor. Kaçırmışım. Taksi arıyor bulamıyorum.
Amasya’dan gelmiş, geri dönecek bir
otobüs buluyorum. Kırk kişilik otobüsle Tokat
yolundayım. Gözlerim, binlerce projektör,
karşıdan, otobüsleri tarıyorum.
Karşıdan bir otobüs çıktı. Durdurttum. Nermin
ön koltukta beni gördü. Konuşsam, çeşitli
şeylere yorarlar. Kaçamak baktım. O da
kısık gülümseme gönderdi bana. O Turhal’a,
ben Tokat’a doğru…
Geri dönemem, “Kaçık mı, bu adam” derler.
İvedi görüşülmesi gereken bir işim var da,
görüşeceğim kişi bana geliyor mu diye, karşıdan
gelen otobüse bakmışım(!). Devam. Tokat’a
vardık. “Beni bekleyin, bir saat içinde
dönerim.” Sapa kahvede çay içip döndüm.
Görüşmem bitmiş (!). Rahatlamışım(!).
56
Nermin, babasını kırmak istemezse
Ertesi sabah, evlerini gözetleyebileceğim bir
noktaya tünedim. Öğleye doğru Nermin ile
babası evden çıktı. Yeni Turhal’a gidiyorlar.
Uzak arkadan izliyorum. Taşova’da belediye
başkanlığı yapmış Kâmil Beyin evine girdiler.
Hakkımda bilgi almak için olabilir.
Görülmeyecek bir köşeye sinmiş, evden çıkışı
bekliyorum. Baba kız, evden çıkar çıkmaz,
Kâmil Beylere damladım. Kâmil Bey:
“Gel bakalım koca âşık. Hadi, işin iş. Kız
’evet’ dedi. Celal efendi, dıştan sert görünür
ama hoş adamdır.”
Muştuya çiçek
Durur muyum? Arkalarında, gizli uçuştayım.
Bir köşeyi dönerlerken, bir ağaçtan kopardığım
çiçeği uzattım, arkadan Nermin’e,
gülümseyerek, gözüyle “babam kızar” dercesine,
önden giden babasına baktı.
Ya üvey ana?
Evdeki üçüncü üvey ana, Nermin’in, artık
parasal katkıda bulunmayacağını düşünür.
Engel çıkarabilir. Celal Baba eşini kırmak istemezse.
Ondan beş çocuk sahibi olmuş Celal
baba, yeniden evlenecek yaşta değil. En azından,
ev içi bir huzursuzluk …
Celal Babanın hem kızını alacağım hem evdeki
huzurunu bozacağım. Onu üvey ananın
dırdırından kurtarmak için, bizim rahatça görüşebilmemiz
için, hemen bu işi resmileştirmeliyiz.
57
Turhal
09 Ağustos 1952
Nişanlanıyoruz
Köyden anamı alıp döndüm Turhal’a. Kâmil
ve Hayrettin Beyler birlikte gittiler kız istemeye.
Olur alındı. 9 Ağustos 1952’de nişanlandık.
Ömründe, hiç dans etmemiş bana bir
köşede dans öğretti Nermin. Nişan töreninde
dans etmiyor, uçuyordum. “Damat da pek yakışıklı,
pek efendi.” sözleri kulağıma çalındıkça,
kendimi gerçekten öyle sanıyordum.
El âlemin gözü de sözü de durmaz
Yaz dinlencesinde, Nermin Tokat Kız Enstitüsünde
kursta, ben de bir oteldeyim. Uygun
zamanlarda Nermin’in evine gidiyorum.
Parkta oturuyoruz, bahçelere doğru geziniyoruz.
Akşamları, Nermin’in evinden geç çıktığım
oluyor. Bilirsiniz, bizde, bir erkekle bir
kadın baş başa kaldıklarında, tek şey gelir
akıllarına. Nermin’in okul arkadaşlarından
birisi, kırık aşkın acısını anlatmış Nermin’e.
Dikkatli davranması için öğütlerde bulunmuş.
Kıskanç ve gevezeymiş de. Üvey anayla
dost.
58
Dedikodu zorlamasındayız
Üvey ana: “Onlar, çoktan halvet olmuşlar”
diyor Celal Babaya.
Kimseden sözünü çekmeyen, dobra bir
adam Celal baba geleneksel ahlâk kurallarına
bağlı. Onurlu bir yeri var, çevresinde. Kızı
hakkında olumsuz bir şey söylenirse kahrolur.
Yaşamı çilelerle dolu. Yürek durgusu geçirmiş,
üvey ananın dırdırına dayanamaz.
Üvey ana sorguda
Üvey ana dedikoduyu duydu mu, uydurdu
mu? Celal Babayı kışkırtırsa, Celal Babanın
öfkesini kesmek, kolay değil. Önlem almazsak…
İvedi, Turhal’a gittik. Üvey anayı sorguya
çektim. Cinden, periden korkar, fala, büyüye
inanır o. “Sana büyü mü yaptıralım, okutturalım
mı, dinine, imanına yemin eder, Kuran’a
el basar mısın?”
“Vallahi, billahi ben öyle bir şey demedim.
Elin yalanı.” Celal Baba, öfkesinden terliyor.
Nikâhlandık
Baba dedik, elin ağzı torba değil ki, büzesin.
Ben okulu bitirinceye dek beklemek kararındaydık.
Ama vazgeçtik. Hatırını kullan,
yarın için, nikâh saati al. İki de tanık. Olsun
bitsin bu iş.
Düğün töreni olmayacak diye üzülme. Senin
kabulün, güler yüzündür, bizim törenimiz.
17 Eylül 1952’de Turhal Evlendirme dairesinde
resmen nikâhlandık.
59
Düğün de yaptık
Nikâhlı olduğumuz için, fırsat buldukça,
Nermin’in çalıştığı Niksar’a gidiyordum. Nermin
Niksar’da tanınmış, sevilmişti. Öğrencilerin
ağzından çıkan “Hocanım’ sözcüğü, bin
hocanımdı.
Çevre, arkadaşları, öğrencileri, düğünümüzü
görmek istiyorlardı. Biz de töreyi uygulamak
istiyorduk.
Niksar Halkevi salonu, bize ücretsiz verildi.
Düğün davetiyesini elle yazdık. Nermin’in öğrencileri
dağıttı. Nermin börek, çörek yapmıştı.
Bisküvi benzeri şeyler almıştık. Kocaman bir
semaver. Müzik için,bir gramofon. Eksik olmasınlar,
epey insan geldi. Dans edildi, çay
içildi. İyi dilekleriyle bizi mutlandırdılar.
Erkekler üşümez
Törenden sonra, güzün ayazında eve gidiyoruz.
Nermin titriyor. Ceketimi sıyırıp attım
omzuna. “Sen?” dedi. “Erkekler üşümez!” Hadi
canım sen de, titrememek için kendimi zor
tutuyorum.
Yatağımızı ağaçtan portatif bir karyolaya
serdik.
Bize gönül nikâhı, gönül düğünü yeterdi.
Yüzüktür, davuldur, zurnadır ya da benzeri
çalgılardır, onlardan çok daha önemlisi, özden
bir sevgiyle birbirini kabul etmek, saygıyla
birlikteliği sürdürmek, aksatılmayan mutluluktu.
Töreyi uygulamayı da görev saymıştık.
60
1953
NERMİN ÖLÜMLERDEN DÖNDÜ
Aşkın gözü kördür derler ya, sayrılığı sezememişiz
Niksar’da bir ev kiralanmıştı. O ev, Nermin
Hanımla Osman Beyin. Osman enişte, Niksar’da
daha rahat dolaşıyor, görüşüyor. Nermin’in
öğrencileri: “Aha o lacivertli çocuk yine
geldi.” demiyorlar, artık. Öğretmeninki gibi
mutlu bir evlilik özlemi okunuyor gözlerinde.
Yıllardan beri Niksarlıyım sanki. Fırsat buldukça,
Taşova’ya değil, Niksar’a koşuyorum.
Niksar’ı su yolu etmişim. Gönlüm, gözüm
oraya akıyor.
Aşkımızın coşkusu içinde, Nermin’in rahatsızlığını
sezememişiz. Ben Niksar’a vardıkça,
Nermin’in yüzünde güller açıyor. Aşkının
hızında koşan deli oğlan, sevdiğinin sararıp
solmak üzere olduğunu göremiyor. Doğacak
bebeğimizin sevincinde savruluyoruz.
Nermin, hastalıktan söz etmiyor. Sık sık
hekime gidip ilâç aldığını söylüyor ancak.
“Aşkın gözü kördür.” sözcesi doğruymuş.
İnsanı, kendi haline de kör edermiş aşk. Aşkın
coşkusunda, kendisini bile göremezmiş
insan.
61
Sağaltım için reçete, rapor yeter mi?
Hükümet tabibi, her başvurusunda hap
içeren reçete veriyormuş. Hastalık geçmedikçe,
istirahat raporu. Arka arkaya sıralanan
raporlar. Kız Enstitüsü Müdürünün dikkatini
çekiyor. O, işin yalnızca göreve devamını düşünmüş
olacak ki: Durumu Millî Eğitim Müdürlüğüne
bildiriyor.
Nermin görevini savsaklıyor mu?
Nermin öğretmen, görev savsakçısı mı? Sık
sık rapor alıp nereye gidiyor? (Yarıyıl, dinlencesinde,
dilekçe ile bildirerek Ankara’ya, bana
gelmişti ya. Aşk kaçamağı mı ?) Kız Enstitüsü
ve Millî Eğitim Müdürü, olayı yerinde incelemek
için Niksar’a geliyor. Hasta öğretmeni
çağırtıyorlar. Beti benzi solmuş, ayakta duracak
durumda değil öğretmen. Bir yere gitmediğini,
ayakta duramazken bile görev başında
olduğunu görüyorlar.
Nermin hastaneye kaldırılmış
Nermin, Tokat Devlet Hastanesine kaldırılmış.
Tanılama Anemi: Kanda akyuvar azalmış,
hemoglobin de. Kan, gövdenin bütün bölümlerine
yeterince oksijen taşıyamıyor.
Bitirme sınavını yarım bırakıyorum
Okul bitirme sınavı çaba ve heyecanı içinde
sık sık gelen mektupların seyreldiğini anlayamamışım.
Huzursuzluğumun nedeni sınav
değilmiş. Koyu bir dindarın mırıl mırıl
62
dua okuması gibi Nermin’den gelen mektupları
okurdum. Üç dört günde bir şehirlerarası
telefona koşardım.Onları boşlamaktanmış,
beni boğan sıkıntı.
Tokat Kız Enstitüsü Sekreteri
Beduhiye Abla
Akşamın karanlığında postaneye koştum.
Nermin’in eskiden oturduğu ev sahibine telefon
ediyorum. “Nermin Hanım biraz rahatsız
da.” Ötesini söylemiyorlar. Ertesi sabah Kız
Enstitüsü Sekreteri Beduhiye Abladan aldım
haberi. İki dersten daha sınava girmem gerek.
Güz dönemine kalsın.
Tokat Devlet Hastanesinde
Koptum geldim Tokat’a. Nisaiye Bölümünde
Nermin. Beklediğimiz bebeğin doğumu için,
vakit erken. Bebek ölecek mi korkusundayım.
Nisaiyeci Celadet hanımla konuşuyoruz:
Bebek sağlıklı görünüyor, erken alabiliriz. Ama
anemi var. İlikler kan yapmıyor. Onu önleyebilir
miyiz?
63
Kaçak refakatçı
Ziyaret günleri dışında hastaneye girmek
yasak. Aradan giriyorum. Hastamın başındayım.
Doktor, hemşire geleceği zaman, bir yana
sıvışıyorum. Halime acıyan kat hizmetlisinden
yardım alıyorum gündüzleri.
Geceleri de hemşirelerin insafına kalmışım.
Gencecik, güzel öğretmen ağır hasta, eşi
de bitirme sınavlarını bırakıp gelmiş. “Doktorlara
görünmezsen, bizden çekinme.” diyor,
hemşireler. Geceleri bir sandalye üstünde
bekliyorum güzelimi. Birkaç söz etmek bile
sağlığına kavuşur umudu veriyor bana.
Sabahları, hastamı doğrultup, pencereden
kiraz dalını gösteriyorum “Ne canlı. Ben sana
ak çiçekli kiraz dalımsın derdim. Sen de iyi
olacaksın.” Fazla duramıyor, başını indiriyor
yastığa. Dışarı kaçıp, bir köşeye döküyorum
gözyaşlarımı.
Dellenmişim
Yemek yiyemiyor, serumla besleniyor. O
serum şişesi, bana göre cansuyu. Ama serum
takmak için damara girmek gerek. Damar kolay
bulunamıyor, defalarca iğne batırıldıkça,
güzelimin çektiği acıyı, yüreğime bıçak saplanmış
gibi, ben yaşıyorum. Gözyaşım görülmesin
diye, dışarıya kaçtığım oluyor. Birinde,
kapı aralığından izliyordum, serum için, elverişli
damar arayışını. Yedi kez batırıldı şırınga.
Damar bulunmadı. İçeri girip, iğneyi adamın
elinden alıp yere çarpmışım. Dellenmiştim.
64
O günlerin tıbbındaki olanaksızlık
Hastaya kan verilirse düzelebilir. Ama Tokat
ve yakın illerdeki hastaneler elverişli değil.
İstanbul’da Ankara’da olabilir mi? Hasta
taşınabilecek durumda mı? Doktorlar bile
kuşkulu.
Acı atlasına dönüşen yüzümü göstermemek
için, hastanenin arka penceresinde nefeslenip
döneceğim. Pencerenin altı taş yığını:
Bir olanak bulunsa, o olanağı yaratana, ömrüm
boyunca taş taşıyarak borcumu ödesem.
Nerdeee!
İntihar edeceğim
Güzelimin göçmesini görmektense, şuradan
tepe üstü, taş yığınına atlasam...
Ya iyileşirse, ona bırakacağım acının ağırlığı?
Buna hakkım var mı? İnsafsızlık! Bebeği,
erken tahliye edeceklerini söylüyorlar. Anası
da gitti, ben de gittim. Ne olacak, o ağızsız,
dilsiz bebek? Hem dölle hem bırak kaç! Sorumsuzluk!
Ölemiyorum!
Bebek ölü doğar, anne kurtulamazsa; ben
de öldüm demektir. Ömür boyu, bir ölüyü mü
taşıyacağım gövdemde, yüreğimde?
Asuman doğuyor
11 Mayıs 1953, saat 21.30. Bebek, yedi
aylık olarak, ana karnından tahliye edildi.
Ananın yüzü güldü. Küvöze alınmış bebeği
camdan gözetliyor: Elini söyle yaptı, ağzını
böyle büzdü diye anaya haber taşırken,
65
“Savaş bitti” haberini veren postacı gibi uçuyorum.
O haberlerin, ana yüzünde açtırdığı
gülümsemeler, güzel sonun muştusu gibi,
bungunluğumu götürüyor sanki..
(Bebek elini ayağını oynatıyor, ağzını büzüyor
muydu? Ben süsleyerek anayı sevindirmeye
mi çabalıyordum?)
Asuman’ın ilk yolculuğu
Küvözden alınır alınmaz, görevlilerin elinden
kaptım bebeği, anasının kucağına. Hastalığı uçtu
Nermin’in. Tüm dünyayı, canlıları yaratmış
Tanrının büyüklüğü parlıyor gözlerinde.
Analığın Tanrı gibi büyüklüğü, doğa gibi doğurganlığı
karşısında saygıyla eğiliyorsunuz:
Analık olmasa erkeklik, yaratıcılığın onurunu
yaşayabilir miydi? Her doğum, dünyaya yeni
bir katkıdır. İnsanlığa yeni bir umut aşısıdır.
Kadını anlamak; insan olmak, uygarım diyebilmektir.
Teşekkürle gözlerinden öpüyorum.
Nermin, biraz dirileşti ya güldürmek istiyorum:
“Sana derdim ki ‘Ben öyle şehir erkekleri
gibi, kucağımda bebek taşımam. Şimdiden
bunu bil.’ İçinden bana beddua ettin ki
ahın tuttu. Şimdi bebeği, Turhal’da çocuk
doktoru Ceyhun Atuf Kansu’ya götüreceğim.
Ne aptalca söz etmişim, değil mi?” Kendi acısını
unuttu: Çocuğu incitirsin, üşütürsün, iyi
taşı, diyor.
Dr.Ceyhun Atuf Kansu, derisi pörsük bebeğin
elini tutup çekiyor, bebek elini vermek
66
istemiyor. “Osman, korkma. Bu bebek çok
canlı, direngen. Son zamanlarında ana karnında
beslenemediği için derisi pörsümüş.”
Doktorun sözlerini aktardığımda, yüzünde
güller açtı. Analar, evren boyu, düş boyu gül
bahçesidir. Sütlerinden çok, sıcak sevgileriyle
beslerler yavrularını. Anamı kucaklar gibi
kucaklıyor, gözlerinden öpüyorum.
Baştabibe saldıracakken bayılmışım
Hasta tedaviye cevap vermiyor, hastaneden
çıkarmalısınız diyorlar. Başka yere taşınacak
durumda değil. Önceleri kaldığım otele,
hastamı buraya yatırabilir miyim dedim.
Yüzleri, katran karası taş duvar. Yazık ama
biz ölecek hastayı alamayız.
Tokat Hastanesinin Baştabibi, ünlü şanlı
bir doktor. Çevre illerden, hasta yağıyor, ona.
Böyle bir doktor, benim hastamın derdine derman
olabilir. Dil döküyor, ricalar ediyorum.
“Bak delikanlı, hastanemizin hekimleri elinden
geleni yaptı. Başkasına imkânımız yok.
Biyoloji okumuşsundur, ilikler kan yapmıyor.
Hastanı al götür, evinde rahat ölsün.” Ölgün
oturduğum koltuktan ayağa fırladım,
sanki doktor suçluymuş, tokatlayacağım onu.
Sonrasını bilmiyorum, bayılmışım.
Bir sığınak
Nerminlerin, ev komşusu, çocukluk arkadaşına
rastladım. Tokat’a yayılmış: genç bir
bayanın öleceği, eşinin öğrenimi bırakıp gel67
diği ve yeni doğan bebeğin ortada kalacağı.
Gözü yaşlı, boynuma sarıldı: Şifalar dilerim.
Allah’tan umut kesilmez.
Evini bize açacağını söyledi, buyur etti. Sıkılıyorum
ama başka çarem yok.
Yeri ışıklı olası bir amca
Sersem sepet dolaşırken, Behzat Caddesinde
birisine çarpmışım. Adam: “Sabah sabah
sarhoş musun, nesin?” dedi. Dik dik bana
bakıyor. Dilim tutulmuş.. “Ağzın, dilin yok
mu senin. Konuşsana!” Ben de yine ses yok.
Amca, yarı baygın birine yardım eder gibi koluma
girdi. Kahveye sürükledi. “Hele, birer
çay içelim. Bir derdin var senin. Kötü birisine
benzemiyorsun. Anlat, derdine bir çare bulunur.”
Anlatmaya başlar başlamaz: “Ha, bizim
komşu postacı Celal’in damadı mısın?” hastaneden
çıkarıldığımızı, hastaya kan verilemediğini
söyledim.
“Kolay o dedi, Sabah erken kasaplara gidecek,
taze dalak alacak, sıkıp, kanı hastaya
içireceksin.”
Başka çare yok
Yemek yiyemeyen hastaya kan içirilebilir mi?
Hastane yok, doktor yok! Amcanın önerisinden
başka çare de yok. Nermin: “Doktorun iyileştiremediğini
dalak kanı mı iyileştirecek?” diyor,
olmazlanıyor. “Haklısın, ama başka umar
kalmadı. Üç kişi birden öleceğiz? Denemek
68
zorundayız. Haberin olsun tabanca (*) aldım.
Kurtulamayacağımız noktaya gelirsek, ilk kurşun
bebeğe, ikincisi sana, sonuncusu da bana.
Bunu istemezsin. Bu denli acıya dayandın,
üç canı kurtarmak için, bir denesek”.
“Sen içsene!” Kan dolu bardaktan aldığım, bir
yudum ağzımda, bardağı uzatıyorum. Çektiği
sıkıntıyı görmek istemiyorum. Dışarı çıktım.
Yararı dokunmazsa? Zulüm mü ediyorum?
Tanrı mısın, doğa mısın, Hızır mısın, her
kimsen yetiş! Ben acıyla yaşayamam! Elinden
gelenin hepsini yap! Kimsen yetiş!
Yalvarmak kavramı, niçin girmiş sözlüklere
derdim. Meğer insan kurtulmak için yılana
bile sarılabilirmiş. Bu kız, bana raslamasaydı,
aşkımda ısrar etmeseydim, vaktinden önce
döllenmeseydi, bu hallere düşer miydi? Günahım
büyük. Bu acıyı taşıyabilir miyim?
(*)Ne tabancası? Çay parası bile hesaplı.
Kul sıkışınca Hızır yetişirmiş
Bizim Hızırımız emekli ebe Akile Çubukçu.
Akile Hanım. Nermin’lerin eski komşusu. Nermin’i
ta çocukluğundan tanıyor, seviyor. Kızı
da Kız Enstitüsünde Nermin’in öğretmeniymiş,
Nermin’i çok severmiş. Kendi evlerinin
karşısında bir buçuk odalık bir ev tuttu bize.
Öz kızıymış gibi bakıyor Nermin’e. İlaçlarını
alıyor, iğnesini yapıyor. Gündüz bakımı yetmiyor,
geceleri de yokluyor.
69
Akile Hanımın özenli bakımının yanında
dalak kanı içirmeye devam ediliyor. Yirmi bir
gün sonra Nermin’in eli ayağı hareketlendi.
Daha rahat konuşuyor. Ama hastalığın yıkıntısını
üstünden atamamış henüz. Ara sıra
titizleniyor. Surat asıyor. Aynayı yüzüne tutuyor,
“Bu karamsarlık, güzel yüzüne yakışıyor
mu, hiç?” diyorum, gülüyor. “Bak, işte
kendin oldun. Kendini kurtardın, bebekle beni
de kurtaracaksın” diyerek alnından öpüyorum.
Yasemin, Nermin, Osman, Çağla
9 Kasım 2002
70
TURHAL-2
(03.09.1953- 30.07. 1953)
İlkokul Öğretmenliğine dönüş
Gazi’ye Tokat ilinden gitmiştim. Tokat’a
atanmak için dilekçe verdim. Gereğini yaptılar.
Tokat ili, durumumuzu biliyor: İkimizi de
Turhal merkezine atadılar. 1953-54 öğretim
yılı Turhal’da çalıştık.
1954’te bitirme sınavı için Ankara’ya gitmiştim.
Nermin’in gönderdiği Fotoğrafın arkasındaki yazı:
“Hatıramızı en derin, en sonsuz sevgilerimle
sunuyorum. 29.05.1954 Canın. İmza
Nermin’i sırtımda taşıyorum
Müftü Mahallesinde bir ev bulmuştuk. Yeşilırmak
taştı. Mahalleden çalıştığım Atatürk
71
İlkokuluna değin her yer su altında. Ayağımda
lastik çizme, sırtımda Nermin. Okulun
önünde Nermin’i sırtımdan indiriyorum. Oradan
işine gidiyor.
Akşam okulun önünde karşılıyor, sırtımda
eve taşıyorum. Öğretmenler bana gülüyor.
Hele o derme çatma mahallenin kadın, erkeği
bizi seyre çıkıyor: Kılıbığa bak! Erkeğe bak!
Umurumda mı dünya? Güzelim iyileşmiş.
Kızım, sağlıklı büyüyor. Biz, öyle yazılı sözleşme
yapmamışız. Nikâh memurunun “İyi günde
kötü günde…” sözü bağıtlamamış bizi.
Resmi hiçbir bağıt olmasın, bizimki gönül
bağı. Her şey, vız gelir, tırıs gider.
Turhal, 1953
baharı. Nermin
Turhal Şeker
Fabrikası
bahçesinde
72
Celal Baba ile nasıl baba oğul olduk?
O da Turhal’da, biz de. Celâl Efendi, oranın
sevilen, sayılan adamlarından. Öğretmen
aylığıyla sıkıntıya düşeriz belki diye, yakını
esnafla tanıştırdı beni.
Esnaftan Adnan Bey: “Celâl Efendi yazık
etmişsin kıza.” demiş.
Niçin mi?
Ocak ayının başı, Turhal köprüsünde iki
çocuk: Biri dört, ötekisi altı yaşlarında: Üstlerinde
yalnızca gömlek, ayakları yalın: Buza
basıp havaya hopluyorlar.
Çocukları, Adnan Beyin dükkânına götürdüm.
Baştan ayağa giydirttim. Komşudan aldırttıkları
ayakkabılar da veresiye. Adnan Beyden
aldığım para ile biraz harçlık, ellerine de
birer çikolata. Çocuklar, ilkyaz kuşu oldu,
uçup gitti. Arkalarından, dükkânın kapısına
dayanıp ağlamışım.
Bu hal, Adnan Beyin ticaret kafasına sığmamış
da…
O akşam rakısı, nevalesiyle oturdu ocağımızın
başına Celâl Efendi. “Evlat, özür dilerim,
sen benim öz oğlumsun.” dedi.
Asuman bebe beni eğitmenleştiriyor
İlk çocuk, dünyaya, aslan pençesiyle sarılmak:
Dünya dümdüz oluyor. Her türlü engeli
aşacak, her türlü zorluğu yenecek güç kazanıyorsunuz.
Kendinizden birine adanmak,
yiğitleştiriyor insanı: Selsiz seylapsız günlerde
73
okula gidip gelirken: Yassıl dağlar yassıl Osman
Efem geliyor diye mırıldanırdım.
2 yıl ortaöğrenimde, 2 yıl da yüksek öğrenimde
meslek dersleri görmüş, dört yıl öğretmenlik
yapmıştım. Bana öğretilenleri aktarırmışım:
Turhal Atatürk İlkokulu 1.sınıfında 30 öğrencimden
her birinin bir yeri, bir devinimi
Asuman’a benziyor. Onlar mı benim kızımdan
çalmışlar, kızım mı onlardan bir şeyler
aparmış? Olmaz ki öyle şey! Biz çocuğumuzu,
nasıl tapınır gibi seviyorsak, onun için
her türlü fedakarlığa hazırsak, onların ana
babası da öyledir.
Ana baba öğretmen duyarlığını, her çocuğa
anası, babası gibi muamele edip, sevmeyi,
bana kızım öğretti dersem, abartma olmaz.
Nermin’e bunu anlattığımda: “Kadın duyarlığı
ile erkek duyarlığı arasındaki fark bu. Öğretmen
öğrencinin hem babası hem anası olmalı.”
dedi.
1984 Baharı – Oran.
Nermin, Can evin bahçesinde
74
YALNIZ SEN
Her biri bir bucakta kalan
Kimi gerçekti kimi yalan
Nice dosta gönül verdim
Hepsinden hepsinden güzeli
Narin, beyaz bir kadın eli
Vefayı yalnız onda gördüm
İşten dönerim ki eşikte
Yatağımız soframız birlikte
Neş’em hüznüm.
Onunla derdim
Dal yeşili, göklerin nuru
Duyduğum erkeklik gururu
İçime sevinçleri serdim
Her şey ama her şey gönlümce
Yaşadıkça böyle bilece
Sadece sana gönül verdim
Turhal 1953
75
N…..
Akşam ufuklarınca serinlik
Sabahlarca bir hoşluk
Verir bana varlığın
Kara somun baklava olur
Birlikte yeyince
Iraklar seninle yakın
Fincanımın tatlı falısın
Yollar mı teller mi
Aç açabildiğince
Bahçemsin, ağacımsın, dalımsın
Uzanıver yanıma
Ver ellerini
Bembeyaz, ince
Sen kim olmalısın
Anadan kardeşten üste
Yaşayıver böyle
Yüreğimin derinliğince
Turhal 1953
76
DOĞANHİSAR
(30.07.1954 – 01.10.1954 )
Doğanhisar
Doğanhisar köy. Türkiye’nin kaç köyünde
ortaokul vardı o zaman, bilmiyorum. Ben köylü
çocuğuydum. Köye hizmetten gocunacak değildim.
Gittim gördüm. Doğanhisar bir kasaba.
Doktoru var. İnsanını da sevdim.
Nermin’in Doğanhisar’a atanmasını bekliyoruz
Türkiye’nin neresinde olursa olsun, eşimle
birlikte çalışmak istediğim dilekçeyi MEB’na
sunmuşum. Umutla bekliyoruz. Ama bir türlü
kararname gelmiyor.
Sözüm ona isteğimiz yerine getirilmiş
Atama kararnamesi geldi. Beni Reşadiye’
ye, Nermin’i Doğanhisar’a atamışlar.
Konya - Tokat arasında
İki ay, sekiz gün bizi süründürdüler, acı
çektirdiler. Ayrıldığımız ve gideceğimiz yerlerin
okullarında eğitimin aksayacağını hesaba
almadılar.
Neden, niçin? Siyasaya sırtını dayamış bir
bürokratın cakasından.
77
VATAN
Bir çocuk tanırım, öküz güden
Şimdi elleri mürekkep içinde
Aşk, ışık verir gözünden
Uzaklarda vatan hizmetinde
Millet kadar genç ve zinde
Bir doktor bilirim dağlar ötesinde
Onun ellerindedir vatan
Buğday tarlasında zeytin küfesinde
Köylü kızların mendillerindedir vatan
Vatan doyduğun yer derler: Yalan
Çalıştığın, ömür verdiğin yerdir vatan
Bir öğretmen bilirim,
yaprak gibi bakışları
Issız köylerde onunla beraberdir vatan
Vatandan bir parçadır fistanın nakışları
Baharlardan haberdir vatan
Aşımızda tuzdur, biberdir vatan
78
Al bayrağa döner dolaşır
Kızlar gibi çapkın, kıvrak
Tarlada Fatmayla ağlaşır
Düşer yollara türkü çığırarak
Veya esenlikle gam dağıtarak
Çocukların gözlerinde kuşlar gibi
Benim genç alnımda sıcak sıcak
Anam olacak, bacım olacak
Vatandır Zeynep’in emzirdiği kucak kucak
Doğanhisar, 1954
Osman, Eren Can, Nermin
Ankara – Oran, 1995
79
KARIMA
Hayat mı dedin karıcığım
O seninle başlar
Adınla girer hikâyeme
İyimserlik
Sen, yalnızlığımın çiçeğisin
Aman rüzgâr esme
Kaderimin aynasında büyüsün
Beraber yeşerdik
Sevimli küçük fidan, andız
Bana ‘baba’ diyen kız
Seninle geldi bahçeme
Can verdik
Bir anam bilir acımı, bir de sen
Şefkat rüzgârlarıdır bakışlarında esen
Aman üstümden çekme
Kalsın bu serinlik
Doğanhisar, 1954
80
TOKAT-REŞADİYE
(08.10.1954 –25. 11.1956)
Reşadiye, 1954
REŞADİYE’DEN BİRKAÇ ANI
Asuman’a süt ve sınav kâğıdı
Bir büyük anadan süt alırdık, Asuman
için. Torunu öğrencimdi. O getirirdi sütü. Çoğuncası,
para üstünü almazdık.
81
Arkadaşlardan öğrendik ki, süt herkesten
çok daha pahalıya veriliyor bize. Ülkemizde,
genelde verici tanışıklık, sağmal inek gibi kullanılır.
Öğrenci şımarıyor, tanışıklık rüşveti bekliyor.
Büyük ana süt almayı kestiğimiz için,
hakkımızda dedikodu yapıyor.
Öğretim yılı bitmek üzere. O öğrencinin
yazılı sınav kâğıdını okuyordum. Geçer durumda
değil. “Garez etti” demesinler diye
yanıtların her birine, 1, 2 puan ekleyerek notu
4.5’a yükseltmeye çalıştım.
Teneffüs zili çaldı. Nermin geldi. O arada
ben hile-i şeriyeyle 4,5’a çıkarmıştım notu.
Kâğıdı delercesine imzaladım. Uzun bir soluk.
Rahatladım. Nermin:
- Derse girerken de bu kâğıt vardı elinde,
45 dakika bununla mı uğraştın? Dağ mı devirdin
ki ooh çekiyorsun?
- Öğrenciliğimde, dik kafalılığımdan ötürü
benim notumu kısanlar oldu. Onlara benzemeyeceğim.
- Öğrenci bilir mi bunu?
- Bilmesine gerek yok. Öğretmenim, ben bileceğim
elbet.
Ense köküme eğildi, saçlarımdan öptü
Nermin’in öpücüğünden daha büyük armağan
olur mu?
İki’den üç’e çıkmıştık, dört’lendik
Reşadiye’de, Ortaokulun yanında, Şevkiye
Çağman’a ait bahçeli bir evde oturuyorduk.
Bahçesi meyveli ağaçla dolu bu evde, biz de
82
bir çiçek daha açtık: 31 Mayıs 1956, saat
6.00’da Yasemin doğdu: “Komşunun kızı çiçek
suluyor/Maviler daha mavi, kırmızılar daha
kırmızı oluyor/ Ben gülüm, ben karanfil, ben
yasemen diyor/ Boy boy renk renk çiçekler.”
Yasemin, Yasemen, Jazmin, Jazmina Gelsemino,
her dilde var bu çiçek. Evrensel. Dünyaya,
yeni bir çiçek katkılamak, bizi de çiçeklendirdi.
İnsanlığa yeni değer eklemekten
daha büyük sevinç olur mu?
Halk, kendi yararına çalışanı tanır
Öğrencimizin, yarısından çoğu köylerdendi.
Üçü beşi, bir evde kalırdı. Geceleri onlara
uğrar, derse hazırlanıp hazırlanmadıklarını
denetlerdim.
Reşadiye
Temmuz 1956
Oturduğumuz evin
bahçesi
Yasemin kucakta,
Asuman yanda.
83
Halk, bu adam geceleri ne geziyor karanlık
sokaklarda? Başka bir amacı var demezdi.
Biraz sert davransanız bile halk anlıyor sizi.
Onun hizmetine koşulmuşsanız bağışlamaya,
sevmeye hazırdır.
(Halk dokusunun bozulmasından daha büyük
felaket yoktur, uluslar için.)
Halkın güzelliğine bakın
Askerlik Şubesi başkanının oğlu, benim
dersimden bütünlemeye kalmış. Çıkardığım
dergideki yazımın başlığı: Ticaret Ahlâkı. Bay
Başkan, o yazıdaki iğnenin yöneldiği esnafa
gidiyor: “Bu herif Köy Enstitülüymüş. Sonradan
bu komünistlere yüksek öğretim hakkı
tanımışlar da, ortaokul öğretmeni olmuş.”
Esnafın yanıtı: “Delibozuk görünen biri ama
çocuklarımızı yetiştirmek için çırpınıyor, gece
gündüz. Müdür öğrencilere saçınızı kestiriniz
dediğinde öğrenci uymuyor da, o nöbetinde
öğrenciye söyleyince, ertesi sabah herkes tıraşlı
geliyor. Vatana, millete bir zararı yok
adamın. Komünist öyleyse ben de komünist
olurum.”
Süresini doldurup kaçmaya çalışanla kendisini
halkın hizmetine adamışı ayırt etme
sağduyusuna bakın. Cumhuriyeti halka indiremeyişimizin
nedenlerinden birisi de halkın
sağduyusundan habersizlik değil mi?
O sağduyuyu özümsemiş birisi vardı yanımda.
Sağduyusuzluk karşısında küfrettim
84
mi, beni azarlamazdı, nazikten nazik, terbiyeliden
terbiyeli Nermin’im.
Köyden yaya gelen üç öğrenci
Bir sabah ilk derste, öğrencilerimden biri
sıraya yığıldı. Çocuğu sırtlayıp Hükümet Tabibine
götürdüm. Hasta değilmiş, açlıktan bayılmış.
Onlar, üç çocuk, arka sırada otururdu.
Yanlarına vardığınızda yalnız ekmekle doyunanların
ağız kokusu, burnunuzu sızlatırdı.
Üçünün durumu, birbirini aratmaz. 10
km.lik köyden yaya gelip yaya dönüyorlar.
Bunlara öğle yemeği vermek için bir olanak
yakalayabilir miyiz? Açıktan söylemeden yoklamalar
yaptım. Olumlu sonuç alamadım.
Nermin ile, kendi çocuğumuzu düşünerek,
bu çocuklar için ne yapabileceğimizi aradık.
İkimiz de maaşın üstüne, ayda otuz altışar lira
ek ders ücreti alıyoruz. Bunu almadık saysak,
işte 72 lira.
Nermin, ‘Teknik öğretimden ücretli olduğu
için ücreti benimkinden çok. Toplam 90 lira.”
(Olanaksızlıktan olanak yaratmasına hayranımdır.
Önce anlattığım, “kadifeli manto”yu
anımsar mısınız?)
Vur aşağı, sür yukarı, birisi et olmak üzere
çocuklara üç kap yemek için lokantacıyla
anlaşıldı.
85
Yolların düğümlendiği, ile ulaşmak gurbete
çıkmak gibi olan köy yapılı ilçeye kısılıp
kalmış hangi bayan öğretmen, böylesine razı
olurdu?
Nermin, bana bağışladığı aşkı, ana yüreği
ile yetkin insan duyarlığıyla daha tatlılaşıyor,
güzelleştiriyordu dünyayı.
Biz, iki saf Asaf’tık: Afrikalı aç çocuklar
görüntüye düşünce gözlerimiz yaşarırdı. Ulusal
bayramlarda öğrencilerin resmi geçiti, göğsümüzü
kabartırdı. Sevinçle gözlerimiz yaşarırdı.
Piyangodan para çıkarsa, yoksul çocuklara okul
açmayı düşünürdük.
Çocuklarımız için, özdeksel birikim bırakmak,
aklımızdan geçmemiştir, hiç. Ama onlara
iç zenginliği, insanlık değeri bıraktığımıza
inandık/gördük.
Onur madalyası
(Ayrılıştan 45 yıl sonra gelen madalya)
24 Kasım 2001, gece yarısı telefon çaldı:
Reşadiye’den Temel Özcan arıyor:
- Öğretmenim, öğretmenler gününüzü kutluyorum.
Sizin ve annemin (Annem dediği eşim
Nermin) ellerinden öperim.
- Teşekkür ederim Temel. Nasılsın?
- Bugün ilçede, öğretmenler günü, ilçenin
bütün erkanıyla kutlandı. Ben sizi anlattım.
- Ne dedin?
Temel anlatıyor:
“Osman Bolulu Öğretmenimiz, dersine vaktinde
girer, vaktinde çıkardı. Bir gün gecikmişti.
Saatine baktı: “On üç dakika geciktim.
86
Özür dilerim.” dedi. Sonra ekledi: “Ben ayda
üç yüz lira maaş, otuz altı lira da ek ders
ücreti alıyorum. Ayda doksan altı saat derse
giriyorum. Hesaplayın bakayım, bir saate ne
düşüyor? Bir saatin karşılığını ödeyeceğim.
Onunla sınıf kitaplığına kitap alacaksınız.”
“Olmaz öğretmenim” dedik.
“Beni borçlu bırakmaya hakkınız yok” diye
diklendi. “Dersin hepsi gitmedi. Öyleyse on
beş dakikanın parasını ödeyin.” önerisinde
bulunduk. “Hayır! Gedikli namus olmayacağı
gibi eksikli hizmet de olmaz.” deyip bir saate
düşen parayı sınıf başkanına verdi. Ondan
sonra normal dersimize devam ettik.
Konuşmamı, şu sözlerle bitirdim: “Bizim
45 yıl önceki öğretmenimiz böyleydi. Öyle öğretmenler
yetiştirdi bizi. Adaletli, esenlikli bir
yurt ve yönetim bekledik. Türkiye’nin değerlerini
heder edenlere selam, öğretmenime saygılar.
Selamımın anlamını anlıyorsunuz ya!..”
Temel, öğretmen emeklisi. Onun öğrencilerine,
bizden bir sızıntı ulaşmıştır belki
avunusuyla, o geceyi nasıl rahat uyuduk, sabahını
nasıl ışıklı, dünyayı ne güzel bulduk,
bilemezsiniz. Temel bunları Tokat ve Reşadiye
gazetelelerinde yazmış. Kesiklerini gönderdi
bana. Ne güzel armağan. Bankalar dolusu
param olsa, onun yanında hiç kalır.
Bana verilen idari cezalar, belgeliklerin tozuna
gömülmüş, çürümüştür. Ama öğrencilerimiz
yaşıyor, kimi de çocuğuna anlatmıştır bizi.
Yüzlercesi aramıştır bizi. Hangi görüşe kaymış
olurlarsa olsunlar, hiçbirinden saygısızlık
87
görmedik. Onların bizi araması, bizim için birer
onur madalyasıdır.
UZAKTA
Hani geceleri çoban ateşleri parlar ya
Reşadiye’de işte onlar kadar
uzaktayım ben
Ellerim dallarla uzanır semaya
Dağ pınarları gibi ıssız akarım
Kendiliğinden
Günler bir dişi tay mı ne
Koşuyorum koşuyorum tutamıyorum
Buğday pişman bu taşa düştüğüne
Dönüyorum dönüyorum öğütemiyorum
Ananın oğuldan uzaklığı
Dikenli tarlalardan beri yoldaşım
Tek çarem, umut korum yıldız parlaklığı
Anadolu’nun yellerinde esrik başım
Hele ki ilk göz ağrım aynı yastıkta
Haydi bulutlar derim,
bir ses ‘baba’ deyince
Biz, beş kişi rahatı, şöhreti bıraktık da
Bir köydeyiz, ahlat ağacı sessizliğince
Reşadiye, 04.10.1954
Çoban ateşinin ışığı, İstanbul’a vurmuş: Hüseyin
Karakan ŞİİRİMİZ 1956 (seçki) kitabına almıştı
bu şiiri.
88
KIZIMA
Sevda rüzgârının getirdiği sen
Yeşeren, büyüyen çiçek
Güller açılır gülsen
En güzel türküm ninnilerin olacak
Sokaklara düşerim gün ağarır ağarmaz
Akşama dek kollarım yorulmadan
Evimin ocağımın ışığı olmaz
Hastalansan, ağlasan
Senin için çırpındığım gündüz gece
Yumuk ellerindedir yarınım
Çözüldü hayat denen bilmece
Artık ne üzgünüm ne yorgunum
Saadet için attığım tohum
Şafakların aydınlığından
Ilık mevsimleri tutarsın ellerinde
çocuğum
Yaşamaktır çığlığından taşan
Bir zincir ki halka halka sevgiden
Sensin ananla benden sonraki
Yaşamın gönüllüsü bu nesil yeniden
Her şey iyilik, güzellik uğruna unutma ki
Reşadiye, Kasım 1953
Asuman erken dillendi: “Baban, annenin nesi?”
“Canısı” derdi. “Ya annen, babanın nesi?”
“O da annemin canısı!”
89
BİR KÜÇÜCÜK KULÜBECİK
Benim küçük peteğimdeki ne
Ellerinin sıcağı Ner
Kıvanç düşür gözlerine
Gözler gözler bu gözler
Benim küçücük peteğimdeki ne
Ör kozanı sabrın mutluluğundan
Çocukça deprenen aşkla
Günlerin ince oluğundan
Hele bir akmaya başla
Ör kozanı sabrın mutluluğundan
Ellerin gözünden ırak küçük peteğimiz
Hevenkle vermiş Tanrı çokçasını
Her akşam çocukça seviştiğimiz
Neyleyeceksin bundan ötesini
Ellerin gözünden ırak küçük peteğimiz
Reşadiye 1956
İlkin ev bulamamış, bir evin bahçesindeki kulübemsi
barakada oturmuştuk. Mekânın önemi
vardır da içinde yaşayanların sevgisidir derme
çatma mekanı mutluluk sarayına dönüştüren.
90
GİTMEK KORKUSU
Dalıp gitsem bir limandan içeri
Eşini yitirmiş martılar gibi
Deniz feneri miydi gözleri
Gariplerin kim olacak sahibi
Dalıp gitsem bir limandan içeri
İnce ellerinden dokunmadı mı bu sıcaklık
Nasıl koyup gideceğim
Neler çektik, ağrıksımadık
Karanfilim benim, deste çiçeğim
İnce ellerinden değil mi bu sıcaklık
Bir gün benden kopanlarla sen kalırsan
Bir de gençliğimi gömdüğüm kitaplarım
Sıcakça toprağıma yüz sürsen
Yine senin için ağlarm
Bir gün benden kopanlarla sen kalırsan
Reşadiye,1956
91
SABAHLAR ÜSTÜNE
Bir tutam saçın savrulsun
Yeter karşımda
Gözlerin yedi mevsime varsın
Çiçek açtırır dağında taşında
Bir tutam saçın savrulsun
Şimşek gibi aydınlat kısadan
Deryaya düşmüş kayıktakini
Tütüver şu yıkık bacadan
Yeşert susuz ekini
Şimşek gibi aydınlat kısadan
Serptiğin yok mu sabahlar üstüne
Öylesine bereket delirsin
Garip âşığın kastı ne
Acep bilir misin
Serptiğin yok mu sabahlar üstüne
Reşadiye, 1956
92
BİRİNCİ TÜRKÜ
Uzak bir yolculuğa çıksam
Özlem kıvranırken minnacık mendilinde
Yıldızlarla pencerenden aksam
Aynalarda şavk sevgin ellerinle
Nerim benim
Gözlerim benim
Bir ince tütünsün
Bahar ince yeller esrik
Gülsün dalların gülsün
Der meyvelerimizi elma erik
Nerim benim
Gözlerim benim
Uçuşsun kuşlar bırak
Otlar sudan yeni çıkmış kızlar gibi
El ele göz göze yaşamak
Hayat bu değil mi
Nerim benim
Gözlerin benim
Reşadiye, 1955
93
İKİNCİ TÜRKÜ
Boğalı dağlarında bir tutam çiçek
Benim sarı çiçeğim, top çiçeğim
Gözlerinde başladı gözlerinde bitecek
Güllü dikenli sevdiceğim
Türkünü söylerim
Nerim
Gecenin ortasında bir mum
Narin alnında alevi
Türkü söyle korkuyorum
Güneşli havada kar gibi
Erisin kederim
Nerim
İpini koparan uçurtma
Denize düşen el kadar
Sıcak günleri arama
Artık bir hoş insanlar
Sen yalnız bizi ara
Ben bunu derim
Nerim
Reşadiye, 1955
Ben Boğalı Dağının eteğindeki bir tütün tarlasında
kuşluk vakti doğmuşum
94
ÜÇÜNCÜ TÜRKÜ
Bir tutam ışıksın çocuk
Dalların üstüne düşürdüğüm
Kapın rüzgâra açık
Esintin görkem nefesin sürgün
Kara kahırda ak’ı seçmelisin
Minik kuşlar kanatlanacak, yarına değin
Her güz, yeniden ekmelisin
Bahara boylanır tohum dediğin
Şu ocakta tıkırdayan ne
Kapımı çalan kim
İnanıyorum güzel umutların pişeceğine
Karşımda gülümser çocuk dediğim
Niye tuzlusun, arada bir
Mavi göllerin aynasını
Dalgalandırsan n’olur
Çocuk çekinserliğin kırık değildir
Aşıma tuz biber tadı verir
Reşadiye, 1955
95
SENİN ELLERİN
Tellere koy yüreğini
Küçük kuşlar gibi
Uzaklara çağrın gelse
Senin ellerin üşür mü Leylim
Kar yağsa
Rayların üzerinde
Işıklar nasıl kayıp giderse
Seninle öyle uzaklara gidelim
Senin ellerin üşür mü Leylim
Koynuma girse
Haberci ateşler
Karlı dağlarda nasıl tüterse
Öyle uzat ellerini
Senin ellerin üşür mü Leylim
Yüreğim gibiyse
Reşadiye, 1955
96
AMASYA- TAŞOVA
(29.11 1956 – 01.07. 1959)
Zora koşmuşum kendimi
Taşova Ortaokulu 1953’te açılmış. 10-15
evlik köy, merkezî olduğu için, ilçe yapılmış.
Halkı, yakın köylerden gelen insanlardan. Ortaokulun
açılışı, Taşovalıyı üniversiteye kavuşmuş
gibi sevindirmiş.
Üç yıl içinde, iki müdür yetersizlikten ötürü
görevden alınmış. Stajyer öğretmen müdür
vekili. Üçüncü müdür benim. Öğrenci
haytalaşmış. Taşovalı önceden beni tanıyor.
Kendi çocuğu saydığı benden çok şey bekliyor.
Nasıl üstesinden geleceğim, bu işin?
Halktan destek
Halk beni ağırlamak istiyor. İki avuç içi çarşıdan
geçerken, “hiç olmazsa, bir çayımı iç”
diye dükkânlarına çağırıyorlar. Böylesi bir ilgiden
alacağım destekle zorlukları aşabilirim.
Belediye başkanıyla görüştüm. Okulda çaylı
bir veli toplantısına karar verdik.
Velilere:
- Benden çok şey beklediğinizi biliyorum.
Güveninize teşekkür ederim. Sizler askerlik
yapmışsınızdır, ana baba olarak evinizi
yönetmişsinizdir. Her iş için bir disiplin ge97
rek. Okulun durumunu biliyorsunuz. Disiplinsiz
askerle savaş kazanılamayacağını da
bilirsiniz.
Benim de, ilkokul başöğretmenliğinden
başka deneyimim yok. Bir süre sıkı davranırsam,
darılmayacaksınız. Şikâyetiniz olursa bana
açık açık söylerseniz bu işi, yardımlarınızla
başaracağıma söz veriyorum. Başarılı
olamazsam, yıl sonunda başka bir yerde öğretmenlik
isterim.
Benim bu yılki başarı sicilimi tutacak,
müfettiş gibi beni denetleyecek sizlersiniz.
OKULA YENİ BİR HAVA GETİRMELİYİM
Pazartesileri derse İstiklâl Marşıyla başlıyor,
cumartesileri İstiklâl Marşıyla bitiriyoruz
haftayı. Daha önceleri böyle değilmiş. Halk
hoşlandı. Hafta başı, sonu törenlerinde öğrencilerle
konuşuyor, nasıl davranacakları konusunda,
onları aydınlatıyorum. Kıyıdan köşeden
izliyor halk. Cuma günleri vaaz eden müftüye
gösterdikleri saygıdan bana pay ayırdıklarını görüyorum.
Gece gündüz öğrencileri izliyorum: Sokaktan
evine, evinden kıra değin. Haytalık yapanı
uyarıyor, vazgeçmezse, evlerine gidiyorum.
Sokaktan ayağı kesildi öğrencinin.
Okul bahçesine voleybol, basketbol sahaları
yaptırıldı. Halk seyre geliyor. O sahalarda,
bahçede çerçöp, kâğıt benzerini ben toplamaya
başlayınca öğrenciler de işe koyuldu.
98
İşi sıkı tutuyorum: Sabahın sekizinden
akşamın yedisine değin okuldayım.
Haytalığı bırakmamış olan yok mu?
Getirdikleri ‘mazeret’ (özür) puslalarındaki
imza velinin mi, velilere soruyorum.
Göreve başlamadan önce mimlediklerimden
dördünün, ırmak kıyısına doğru gittiğini
gördüm. Dersim biter bitmez, ırmak kıyısına
vardım. Çalılığın arasında ver yansın gözüne
iskambilin. Biri:
- Vur lan papazı.
- Asıl papaz gelirse.
Tepelerinden sesleniyorum:
- Papaz burada. (Saçım gür ya, sürekli
öğüt veriyorum ya papaz benim.) Azar bekliyorlar.
Yok!
- Haydi, okula gidiyoruz.
Okulda azar, öğüt yok. Şaşırdılar.
Papazın yardımcıları onarımda
- Pazar günü bana yardım edeceksiniz.
Okulun arka duvarında sıvalar dökülmüş.
Araç gereç hazır. Yıkığı birlikte onaracağız.
İşi bitirdik.
- Hocam affettin mi bizi?
- Ödeştik. Bir daha haytalık etmeyeceğinize
güveniyorum. Haydi, Belediye Bahçesinde
çay ısmarlayayım size.
99
Yatsı çayı
M.ye rastladım yatsıya doğru, beni görür
görmez fırının penceresine yaklaştı. Camı tıklattı.
- Ne yapıyorsun?
- Akşam ekmeği alacaktım da.
Bayat iki ekmek aldı. Para çıkmadı cebinden.
Parayı ben ödüyorum, sonra babandan
alırım. Rahatladı. Gidecek.
- Unuttum be, ben de akşam yemeği yememiştim.
Hadi, size gidelim.
Kol kola varıyoruz eve. Akşam yemeği yenmiş.
Baba anlıyor durumu. Parlayacak. İşaret
parmağımı dikine ağzıma götürdüm.
- Bacı, bir yatsı çayı makbule geçer.
Uğurlayan babaya: “Üstüne varma. Bir daha
yapacağını sanmam”
Masa tenisinde yenilgi
İşler gide gide rayına oturuyor, ama günlerdir
ayakta, dolaylı didişmede olmak, sinirlerimi
germiş. Öğrencilere sertleşmişim. Birkaçını
hırpalamışım. Çocuklardaki kırıklığı
nasıl onarabilirim? Okul salonuna birkaç tane
tenis masası konmuştu..
Masa tenisinin dakikası kırk para. Yenilen
ödüyor. İncindiğini sandıklarımı seçiyor, onlarla
maç yapıyor. Yeniliyorum. Biliyorum ki
içlerinden “Sen beni nasıl hırpaladınsa, ben
100
de seni yendim, para ödettirdim ya!” diyorlardır.
- Aferin sana! Bak beceriklisin. Öteki tutum
ve davranışlarında da aynı özeni gösterirsen
başaramayacağın iş olmaz: (Hem hakkın
teslim edildiğini öğrensin, hem de iyiye güdülensin.)
sözlerimden sonra omuzlarını okşayınca,
öyle dikine yürürlerdi ki meydan savaşı
kazanmışçasına.
OKULUN HAVASINI DEĞİŞTİREN ETKİNLİKLER
Zoraki Hekim
Anadolu kasabalarına tiyatro adı altında
baldır bacak gösterileri yapılır. Halkın kafasındaki
tiyatro budur.
Öğrencilerimiz Moliere’nin Zoraki Hekimini
oynayacak. Yapıtta sahte bir hekim var.
Kasabalı, gördüğü bir tipin adını, hemen bir
tanıdığına yamar. Hükümet Tabibi Selahattin
beye, yakıştırma sıçramasın, hem de tiyatro
görmüşler, ilk izlenimlerini belirtsin diye; ilk
provaya, ilçenin resmi erkanını çağırdık. Onların
konuşmaları yayılsın, halk merak etsin.
Erkanın notu pekiyi.
Önce veliler, birkaç kez halk seyretti oyunu.
Dahasını bekliyorlar.
101
Paydos
Cevat Fehmi Başkurt’un Paydos adlı oyununda:
İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya
çıkan ekonomik bunalım içinde gelişen
çarpık ilişkiler anlatılır, genel ahlâk açısından
eleştirilir. Olay, idealist bir öğretmenin
çevresinde döner. Öğretmen, geçim zorluğuna
düştüğü için, meslekten ayrılmış, öğrencilere
paydos demiştir.
Kasabalıya yaşadığı süreç, kasabalı anlayış
ve idealist öğretmen hakkında, bir şeyler
iletebilir mi, bu oyun?
Okul salonu kitaplık
Varlık Yayınlarının gençlik düzeyine uygun
olanlarının her birinden birkaçar tane
120 kitap getirtmiştik. Yaz dinlencesinde
eşimle kitapları okumuş, onlar hakkında notlar
tutmuştuk.
Öğretim tam gün: 9.00’da başlar, 15.15’te
biterdi. Öğrenciyi eve salmazdık. Sıralar, sınıflardan
uzun salona çekilir, orası kocaman
kitaplık olurdu. Herkesin elinde bir kitap.
Okuyorlar mı, tünel mi geçiyorlar? Başlarına
dikilir; hangi kitabın, hangi sayfasındaysa,
öncesine değğin sorular sorardık. Kemküm ederlerse:
- Biz, kitapları okuduk. Hangisinin, hangi
sayfasında ne anlatılıyor, biliyoruz. Dikkatli
oku!
102
Dinlenceye rastlayan bayramlarda da
Okul bahçesinde ulusal bayramlarımız üstüne
öğretmenler konuşuyor, öğrenciler şiir
okuyor. Veli, halk izliyor. Okul, önde bayrak,
onun arkasında trampet takımı ilçeyi dolaşıyor.
Ulusal bayramlarımız halkla kutlanmış
oluyor.
OKUL İÇİ SORUNLAR VARDI
Kimi öğretmenler
Yönetim aksaklığı, kimi öğretmenleri gevşetmiş.
Ders zili çalar çalmaz sohbeti kesip
sınıfa gitmiyorlar. Ama 45 dakika dolar dolmaz,
başlarını uzatıp hizmetliye:
- Niçin çıkış zilini çalmadın diyorlar.
Saat salonun duvarında. Kaç dakika geç
girdilerse, o kadar geri almış, bekliyorum.
- Saati, ben geri aldırdım. Derslere vaktinde
girip çıkılmadıkça, her gün burada bekleyeceğim.
Derslere vaktinde girilip, vaktinde çıkılıyor
artık.
Ağzı bozuk öğretmen
S.Bey Sivas merkezinden Taşova’ya sürülmüş
yaşlı bir adamdı, Taşova ilkokulunda görevliydi,
ortaokulda ücretli din dersine giriyor.
Arada sırada öğretmenlerin dersine girer,
öğretimin nasıl işlediğini izlerdim.
103
Sınıflar, uzunlamasına bir salonun bakışımlı
iki yüzüne diziliydi. Salonda dolaştınız
mı, içerdeki konuşmaları duyabilirdiniz.
S.beyin bulunduğu sınıftan küfürlü sesler
geliyor. Bekledim, devam ediyor. Çocukların
anası babası kimi varsa, tümüne sövüyor.
- Hocam, biraz dışarı gelir misiniz?
- Buyurun müdür bey.
- Sizin sözleriniz sokakta birine söylense,
kurşunla cevaplanır. Üstelik, din dersindesiniz.
Sizi bir daha burada görürsem, küfürü
aşan şeyler yaparım.
Vay efendim, ücretli öğretmen, il onayıyla
görevlendirilir, görevden çekilirmiş. Aynı okuldan
ücretli gelenler, gelmemeye başladı. Haftada
18 saat ders yapmam gerekirken 32
saat derse giriyorum. Boş dakikam yoktu.
Sonra yakın köy okullarındaki öğretmenlerden
yararlandık.
Milletvekilleri sorguya çekiyor beni
Çarşıdan geçerken, bir dükkândan çağrıldım.
İktidarın 6 milletvekili, ayağa kalkarak
tokalaştılar. Müdür beye, bir kahve söylendi.
Övgülü söz ediyorlar. Bakalım, arkasından ne
gelecek?
- Müdür bey, kendi başınıza, bir öğretmenin
işine son vermişsiniz.
- Okulun öğretmeni değil. Ücretli. Din dersinde
öğrencilere sövüyordu.
- Yine de yasal değil.
104
- Kolayı var. Ankara’ya gidince ME Bakanına
söylersiniz, yeteri kadar öğretmen gönderilir.
Olay üzerine soruşturma yapılır. Suçum
varsa benim müdürlüğüme son verilir.
İzninizle beyler!
Kahveyi yarım bırakıp çıktım.
Vali ve Yüklenici
Vali, hiçbir yere uğramadan ortaokula geliyor.
Doğrudan ortaokula gelişinin, bir nedeni
olabilir mi? Verilemeyecek hesabım yok ki.
Valiyi, okul bahçesinde karşıladım. Partili
yüklenici (müteahhit) yetişti arkadan:
-Vali Bey, okulun onarımını yaptım, iş bitti.
Bu Müdür, gereken evrakı imzalamıyor,
paramı alamıyorum, aylardır.
Vali’nin sorulu gözleri üstümde.
- Biraz müsaade eder misiniz Vali Bey?
Şükrü Efendi, çabuk bir kazma getir.
Kazmayı, okulun arka yanındaki tuvaletin
duvarına vurdum, sıvaların altından tahta
çıtalar çıktı.
- Şartnamede bu duvar tuğladan.
Vali yükleniciye ters bakıyor.
Tuvalete gelen su borularının geçtiği yeri
kazmaya başladım. Yirmi santimde borular
göründü.
- Boruların, toprağın 80 cm. altında olması
gerekirdi. Bakınız 20 cm.
- Defol, işini doğru yap da öyle al paranı,
dedi yükleniciye vali.
105
Müdür odasına girerken kimseyi yanına
almadı. Müdür masasına buyur ettim.
- Otur bakalım yerine.
Sorguya çekecek beklentisindeyim, göreve
başlarken yazılmış sümen altına konulmuş
tarihsiz istifa dilekçemi sundum kendisine.
- Görevini terk edince, millete yararlı olacağını
mı sanıyorsun? Koy onu yerine. Senden
sonra daha yeterlisi mi oturacak sanıyorsun
yerine? (Vali, Mehmet Varinli idi.)
Vali beye güvendim:
İktidarın 6 milletvekili yanında, Mercimek
köylülerin validen cami istediğini, valinin:
- Ben okulu bulunmayan köye cami yaptıramam
dediğini duymuştum.
Beni yüreklendiren vali beye güvendim.
Köylerden Gelen Öğrenciler İçin Pansiyon
Öğrencilerimizin epeysi köylerdendi. Üçü
beşi bir evde barınırdı. Gece denetlemelerimde
ders çalışmadıklarına, sırtlarını cami duvarına
dayayarak dağdan bayırdan konuşan
köylü babaları gibi laf öğüttüklerine tanık oldum.
O çocuklara daha sağlıklı, hem de ders çalışmalarına
elverişli bir pansiyon açabilir miydim?
Ortaokulun yanındaki hükümet tabipliği
binası boşalmıştı. Orayı pansiyon yapmak
için Vali Beye gittim. Binayı, yıllığı iki üç
106
saatlik ders ücretini karşılayacak bir ederle
bize verdi.
Köylerden gelen çocukların ailesinin gelir
durumunu biliyorum. Öğrencinin kiminden
60, kiminden 40, kimindense 20 lira aylık ücret
alınıyor. Aradaki fark, halkın yardımıyla
kapatılıyor. Geceleri, öğretmenler, öğrencilerin
ders çalışmalarına yardım için görevlendirilmiş.
Her gece pansiyona uğruyorum.
Pansiyonun yönetiminde, öğrenciler de görevlendirilmişti.
Seçimle, görevlileri değiştirebilirlerdi.
Aşçı bulunmadığı zaman yemek pişirdiğim
oldu. Lokantalar ucuz yemek verdiler.
MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜ (*)
Ormancılığım sürüyor
Taşova, suların taşıdığı toprakla oluşmuş
küçük bir ovaya konuşlanmış. Yeşilırmak,
her bahar, kasabanın kıyısındaki toprağı denize
taşıyor. Öğrencilerle ırmak kıyısına ağaç
dikmeye gitmişiz. Döndüm ki millî eğitim müdürü
okulda. Ağaç dikmeye gittiğimizi öğrenmiş.
Okuldaki durumu incelemiş:
- Okulu bırakıp ağaç dikmek senin işin
mi?
107
- Çarşamba öğle sonu sosyal etkinliklere
ayrılmış. Oturduğumuz çevreyi korumak için
ağaç dikmeye gitmek de bir sosyal etkinlik.
- Senin gibi bir ormancı öğretmene Reşadiye’de
de rastlamıştım.
- O ormancı da bendim beyefendi.
Tartışma sürüyor:
- Öğretmen kadrosu yeterli değil. İlkokuldan
ek derse gelecekleri küstürmüşsün. Haftada
18 saat ders yapman gerekirken, 32
saat derse giriyorsun. Enayi misin sen arkadaş?
- Bir enayi varsa, o ben değilim.
(*) Reşadiye’yi çevreleyen çamları kurutan
asalakları, öğrencilerle temizliyorduk. Yanımızda
forslu bir araba durdu. Bana “sen ormancı
mısın?” demişler, onlara sırtımı dönmüştüm.
Arabadaki vali; “Bize plan değil, pilav
lazım” demiş, senatör olmuştu. ME müdürü
de Amasya’ya atanmıştı.
108
Taşova’da yaptırmakta olduğumuz ev
Osman ve Nermin merdivende.
Abdullah’ın kucağında Yasemin. 1957
Askerliği bir yıl erteleyeceğim
İkinci yılın sonunda askere çağrılmıştım.
Ev yaptırıyordum, yarım kalacaktı.
Hem de memleketimin çocuklarına hizmet
aşkım yarım kalacaktı. Amasya hastanesinden
20 günlük rapor alarak, bir dönem sonra
askere gitmek istiyordum.
Hastaneye sevk yazısı ME müdürüne imzaya
götürülünce, sevki yeniden düzenlettirmiş
ME müdürü: Altına not koydurmuş: “Askere
gitmemek için rapor almak istiyor.” Görevli
arkadaş:
- Usule aykırı ama emre uymak zorunda
kaldım.
109
Makamına vardım. “Bu yazınız, rapor almamı
kolaylaştıracak. Sizi şikâyet edebilirim,
ama etmeyeceğim.”
Doktora anlattım. 20 günlük rapor verdi.
Raporu yenileyebileceğini söyledi. Raporluyum
ama görevimi aksatmadım, çalıştım.
ME Müdürü ve Vali Bey
İle gittiğimde millî eğitimde çalışan arkadaşlara
uğrardım. Geçerken gördü, milli eğitim
müdürü. Makamına çağırdı. Masasının
gözüne el attı.
- Burada hakkında altı dosya var.
- Zimmet mi, ihtilas mı, yüz kızartıcı bir
suç mu, görev suçu mu? İşleme koyabilirsiniz.
- Bana kalsa, hiç durmam da, vali bey engelliyor.
Vali beye, bir görün. Vali bey küfrederse
ses çıkarma, bana bile küfrettiği oluyor.
Anlaşıldı, valiye karşı da ödünsüz davranacağımı,
hakkımdaki dosyaları anımsatacağını,
soruşturma başlatılabileceğini, en azından,
azarlanacağımı kurmuş müdür beyefendi(!)
Kapıyı tıklatıp, araladım. Vali, telefonda birisine
ağır sözler söylüyor. Geri çıkmaya davrandım.
Eli ile “gel” işareti verdi. Kuşkulu, ayaktayım.
Önündeki koltuğu göstererek “otur” işareti.
Konuşması bitti.
- Hoş geldin. Bir isteğin mi var müdür
bey?
110
Olanı, olduğu gibi anlattım.
- Hak edene küfredilir.
Zile bastı, kahve söyledi.
Azarladığı Göynücek kaymakamı. MEB’dan
Vali beye Göynücek ortaokul inşaatının durumu
sorulmuş. Vali de, telefonla kaymakamdan
aldığı bilgileri MEB’na aktarmış.
Vali Mehmet Varinli işine titiz ve özenli bir
yönetici: Astlarını ve işleri, gece gündüz demeden
denetlerdi.
O sabahın karanlığında, okul yapımının durumunu
görmek için Göynücek’e gitmiş. Kazma
bile vurulmadığını görmüş.
O andaki konuşmada kaymakam, inşaatın
subasman düzeyine çıktığını söyleyince ona
öfkelenmiş de..
Taşova’daki hizmetimin değeri varsa
Gece gündüz koşturuyordum. Birkaç yüz
metre ötedeki evimin özlemini çekerdim. Sokağın
başında evimin ışığını yanar görünce
rahatlardım. Sığınacağım liman Nermin’di.
Çocukları özler, onlarla oynayarak yorgunluk
atmaya çalışırdım. Eskisi kadar roman, düşün
kitabı okumaya zamanım yoktu. Bir şiir
kitabını yere serer, göğsümde bir yastık, yüz
üstü şiir okurdum onlara. Çoğu kez Yasemin
sırtıma yatmıştır. İkimizin birden uyuyakaldığı
olurdu.
Evi ihmal ediyorsun gibi söz duymadım.
111
Taşova’daki hizmetimin bir değeri varsa,
en büyük payı Nermin’in üstünedir.
Taşova günlerinde şiir pınarımın bakraç
doldurmadığı görülüyor. Şiirle bürokrasi uzlaşamıyor,
bürokrasi şiiri öldürüyor.
PENCERE
Muştu kapısı mısın, nesin pencere,
Kanadındaki ışıkla ferah yüreğim.
Akşam karanlığında köşeyi dönünce,
Seni, mutlaka yanar göreceğim.
Mutumu mutuna bağladıklarım
senden içeri
Seni aydın görmek, onların kaderi
Aman silme, aynandaki dönenceleri,
Evimin sağlığı, esenliğin önderi!
Yâr koynundaki gecenin sabahı,
sana dönük;
Çizdiğin resimlerde buldum, bütün gücü.
İster süslü ol, ister yıkık dökük,
Aman kapanma, n’olur canımın içi!
Taşova, 1957
Birinciliğe koşan yarış atı gibi nefes nefeseyim.
Rahat soluğa vaktim yoktu. Sabahın köründe,
akşamın koyulaşmış karanlığında; Taşova sokaklarında
işine koşulan, iki kişi, arabacı İdris’le
Taşova Ortaokulu müdürü Osman Bolulu. Saba112
hı açar, günü geceye taşırdık. Selamlaşırdık. Yorgun
atının hüznü İdris’in yüzünde, sulu kumun
ağırlığı omzundaydı İdris’in. Sanki ayağı prangalı.
Taşova’da yazdığım şiirlerden biri İdris için:
EŞİTLİK
Düşünme öyle pis pis
Ulan Arabacı İdris
Şu salına salına giden hanım
Güzelliğini aynalarda bulamayacak
Ambar göbekli bey
Dökülüp minderlerde kalacak
Bütün sarayların pencereleri kör
Bütün insanlar eşit olacak
Dayan be İdris
Mezarlığa kadar
Taşova, 1959
113
YEDEK SUBAY OKULU
Ankara - Ahlatlıbel, Yedek Subay Okulu kampta.
Osman Bolulu (başı açık, elleri cebinde olan.)
Güvencem vali bey
Nermin ipekten ince, gülden naziktir. Onu
gören sessiz sanır. Hiç tepkisi olmayacak izlenimi
verir. Kavgalı ayrıldığım milli eğitim müdürü
onu incitirse, ayrılıktan çok bunu düşünürdüm.
Vali Mehmet Varinli çalışkanız, dürüstüz
diye bizi seviyor, kolluyordu. “O adam haksızlık
ederse, hemen valiye gidersin” dediğimde:
“Sen kendine bak” diye yanıtlamıştı beni.
(Kimseye minnet etmediği gibi, zorluklara
da minnet etmezdi.)
114
Nermin ağzının payını vermiş
Yedek Subay Okulundan, izne çıkmıştım.
Taşova’ya indiğimde Nermin okuldaydı. Yeğenim:
- Yengemi sessiz sanırdım. Milli eğitim müdürünün
ağzının payını verdi.
- Ne oldu, anlatsana!
- Yengemle müdüre çıkmıştık. Konuşurken
yengeme ‘sen’ diye seslenip duruyor.
- Bana ‘sen’ diye seslenemezsiniz. Saygılı
olun!
- O azılı herife mi güveniyorsun?
- Kim azılı herif?
- Burnunun doğrusunda giden kocan!
- Hıncınızı benden mi alacaksınız. Hiç yeltenmeyin!
- Seni dağ başına sürebilirim.
- Elinden geleni yapmazsan namertsin. Unutma,
attan büyük deve var. Çat, kapattı
kapıyı.
Nikâh tazeleyelim
Akşam sofrası kurulmuş. Nermin:
- O ne güzel, ziyafet mi var?
- Evet, kaymakam, belediye başkanı, müftü
gelecek. Biz resmi nikâhla evlendik. Şimdi
bir de dini nikâh yapacağız. Yiğitliğini kanıtladığın
için.
- Şakanın bu kadarı fazla. Hiçbiri olmasa,
gönül nikahı yetmiyor mu bize?
115
Kahkahayla kucaklıyor:
- Yeğenim anlattı. Seninle onur duyuyorum.
Sen arkamda oldukça, dağlar deviremezbeni.
İkinci ders Hasan Çocuktan
Yedek Subay Okulundan izine çıkmışım.
Sokağımızdan evimize geçiyorum. Ufaklığın
biri koşup bacaklarımdan kucakladı.
- Hoş geldin, müdür amca.
- Hoş bulduk, senin adın ne?
- Hasan.
- Kimin oğlusun?
- Demircinin.
Yazıklar olsun bana, kapı bir komşumun
çocuğunu tanımıyorum. Ne bir topak şeker
vermişim ne bir çiğneyim sakız vermişim ona
ne de başını sıvazlamışım. Sözümona eğitimci
olacağım!
- Hasan, beni tanıyorsun demek?
- Tanıyorum hem de çok seviyorum
- Ne yaptım ki niçin seviyorsun beni?
- Biz bu sokakta çizgi oynarız, büyükler
çizgimize basar, azarlar, sokaktan kovarlar.
Sen koskoca müdürsün, hiçbir gün çizgimize
basmadın, azarlamadın bizi hiç.
Eğilip kucaklıyorum. Öyle sarılıyoruz ki dünyanın
bütün çiçeklerinin içindeyim şimdi.
116
Hasanların çizgisine basmasak, dünya daha
bir güzel mi olacak ne?
Nermin’den Hasan’dan aldığım ders, beni
onurlandırdığı oranda düşündürdü, daha da
insanlaşma çağrıları vardı, o günün içinde.
Yeniden vuslatla esridik o gece.
Nermin, Osman
Hasanoğlan Köy Enstitüsü, 1992
117
YEDEK SUBAY
Konya’dan Amasya’ya
Yedek Subay Okulunu bitirince Konya
Astsubay Ortaokulu öğretmenliğine atanmıştım.
Kıtada çalışmaktan daha rahattı öğretmenlik.
Nöbet görevi yoksa, dersiniz bitince
serbesttiniz. Aynı dönemde YSO bitiren öğretmen
arkadaşların burada oluşu, sivil havamızı
sürdürme olanağı yaratıyordu.
Ama ben eşimden, çocuklarımdan ayrı kalışın
acısından kurtulamamıştım.
Demokrat Parti ve Menderes’in diktaya kayan
yönetiminden, öfke derecesinde rahatsızdım.
Ağzım gümrüksüz: Menderes’in uygulamaları
üzerine dilime geleni söylemekten çekinmiyordum.
Birkaç kez, oda hapsiyle cezalandırıldım.
Öğretmenlikten alınıp, hizmet bölüğünde
görevlendirildim. Bu, dolaylı bir cezalandırma.
Öğretmen yetiştiren orta ve yükseköğrenim
çıkışlı, bir ortaöğretim kurumunda müdürlük
yapmış adam, öğretmenlik yapamazmış (!)
Bu iktidar sürerse, terhisimde nelerle karşılacağımı
kestirmek zor değil.
118
27. 05. 1960’ta Menderes Konya’ da olacaktı
27 Mayıs sabahı, tabanca belimde, Konya
Hükümet konağının önündeydim. Nutuk atılacak
kürsü kurulmuş.
Bir karışıklık olursa, tarafımı tutacaktım.
Bir tabanca ile ne yapabileceğim, başıma neler
geleceği hesapta yoktu. Ortalık sessiz.
Hiçbir hareket yok. Bir haber. Menderes kaçarken
yakalanmış.
Karnındakinin adı ‘Hürriyet’ olacak
Nermin ve iki kızım, tanıdık evde konuktu.
O evin önüne koştum.
-Nermin, balkona çık!
Şapkamı balkona fırlattım.
- Karnındakinin adı ‘Hürriyet’ olacak,
(HÜRRİYET adına doğan kızım, yıllar sonra
yazılısında üstün başarılı kızım, mülakatta
adından dolayı başarısız sayılmıştı.)
Ankara’ya koştum
Ankara’ya gidip Yedek Subay Dairesi Başkanı
albayla ve asker kökenli milletvekili Ferda
Gülay ile görüştüm.
Görünüşte sürgünüm: Amasya Er Eğitim
Tugayına atandım.
Memleketime sürgün, başım üstüne!
119
BAĞLILIK
Sen mevsimlerin en güzel çiçeği
Ben dünyanın en arzulu erkeği
Bilirim bensiz gecelerin yarım
Ömrümün tümünce seni koklarım
Konya, 1960
ÖZLEME
Koklanası ince ellerini ararım
Taze sarmaşıklar gibi tırmanan
Uzaklık insafsız, uzaklık iç kırım
İki fidan, uzak sıcaklarda kavrulan
Konya, 1960
Nermin’in saçlarından, mavi kurdele ile bağlanmış,
minicik bir deste cüzdanımın içinde dururdu.
Akşam yatarken, sabah kalkarken, onu
kokladıkça özlem ateşim artardı.
120
AMASYA ER EĞİTİM TUGAYI
Dönemdaşlarım teğmen olmuş, ben kıdemli
(!) asteğmenim. Olsun! Eşim, çocuklarım
50 km.ötede, Taşova’da. Onlara gidip gelebilirim.
Terhis olmuş gibiyim.
Talimgâh Bölüğü komutan vekiliyim. 135
onbaşı var bölükte, çavuşluğa hazırlanacak.
Astsubaylar var. Zorluk çekmeyeceğim.
Amasya Er
Eğitim Tugayı
10 Kasım 1960
Konuşan
Osman Bolulu.
Yedek subaylara ders
Yedek Subay Okulu 52. dönem öğrencisi,
iki ay önce kıtaya gönderilmiş. Tugay Komutanı,
iki ay önce kıtaya katılmayı uygun
121
bulmamış olmalı ki: Yeni gelen yedeksubayları,
çavuş adaylarıyla birlikte biz eğiteceğiz.
Akşamları yedek subaylara yurttaşlık, Cumhuriyet
hakkında ders vermekle görevlendirildim.
Yedek subaylara kendimi, “Ben kurmay
asteğmen Osman Bolulu” diye takdim ederdim.
Vakti geldiği halde teğmen olamadığım,
üstelik çavuş yetiştirecek bölük komutanlığımla
gır gır geçmek için.
Onlar beni, ben onları anlamıştık. Gündüzleri
çavuşluk eğitimi, akşamları yedek subaylara
ders, sıkıntı değildi. Dostluk şöleniydi.
Bir akşam Tugay Komutanı dersi denetime
geldi. Her zamanki havayı bozamazdım.
Dost arkadaş söyleşisi biçiminde işledim konuyu.
Dersten sonra azarlanırım korkusundaydım.
Dersten çıkınca komutan beni makamına
götürdü.
- İster misin, senin orduda kalmanı önereyim.
- Paşam, siz üsteğmenken, Çanakkale Jandarma
Okulunda, büyük ağabeyimin bölük
komutanıymışsınız. Sizi, saygıyla anlatır. Orduda
kalırsam, pişman olabilirsiniz, beni bağışlayın!
122
19 Mayıs’ı Kutlama.
Karışıklık nedeniyle 19 Mayıs yapılamamıştı.
19 Haziranda yapılacaktı tören. Talimgâh
Bölüğünü, on günde törene hazırladım.
Amasya Selağzı’nda yapılan törende, tugay
adına, ben konuştum.
Arkamda bandolu bir bölük
Tugay komutanı bandolu bölükle ilçeleri
dolaşarak, gerekirse, yakın illerin ilçelerine
sarkarak 27 Mayıs Devrimini anlatmakla görevlendirdi
beni.
Tugay komutanı sicilimi düzeltmiş olmalı
ki, terhisten önce teğmen olabildim. Terhisten
iki yıl sonra üsteğmenliğim bildirildi.
Amasya
19 Haziran 1960
Geç kalan 19 Mayıs için
Osman Bolulu
konuşuyor.
İki’den Beş’e çıkış mutluluğu
Nermin’le ikileşmiş; Asuman’la üçlenmiş;
Yasemin’le dörtlenmiştik. 7 Ekim 1960 üçüncü
kızımın doğduğunu öğrenince, bir tak123
siyle Taşova’ya koştum. Nermin’le çocukları
Amasya’ya getirdim. O gece.
Üçüncü kızımın adı hazırdı: HÜRRİYET
Bizim evde demokrasi sağlıklı işler. Ablaları,
ona ön ad ekledi: Ayşegül. Ayşegül Hürriyet
Suluova 1964. Osman – Nermin, çocuklardan
büyüğü Asuman, ortancası Yasemin,
küçüğü Ayşegül Hürriyet.
İKİ’DEN BEŞ’E
Şimdi güzelliğin salkım saçak
Eski halinden ayrı
Bahçemizde açan çiçeklerden olacak
Hava ferah
Şimdi güzelliğin salkım saçak
124
Güller daha mı kırmızı ne
Küçük, rahat dereler örneği içim
Üçüncü yolcunun geldiğine
Türküler yakılsın yaylalarda
Asuman dedin, gökler
Daha duru mu ne
Yasemin ile donattın bahçemizi
Hürriyet’in güllerini serptin
Güller üzerine
Mutluluğu okuyup gidelim böyle
İki’den beş’ e vardık
Güller daha duru mu ne
Çaresiz gemiler gibi siste değil başım
Derdimi bilir, candan bakarsın ya
Bizim için yeşeren çiğdemleri
İnce ellerinle sularsın ya
Çaresiz gemiler gibi siste değil başım
Amasya Merhaba Dergisi 1960
* 17 Eylül 1952, Turhal’da resmen ikileştik,
* 11 Mayıs 1953, Pazartesi 21.30 Tokat Devlet
Hastanesinde Asuman doğdu, üçleştik.
* 31 Mayıs 1956, Perşembe 06.00, Reşadiye’de
Yasemin doğdu, dörtleştik.
* 7 Ekim 1960, Cuma, 15.30, Taşova’daki
evimizde Hürriyet doğdu, beşleştik.
125
AMASYA
(30.1.1960 – 02. 11.1962)
31.12.1960’ta terhis olmuştum. Nermin
Amasya’da. Dilekçe vermişim, Amasya merkezine
atanmayı bekliyorum. Kararname Merzifon
Ortaokuluna. Yer mi yoktu? Ordudan ayırdıkları
6 subay, Amasya Lisesi’ne atanmıştı.
Ankara’ya gittim. Bir türlü düzelttiremedim.
Nermin’in adı kurtardı
Kız Teknik Öğretim Genel Müdürü Sıdıka
Avar, Nermin’in Tokat Kız Enstitüsünden
müdürü.
- Ben sizin damadınızım, üç tane de kız torununuz
var. Kızınızdan, çocuklarımdan ayrılığa
dayanamam. Bana yardım eder misiniz?
Ortaöğretimle konuştu. Olmaz. Zorla olur aldı.
Amasya Kız Enstitüsü Türkçe öğretmenliğine
atandım.
Emeklilik, maaş bakımından bir ay kaybım
olacaktı. Olsun! Bize birlikte olmak yeter.
126
VAKİT VARKEN
Bilirim güzel kız
Seni de delişmen çocuk
Umutların kanatlı
Dünyaların dümdüz, serin ve geniş
İstemem, umutlarını gerçekle değiş
Değirmen oluğu, gümbür gümbür
arzuların
Zamanla çekip gider, uzak
Mevsiminde dalın çiçeklendiği
Sonra yaprak dökümü, sonra tuzak
Dağınık yeleli kısrakların koşuda şimdi
Ellerinde durul durul sabahlar
Bir dulda vuracak kapına, bir ikindi
Ayaklarına dökülecek, hasta yapraklar
Fırınlar nasıl sıcak, nasıl yakıcıysa
Öyledir gençlik, umutları pişiren
Ah, konulanlar yerinde dursa
Kalleş bir rüzgâr esiverir,
değdiğini düşüren
127
Dilerim güzel kız
Saçlarında dünyayı savuran
Sen ey deli oğlan
Kavak yeline salıncak kuran
Acılar kapını çalmasın
Yıllar var ya, ağır ağır kemiren
Koyaklarına hırçın dalgalarını vurmasın
Kapını tıklatsın her gün, gül getiren
Bu çağ, deli çağ, altın çağ
Harmanda bereket, dalda meyve,
denizde yelken
Bulutlardan özgür,
denizlerden geniş türküsü
Dudaklarından düşmesin hiç
Söyle güzelim, çığır aslanım
En güzel türkünü
Vakit varken
Amasya, 1960
Nermin üç km. ötede, Ziyaret kasabasında görevli.
Ben Amasya merkezinde. Amasya benim
için aşk gurbeti. Akşamları, koşar adım Ziyaret’e.
Ne denli görev titizi olsam da, sabahları okula gidişte
ayaklarım, geriye çekerdi. İkimiz de 31. yaştayız.
Yaş çağımızın değerini bilmeli, doya doya
yaşamalıydık.
128
SULUOVA
(05. 11. 1962 – 27.11.1964 )
Bakanlık, telgrafla, Suluova Ortaokul müdürlüğünü
kabul edip etmeyeceğimi sordu.
Ben şiirden soğumamıştım ama şiir benden
soğumuştu. Şiiri yeniden yakalayabilir miyim
diye düşünürdüm.
Nermin, Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulunu,
dışarıdan bitirmiş, ortaöğretim öğretmenliği
hakkını kazanmıştı. Önümüze çıkan
fırsatı kullanmalıydık: Karı koca birlikte olmak
koşuluyla kabul ettim. .
Okulun ilk öğretmeni ikimiz. Okul, kasabanın,
birbirinden uzak olan kırın ortasında.
Yeni açılmış, biz kurucusuyuz.
Okul evimiz
Yeni açılan okulun üst katı boş. Okul
ikiye bölünmüş yerleşimin ortasında, uzak.
Yoğun işin üstesinden gelebilmek için, okulun
üst katında kalıyor, okul çağındaki çocuklarımızı
yoldan geçen at arabalarıyla ilkokula
gönderiyoruz. Her saat okulda olacağız
ki, iyi hizmet yapalım.
129
Manda yerine insan
2009’ da bir telefon: Arayan Eskişehir Şeker
Fabrikası Muhasebe Müdürü Kavuncuoğlu:
- Siz, arayan öğrencilerinize “Beni nereden,
neyle anımsıyorsunuz?” diye sorarmışsınız
Ben Suluova’dan öğrencinizim.
- Aynısını sana da sormuş olayım.
- Yakın bir köyün toprak yolundan, ayağı
çamurlu olarak gelirdik. Bir kış günü, hizmetli
ayağımız çamurlu diye içeri almıyordu.
Pencereden Nermin Öğretmen:
- Yukarı gelin çocuklar, dedi.
Sonra siz aşağı indiniz. Hizmetliye:
- Bak efendi, bu bina bu çocuklar için.
Ben müdür olarak, sen hizmetli olarak, bu
çocuklara hizmet ettiğimiz için maaş alıyoruz
Bunu unutma!
Sonra bize:
- Biz yukarıdayız. İçeri alınmadığınızda
seslenin.
Biz seslenmeye utanır beklersek, Nermin
öğretmen pencereden:
- Gelin çocuklar, kahvaltı hazır, derdi.
Babam köylülere, destan gibi sizi anlatırdı:
Müdür köylünün halinden biliyor, çocuklarımıza
baba gibi davranıyor. Eşi de ana gibi.
Oğlan, okulu bitirince müdüre bir dişi
manda vereceğim.
- Daha iyisi yapılmış, topluma bir adam
kazandırmışız.
130
(Köylü için geçim, üretim kaynağıdır manda.
En değerli şeyini armağan etmek istiyor.)
ANIMSATMA:
Son bölümdeki O GÜZELLİĞİ ÖREN ANNEMDİR
başlığı altındaki KEÇİCİK (Asuman
İpçi yazısına bakarsanız, öğrencilerimize anababa
öğretmenlik ettiğimizi görebilirsiniz.)
TÖDMF KURULTAYI
Suluova’da çalışırken; Türkiye Öğretmen
Dernekleri Milli Federasyonu, Aydın kurultayına
Amasya delegesi olarak katılmış, divanda
yer almış, üye olarak konuşmuştum.
Konuşmamı Cumhuriyet gazetesi haber yapmış.
Yurt dışından yayın yapan ‘Bizim Radyo’
da yayınlamış. Cımbızlanan bir cümle : “Millî
Eğitim Bakanlığında; fikri gibi ensesi geriye,
menfaatı gibi göbeği ileriye fırlamış, pelit odunu
kalınlığında adamlar kaldıkça, bu bakanlıktan
iş çıkmaz. Bir teneke gazyağı gerek.”
Kaynak :
(Ank.Ün.Eğitim Fakültesi’nde Öğretmen örgütleri
üzerine çalışma yapan Kadir Okçu:
Cumhuriyet Gazetesinde gördüm. Böyle bir
konuşma yapmış mıydınız diye sorunca anımsadım,
o konuşmayı.)
(Bürokratların çalıştığı kamu kurumundaki
sicilinden başka bir sicili daha olduğunu;
başka sicil kaydı olan bürokratın, ikinci dereceden
yukarı orunlara çıkarılmayacağını, yıllar
sonra anlayacakmışım.)
131
İLK DERSİMİZ ATATÜRK
Bir bayrak dalgalanır
Bozkırın ortasında, gür
Oylum oylum kırlara ateş dökülür
Kurt kuş, börtü böcek
Alevine ısınır
Güvercinlerin aklığında
Suluova Ortaokulu
Akça akça güler dağa taşa
Başında bir alev Atatürk’çe
Büyür büyür yel üfürdükçe
Sevgilerin, insanlığın durağı
Birliğin tutkalı
Mutlu geleceklere dal
Sonsuzluga dek bitmeyecek masal
Tarlalar içinde bu akça pota
O’nun resmi var duvarlarında
Uzak köylerden, çorak köylerden
Yalap yalap gözleri
Umudun beyazlığında defterleri
koltuğunda
Mustafa Kemal’ler dizildiler önümüze
132
Bir duruşları var
Yenilmedik güç katıyor gücümüze
İlk sabah günaydın dedik
Sağ ol dediler
Gürledi köşe bucak
Sınıflara döküldük
ırmak coşkunluğunda
Bizim ağzımızdaydı
iyiye, güzele diyen sesi
Keman kaşlarında
Yarınların bestesi
Öğrenciler Atatürk soludular
Kucak kucak
İlk derste :
- Evet, başlangıç Atatürk dedik.
Her sözcüğün üstünde dura dura
Suluova,1962
Varlık : 590.s. 15 Ocak 1963
Men çi guyem, tamburen çi guyet,
Ben ne söylüyorum, taburum ne söylüyor?
Açığa alındığımda, büyük ağabeyim, kasabadaki
evini satmış. Parasını bana getirmiş:
“Hiçbir zalime boyun eğme” demişti. Hidayet
Usta yaşlanmıştı. Emekliliğimde, ona
133
destek çıkmak için, dersane öğretmenliği yapacağım.
“İlk Dersimiz Atatürk” adlı kitap yazdığım
için, dersane öğretmenliği izni verilmiyor.
Kimce? Başmüfettişliğinden emekli olduğum
MEB görevlilerince.
TÜRKİYE VE ORTA DOĞU
AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü
1963-64 öğretim yılından birkaç öğrenci.
Osman Bolulu soldan sağa 4. kişi
Amme İdaresi Enstitüsüne yüksek öğrenim
yapmış kamu görevlileri, yazılı ve sözlü
sınavla alınırdı. Merkezi Hükümet Teşkilatına
üst bürokrat yetiştirmek için.
Sınavı kazananlar, kurumlarınca, bir yıl
izinli sayılırdı. Öğrenim süresince, maaşınıza
134
ek olarak 30 TL. asli maaşın 3/2si verilirdi.
Enstitüyü bitirince bir yıl kıdeminiz artardı.
Suluova’da Nermin öğretmenliğine devam
ediyordu. Benim oradan maaşım da eve kalıyordu.
Geçim derdi yoktu. Ek maaş, Ankara’da
yaşamak için yeterliydi.
Ama benim derdim vardı
Nermin’e çocuklarıma özlemliydim. Birbirimizden
ayrılmışcasına küskünlük sayrılığına
düşmüştüm. Sigaram arttmıştı. Her akşam rakılıydım.
KÜSÜK YAŞANTI
Bölük somunlar gibiyim
Sofralara çıkamam
Mutluluk erişemediğim doruk
Yalnızlığın taşında parçalanmış aynam
Geceler koyu, geceler yalnız, geceler soğuk
Şimdi caddeler ırmak gibi gür
Sıcaklık yok insanlarda
Bir yürek var elimde, ürpertili
Sular yalnızlığın kıyısına dökülür
Ya sen nerdesin, ömrümün biricik gülü
Bu şehirde insanlar ayrıksı
Beni avutmuyor süslü rüyalar
Burda kadınlar kuşsu
Bizden değil çevrilen sayfalar Nero
Beni söyler sana
Pencerendeki kurumuş saksı Nero
135
Küçük evimizde karanfiller açar mıydı
Unuttum, unuttum, ah unuttum
Hangi bahçeye açılırdı penceremiz
Yolculuğumuzun sonu Nero
Böyle uzak şehirde naçar mıydı
Bir akıntıya düşmüşüm, delidolaşık
Kahrolası içkiyi tutmuş ellerim
Ben bu sigarayı içmezdim
Böyle meyhanelere düşmezdim
Ayrılık olmasaydı Nero
UZAKLARDA BIRAKTIĞIM
Buğdayca sarı değil
Bu kadınların saçı
Tarlalar gibi kabarmaz
Bu kadınların göğsü
Dağ pınarlarınca duru değil
Bu kadınların gözü
Deli taylar nasıl sekerse
Öyledir bu kadınların bulvarı
Tümü bir araya gelse
Dağ çiçeğine benzemez kokuları
Senin bana kır ortasında verdiğin sevi
136
Bıçağına bıçak, hançerine hançer
Ballıbaba sapında çiçek
O kadar güzel, o kadar iyi
Köy türkülerince yalın
Senin çocuksu halin
Bulvarlarda arayıp bulamadığım
Ey tarlalarda bıraktığım ana-kadın
Asma veriminde rüzgârlar
Eserdi senin gözlerinde
Yok, yook, bunların hiçbirinde
Bulamıyorum ince ellerinin tadını
Ey bozkırların küçücük kadını
Ankara, 1963
TOAİE de bir aşk gurbetiydi.
137
AÇIKLAR LİVASI
(İşinden atılmış işsiz güçsüz kimse. .)
Geçin: TODAİE’yi bitirmiş biri olarak kamu
yönetimi uzmanlığını, müdürlüğü, öğretmenliği,
açıktayım.
Hiçbir kapı açılmıyor
Bir ay içinde, resmi ve özel 21 kapıya başvurdum:
Kimi baştan “iş yok” dedi. Kimi “düşünelim,
biz, sizi ararız” dedi. Umutlandığım
yerleri, sonradan yokladığımda, bana sert
davrandıklarını görüyorum. Sanki bir engelci
beni izliyor.
Beş kişi aç mı kalacak?
Ben bir yerde iş bulsam, resmi bir görevde
olmadığım için Nermin’in nakli yapılmayacak.
Yakında okullar açılacak, tezden bir işin
kulpundan tutmalıyım. Yaşadığımız açmazın
sorumlusu benim. Eşime, çocuklarıma utanmalı
kalacağım.
Sanayi Bakanı Muammer Erten’in himmeti
Ayak üstü tanışım Muammer Erten’e gitsem
mi? Onun ricasıyla Sanayi Bakanlığında görevlenme
oluru alınıyor. Küçük Sanatlar Dairesinde,
sözümona, şube müdür yardımcısıyım.
Nermin de Ankara’da işsiz.
138
İktidar değişiyor.
Mehmet Turgut Sanayi Bakanı. Bu arada
CHPden milletvekilliği için ön seçime girmişim.
Türkiye Öğretmenler Millî Federasyonu
yönetim kurulu üyesi ve Türkiye Öğretmenler
Sendikasının kurucularından birisini, Bakanlığında
barındırır mı M.Turgut?
Şubat ayının başında, Bingöl Maden İrtibat
Memuru yardımcılığına sürülüyor “kamu
yönetimi uzmanı” sanını almış adam, ilkokul
çıkışlı, aşiret adamının buyruğuna girecek.
Ortalık karışmak, karşı görüşler vuruşmak
üzere. Cebimde on beş lirayla istifa ediyorum.
Öğretmen Nermin terzi kalfası
Nermin, Selânik Caddesinde, Ermeni bir
terzinin dükkânında çalışıyor. Geceleri, evde
gömlek, peçete üretiyor, onları satıyorum sokaklarda.
Üç çocuklu aileye yetmiyor aldığı ücret.
Küçüğü ortancaya bırakarak, büyüğünü götürüyor
terziye yardım için. Çocukların okulu
var. Zordayız.
Yazılacak, söylenecek var da
Düzeni kurumsal yapısını oluşturup, dengelenememiş,
insanı bireyleşmemiş toplumda,
içinde yer aldığım derneklerde – ki ben
onların hiçbirine seçilmek için kimseden yardım
istememişim, dilekçe vermemişimdir. –
139
amacı doğruysa çalışmayı görev saymışımdır:
Örgütsüz toplumun uygarlaşamayacağına
inandığım için.
Ama bir şeyi demeden geçemeyeceğim:
Kurtuluş Savaşı olgusunu anlamadan, Mustafa
Kemal’in düşünüş dizgesini kavramadan
ve olayları, olacakları tarihimiz içindeki yerine
oturtup irdelemeden hiç bir yere varamayız
dediğim için, yüzüme söylenmeseler de
arkamdan ‘oportünist’ dendiğini duyardım.
Hangi nedenle olursa olsun, yönetim kadrosundan
çekildiğim örgüt için, ileri geri söz
ettiğim görülmemiştir. Görüşlerimin ayrıldığı kişiler
hakkında konuşmamış, yazmamışımdır.
Hiçbir görüşün bağnazı olmadım. Aynı yol, yönde
olduğum örgüt ve kişilerin beni acıtanlarını
es geçiyorum.
Ekmeğini satarak aldığın kitabı satmak
Köy Enstitüsü öğrenciliğimde, defterime geçirdiğim
bir cümle: “Gençler yatağınızı satınız,
kitap alınız.” Devletin altıma serdiği, içi
ot dolu yatağı satsam kim alırdı? Okuldan
kovulurdum. Öğle yemeğinin ekmeğini otuz
beş kuruşa satardım, üç günde 105 kuruşum
olurdu. 100 kuruşa bir kitap alırdım. 5 kuruşlar
da harçlık olurdu bana.
İkimiz de açıkta olduğumuz günlerde:
Eylül ortalarıydı, eve vardım ki çocuklar
okula gitmemiş. Sordum Nermin’e, hasta olduklarını
söyledi. Öteki odadan taşan sesleri,
140
onların kedi yavruları gibi alt alta, üst üste
oynadıklarını söylüyordu.
Anladım, ayakkabıları giyilebilecek durumda
değil. Hiç elimden çıkarmayı düşünmediğim kitaplardan
birkaçını kaptığım gibi Süngübayırı
Sokağından anayola yuvarlandım, dolmuşla
Kızılay’a, sonra Kocabeyoğlu Pasajının
alt katına.
Vaktiyle dergisinde yazdığım Aydın Sami
Güneyçal orada kitapçı: Alır da satar da. Koltuğumun
altındaki kitaplar 30-40 liradan
aşağısına verilmezdi. O da yeterdi, üç çocuğun
ayağını giydirmeye. Aydın: “Hoca yabancı
değilsin. Piyasa bulacak değerini vereceğim.
75 nasıl?” “İnsaf et be Aydın! 100 lira
versen, zarar mı edersin?” (Yüz lira benim
sokak kitapçılığımın, neredeyse bir haftalığı.)
Para, cebimin dibinde, hemen eve ulaştım.
Çocukları alıp indim Cebeci Postanesinin
önüne. Oradan Demirlibahçe’ye giren sokağın
başında, bir ayakkabıcı vardı. Üçüne, kışın
da giyinebileceklerinden aldık. Giydiler,
fırlayacaklar eve.
“Durun”, dedim. Ellerine birer çikolata,
ceplerine de para. “Annenize verileceği, ben
getiririm akşam.” İlk kez kanat vuran kuşlar
gibi uçtular. Yavrularının ilk uçuşunu gören
ana kuş örneği çırpınıyordu yüreğim.
Dünyayı ıslatan, beni yıkayan gözyaşları
Anayol kıyısına çöküvermişim. Şakır şakır
bir yağmur. Başım iki elimin arasında hüngür
hüngür ağlıyorum. Dünyayı sarsan çağıl141
dama, sel seylap yeğin yağmurdan mıydı?
Gözlerimden akan yaşlardan mıydı? Acayip
bir titreme, içinden, dışından acayip bir ıslanma!
Acılarımdan arınıyor, densizliğimden ayıyor
muydum? Hatalarımı hatırlatan, aklımı başıma
devşiren yunaktı, o rüzgârla savrulan,
iliklerime dek ıslatan o yağmur.
Densiz baba
Hakkım yoktu, çocuklarımı üzmeye, analarını,
dahasına katlandırmaya. İşim olmalıydı.
Analarının da işsiz bırakılmasına neden
yaratan da bendim.
Orada ne değin oturdum, ne çok ağladım,
bilmiyorum. Ekmeğini satarak edindiği kitaplarını
satmak, yüreğinden parça koparılmış
gibi içine işliyor insanın. Ekmeğimi satarak
aldığım kitaplardan biri, İngiliz İşçi Partisi
Başkanı Harold Laski’nin Demokrasi ve
Sosyalizm adlı kitabı. Anamın babamın fotoğrafı
gibi özenle saklıyorum onu.
Kazandığımız yetmiyor, geçimimize
Nermin’in ürettiği gömlek, peçete yanında
benim kitapları satmak, karşılamıyor giderimizi.
Yağmuru yaşı, kışı var. Alıcı bulamıyorum,
her zaman.
Reşadiye’deyken basılmış ‘Türkçe Yardımcı
Bilgiler’ kitabımı, parasını sonra ödemek
üzere Ajans-Türk Matbaasında bastırdım. Okulların
dizelgesini edindim. Her okulun Türkçe
öğretmenine bir örnek kitapla, kısacık bir
142
mektup gönderdim. İstek yağıyor. Postaneden
para alırken, postacılar beni, büyük bir
yayınevi sahibi sanıyor.
Ajanstürk’e borcumu ödedim. ‘Şemalarla
Dilbilgisi Özeti’ adlı bir kitap bastırdım. Gelirimiz,
öğretmen aylığının, birkaç katı.
Yunus’layın
Gazete yazarlığına heveslenmiştim, benim
gibi başına buyruklara göre değildi. Olmadı.
Payandasız direk gibiyim. Dostluklar, Cenap
Şahabettin’in şemsiyesine benziyordu: Hava
bozulunca tersine dönüyordu.
Yeşilırmak Sokaktan geçtiğim sırada, okulların
açılışının ilk günüydü. Minik insanlık
çiçekleri, baharı yaşayan doğa gibi cıvıldaşıyor,
sevdiğine koşan kız gibi sekiyorlar. Onlara
dalmışım. Başımı kaldırdığımda kendimi,
duvara kapanmış ağlar buldum. Ağlayan
amcayı merak eden miniklere aldırmadan ağladım
durdum.
Koca Yunus düştü aklıma: Taptuk Emre,
getirdiği odunları beğenmemiş, sille tokat dışarı
atmış, Yunus Emre’yi. Yunus Baba ayınca
bakmış ki ayağı dışarıda başı içerde: Oh demiş
başım içeride kalmış.
Ne denli acısını çeksem de, ne denli kovalansamda,
başım eğitim kapısının içinde.
Öğretmenlik yapamazsam, ömrümce mutsuz
olacağım.
143
Cemal Aga
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Tunalı Hilmi
Caddesindeki evimizin önünden geçerdi,
üstü açık arabayla, çocuklarla selama dururduk.
Gülümseyerek el sallardı bize.
Cemal Aga’yı ulusal kimlikli, ince yürekli
ve burnu büyük olmayan kişi olduğu için
sevmişim. İnsan gibi insan olmasına karşın,
değerinin bilinmemesine yazıklanmışımdır. Ona
bir mektup yazdım. İçine eşim ve çocuklarımla
birlikte çekilmiş fotoğrafımızı da koymuştum.
Kısa bir süre sonra Köşkten gönderilen bir
araba ile bizi aldılar. Özel Kalem Müdürü Galip
Balkar (Büyükelçiyken, Asala öldürdü) bizi
dinledi. Görevimize döndürülmek için gerekenin
yapılacağını söyledi.
Nermin Haymana Ortaokulu öğretmenliğine
atandı. O bile yeterdi bize.
1964. Akay Caddesinden uzanan Hacıyolu
Sokağın Tunalı Hilmi Caddesiyle kesiştiği
yerde oturuyorduk. Fotoğrafı o caddedeki
fotoğrafçı çekmişti.
144
Nermin, benim nârıma yanmıştı. Yönetime
göre asıl suçlu bendim. Burnumu sürttürmeden
beni göreve döndürmeyeceklerdi.
Ben cins ve huysuz bir ata benzerim: Sırtıma
binen sahibim, bana sevgi gösterirse, onu
deryalardan aşırırdım. Hor bakarsa dibe dalar,
onu da kendimi de canından ederim.
Bekleyecektim.
DERSİM EKSİK KALMIŞ
Sıkıntılı günlerimizde Nermin’in kaş yıktığını,
yakındığını görmedim. Benim densizliklerimden
ötürü başımıza gelenlerden söz
etmedi. En ufak dokundurmada bulunmadı.
Her şeyimiz dört dörtlük, çevremiz güllük
gülistanlıkmışcasına, mutluluğumuza gölge düşürmedi.
Osman, Nermin – 1995, Mayıs
145
Ankara-Gölbaşı, 1966
Nermin – Osman, Asuman (gözlüklü)
Yasemin (soldaki), Ayşegül Hürriyet.
Kürek mahkumiyeti bitince:
- Bundan sonra daha dikkatli davranmalısın.
- Niçin bana hiç karşı çıkmadın, darılmadın.
- Herkes sana karşıydı, devlet seni dışlamıştı.
Arkadaşların, örgütlerin, seni unutmuştu.
Bir de ben mi vuracaktım sana?
Aklım sıra şaka yapacağım:
- Kadınlar, cumhurbaşkanı olsa, boynuna
boncuk takar.
146
-Senin şimdiki cumhurbaşkanın kim? Hakkında
uydurulan fıkraları söyletip, ağzımı mı
kirlettireceksin benim?
- Senin büyüklüğünü biliyorum. Seni sevdim.
Saygı duydum sana. Şaka yapayım derken
halt ettim. Senden alacağım ders eksik
kalmış.
- Ayırdındayım. Haydi, seni dışarıda yemeğe
götüreyim de yine bağışla beni.
Ulan koca köylü
Yemekten dönerken bir şişe rakı aldım. “Senden
özür dilemek yetmiyor, balkonda yalnız
başıma içerken kendimle hesaplaşabilir miyim”
diye sordum. “Elbette” dedi. Sonra dolu
meze tabağını önüme koyup çekildi.
İçim alıp veriyor. A.Haşim’in sözü düştü
aklıma. İnsanın olgunlaşma zamanının, ömrün
son döneminde başladığını söylüyordu.
Önümdeki kâğıda yazmışım: Osman efendi
sen ayva ağacı mısın? Ayva çiçeğini, er açar,
meyvesi sonbaharda olgunlaşır. Ulan koca
köylü, bu denli çileli, uzun maceradan sonra,
adam olamadın hâlâ.
Vakit hayli ilerlemişti. ‘Üşümesin’ diye beni
almaya geldiğinde okudu yazdıklarımı. Öptü,
kucaklayıp içeri taşıdı.
147
BİRBİRİNE TUTUNMAK MI BİZİMKİ?
Arkadaşlık mı?
Suya düşen birbirine sarılarak kurtulmaya
çalışır. İnsana sıkıntılı gelen askerlik, hapisane
arkadaşlığı, ayrılırken hüzün verir de
zamanı anılarda kalır.
Engelleri el ele aşmış ve zorlukları yenmiş,
bu sürecin eylemleri içinde yoğrulmuşlar,
edim ortaklığı oluşturur. Yaşama tutunarak
yolunu çizer. Ona göre davranır, atağa geçer.
Böylesi, kader birliğidir. Arkadaşlığı aşan dostluktur.
Sosyokültürel maya
Düze çıkınca edim tutum değişebilir. Fırtınalı
havalarda dostluklar da yıkılabilir. Elde
kalan ilk duygulanma, ilk algılanmalarınızdır.
Belleğinize kaydedilmiştir. Duyuş, düşünüşünüzün
iç gömüsüdür, belleğinize yazılmıştır.
Yaşadığınız çevreye özgü kültürün
rengini taşır iç dünyanız.
Her insan dünyaya, insana, olgulara iç evreninden
bakar: Dıştan algıladıklarını, beynin
tezgâhında dokuyup üstüne kendi damgasını
vurur. Buradan bakınca insana, düşüncesinin
duyarlığının kaynağı, yaşamının derinliklerindedir.
O dipteki duyarlığından insanın
148
kişilik ve kimliğinin, edim ve tutumunun ipuçlarını
çıkarabilirsiniz.
“İnsan şarap gibidir, ilk vurulduğu küpün
tadını taşır” derler. Kim olursa olsun, herkesin
kişilik oluşumunda, kültürel kazanımlarında
doğduğu toprağın, ana-baba çevresinin
içinden geçtiği yaşamın izleri silinmez.
Özelinde bizim maya küpümüz
Nermin ile Osman’ın mayalandığı çevre Sivas-
Amasya-Tokat-Samsun: Aynı kültür çevresi.
Nermin’in baba tarafı, aslen Amasya Kuba
Mahallesinden. Kökü Sivas’a uzanıyor. Babaanne
tarafı Vezirköprülü. Babadan dedesi Yemen
savaşında şehit düşmüş bir subay. Son
yerleşim yerleri Tokat.
Tokat Kız Enstitüsü 3. sınıf ögrencileri. 1944.
En arkada ayakta olanlardan
sol baştaki Nermin
149
Nermin halk kızlarını eğitmek için açılan
eğitim kurumlarından Tokat Kız Enstitüsü
çıkışlı. Tokat Kız Enstitüsünün kurucu müdürü
Sıdıka Avar. İzmir’de öğretmenken bir
yandan da mahkumlara okuma yazma öğretiyor.
Atatürk’ün dikkatini çekmiş. Doğu’da
görevlendirilmiş, Doğu Anadolu dağlarından
kız çocuklarını toplayıp okutmuş Cumhuriyet
misyoneri.
Nermin, pekiyi dereceyle kız enstitüsünü
bitirdikten sonra, yoksulluk nedeniyle Yüksek
Kız Tekniğe gidememiş. Ama bütün kız
Enstitülerinden seçilen kızlardan biri olarak
İstanbul Moda Kız Enstitüsüne çağrılmış.
Orayı birincilikle bitirmiş. Halk kadınlarını
eğitecek biçki-dikiş öğretmeni olmuş. Özlemli
kaldığı Kız Teknik Enstitüsünü, yıllar sonra,
dışardan bitirip, ortaöğretim öğretmenlik diploması
almış. Yazgısını yenmiş.
Tokat Kız Enstitüsü öğrencileri resmi geçitte.
29 Ekim 1946, Nermin Pişkin
(ilk sıra sol başta)
150
Dedesi şehit düşmüş. Babaanne 25 yaşında.
Üç aylık oğlu kucağında. Çölde bir dul.
Yemen’den İstanbul’a üç ayda ulaşabilmiş.
Ömrünü yetimine adamış. Daha sonra öksüz
kalan torunu Nermin’e. İmparatorluğun yıkılış
acısını yaşamış. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluş utkusunu tatmış. Torununa analık
etmiş. Büyütmüş. Öğretmenliğe başlayan torunuyla
Taşova’ya gelmiş. Orada uçmağa
varmış. Nermin’in dünyaya bakışı, dünyayı
algılayışı, bu çileli ve utkulu süreçte yoğrulmuş,
biçimlenmiştir.
Akpınar Köy Enstitüsü 1943
Enstitü elbise verememiş henüz.
(uzun boylusu) Osman Bolulu
sınıf arkadaşı Vahit Pehlivantürk
ile lahana tarlasında.
151
Elbise verilmiş Taşovalı öğrenciler.
Ayaktakiler soldan sağa
Mehmet Temiz, Selahattin Gümüş,
Vahit Pehlivantürk. Baş başa olanlar
(solda) Osman Bolulu, sağdaki Sami Pelitli.
Osman, Nermin ile yaşıt. Çocukluk dönemleri,
birbirinden habersiz, aynı ilde: Nermin,
Tokat’ın Erbaa ilçesinde dört yaşında
öksüz kalmış bir kız çocuğu. Osman ise Erbaa’ya
bağlı Tekke köyünde, yalınayak, tarlalarda
öküz güdüyor.
Tekke köyünü, 1223’te, Boğalı dağının karnından
fırlayan bir tümseğin üstüne, bir Türkmen
oymağı kurmuş.
Osman’ın babası Balkan Savaşında yaralanmış,
iki amcası Kurtuluş Savaşında şehit
düşmüş. Medreseli babanın adı, muska yazmadığı,
kurt ağzı bağlamadığı için, “gavur
152
imam”a çıkmış. O baba, oğlunu, adı komünist
mektebine çıkmış Köy Enstitüsüne, eşek
sırtında götürmüş.
1921-22’lerde iç isyanlar yaşanıyor. Köyleri
Rum çeteleri basıyor. Köylerin yaşlıları,derme
çatma silahla çetelerden korunmaya çalışıyor.
Irzlarını korumak için, kadınlarını geceleri
mısır, kendir tarlalarında saklıyor. Hatice
ana, üçüncü oğlunu mısır tarlasında
doğuruyor (1921). Yıllar sonra, küçük oğlu
Osman, onu Anıtkabre götürdüğünde, lahdin
önünde diz kırıyor. El açıp “evliyadır” diye
Mustafa Kemal’e dua ediyor.
Osman Bolulu, doğduğu tarlanın 300 metre
yakınındaki havuz başında uyuyor.
153
Hatice hanım hamarattır, beceriklidir.
“İşten alçak, itten alçaktır.” diyor. (Bu, ayırdına
varmadan, işi ahlakın ekseni saymaktır.)
Geveze kadınlardan bıktığında: “Kaşığı
yıkadım, sapını da yıkadım” diyerek onları
alaya alıyor. Osman çocuk, “us” sözcüğünü,
anasından duyuyor. O sözcüğün aklın Türkçe
karşılığı olduğunu, yıllar sonra öğrenecek.
Osman Türkmen ağızlı, Türkmen düşünüşlü
Hatice anadan doğma.
Osman, halk çocuklarını eğitmek için açılan
Köy Enstitüsünde okuma fırsatını yakalayabilmiş.
Pekiyi dereceyle Enstitüyü bitirmiş.
Yüksek Köy Enstitüsüne gitmeyi düşlüyor.
Ama o yıl YKE kapatılıyor. Öğrenime
özlemli kalmış. Yıllar sonra Gazi Eğitim Enstitüsü
Edebiyat Bölümünü bitirmiş. Yetmemiş.
Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsünden diploma almış, kendisini halka
adamış, bir halk çocuğu.
Onu köylülükten yukarıya tırmandıran
Köy Enstitüsünde okuduğu dünya klasikleri
ve Türkçe öğretmeni Sabahat Kartekin.
Aynı potada pişmiş,
Yıkılıştan kurtuluş ve kuruluşa değin ulusumuzun
serüvenini yaşayan iki aileden, iki
çocuk. Aile kökenlerine, eğitim için aşama ardında
koşmalarına ve okudukları eğitim kurumlarına
bakarsak, ikisinin de aynı potada
piştiklerini söyleyebilir, aşklarının, kültür birliğinden
katkılanıp, katmerlendiğini düşünebiliriz.
154
İkisinin ortak paydası: halktan olmak,
halkçı kökeninden kopmamak. Fakat uyumaya
bırakılmış halk yapısında kalmamak; halk
çocuklarını aklı ve bilimi kılavuz edinmiş laik
eğitimden nasiplendirmeye koşulmak.
İki Cumhuriyet öğretmeni,
Kendilerinin ön sayfalarındaki acıyı yaşamasınlar
diye öğrencilerine analık babalık
edecekler. İşleri, analarından sonra, o çocukları
–eğitimle- yeniden doğurmaktır.
BİR BAŞKA AŞK
Aşk yalnızca cinsel çekim mi?
Erkek ve dişinin birbirine karşı duydukları
cinsel istek (kösnü, şehvet); doğaldır: İnsan
için de hayvan için de döl dökme, üreme
eylemidir. Canlılar, dölle soylarını sürdürmeseydi
dünya kuru/katı kayalıktan ibaret kalırdı.
Ne insan ne hayvan ne de bitki olurdu.
Elbet, temel içgüdüdür; insanı ottan, bitkiden
ayıran, dirimi sürdüren, güzelleştiren
ve her şeye karşın canlıları, yaşamın zorluk
ve engellerine katlandıran.
Cinsel çekimi ibadete dönüştüren
Cinsel çekimi; hayvansal, bitkisel döl dökme
ve soy sürdürmeden kurtarıp, sanata dönüştüren
insandır da: Kaçta kaçımız, seviş155
menin bakım, onarım, özen ve titizlik gerektirdiğinin
ayırdındayız? Boşalmayı, safra atmayı
aşk sanıyor, değişik nesnelerin (partnerlerin)
ardında savrulup duruyor muyuz?
Aşkın yüceliğini kimse yenemez
Aşkın büyüklüğünü kavramış mıyız, bilmem.
Sevişirken, birbirinde yitmiş, tek benleşmiş,
varlığını kendisinde değil de, ötekinde
eriten, gözünü kırpmadan ötekisine feda olma
duygusuna kapılmışların üstüne yaradanı
getirin ya da dünyanın bütün ordularını
sürün, rahatlıkla hastir diyebilir, sevişmeyi
kesmezler.
Aşk diye kadın, erkek birbirimizi kullanıyor
muyuz? Aşkta kadının, erkeğin, aşk orkestrasının
enstrümanı olduğunun ayırdında
mıyız? Çalgımızın virtüözü olabiliyor muyuz?
Aşkı bir ibadete, eşsiz bir sanata dönüştürenler;
birbirlerini yeniden eğitirler, insanlaştırırlar.
Sakın, erkeğin kadına ya da kadının
erkeğe uyumlanması ya da ikisinin uzlaşarak
oluşturdukları bir ortak yapı sanmayın aşkı!
O, ikisinin de bağımsız, özgür kimliğini korumuş,
bir üst yapıdır. İçinde ‘sen’, ’ben’ yoktur.
‘Biz’in, geleneksel talimli adımları da yoktur,
aşkta. Hesapsız kitapsız, sorgusuz sualsiz birbirlerine
katlanır, birbirlerini korurlar.
Dostluğu da aşan bir insanlık aşamasıdır,
böyle bir aşk.
156
VUSLATLA DÜĞÜMLÜ DEĞİL
Sevgiyle buluşmaya yıllar eklenince, sıcaklığını
yitiren, epriyen aşklar, yalnızca arkadaşlığa
dönüşür. O da bir şeydir, vefalılıktır.
Biz, birbirimizi, gövdemizi, duyarlık noktalarımızı
tanıyarak, kendimizi ve sevişmeyi
keşfettik. Birbirimize gönül düşürdüğümüz
dönemin heyecanını, coşkusunu, bir çiçek
bahçesini özen ve titizlikle korur gibi yeşertili
tuttuk. Altmışıncı yılımızda da, vuslatın, ilk
günündeydik.
Yazına şiirle başlamıştım
Şiir ödülleri almıştım. Gide gide şiiri anlamıştım.
Ama iyi şiir yazmak başka şey! Şiiri
anlamak başka şey! Şiirdeki yerimi anlayınca
Dilimizin kullanımını kurcalayan yazılar
ve deneme yazmaya başladım.
Nermin’in yaşamımızı şiirli kılışı karşısında,
salt bize özgü ve özel şiirimsiler yazdım.
Evlilik yıl dönümlerinde, çiçek niyetine Nermin’e
sundum onları.
Şiirde istediğim yere varamadığım için yazıklanmıyorum.
Benim şiirim Nermin’dir.
KAVGAMIN SLOGANSIZ USTASI
Kavga deyince; düşmanca davranış, çekişme,
dövüş gelir akla. Bir amaca erişmek, bir
157
şey elde etmek ya da bir şeye karşı koymak
için harcanan çaba, verilen savaşım da bir
kavgadır.
Doğrunun yanlışı; iyinin kötüyü; güzelin
çirkini kovma çabası ve insanlık değerlerine,
insana yönelen kötülüklere karşı duruş; değiştirme,
dönüştürme, geliştirme kavgasıdır.
Onun silahı öldürücü değil, sağaltıcıdır.
İnsan kendisiyle, konum koşuluyla, çevresi
ile çatışarak: Kendini ve çevresini tanır.
Dünyadan ve kendisinden haberli olur. Kimlik
edinir.
Yaşam dediğimiz uzun koşu, insanlaşma
savaşımı, kendisine, toplum içinde saygın bir
yer edinme kavgasıdır.
Osman Bolulu çalışma masasında
Nermin Bolulu baş ucunda.
Biz engel ve koşullarımızla kavga ederken;
onların yüzyılların tortusu olduğunu, kökten
değiştiremeyeceğimizi biliyor, onları yenebilmek
için özümüzle de savaşıyorduk. Kendimizi
onarıyor yüceltiyorduk.
158
Kavgamızın baş ustası Nermin idi. Onun
kadın, ana duyarlığı, benim katılığımı yumuşattı.
Ama ya kadın ağırlığı ya erkek ağırlığı
ya da ikimizi tek kalıba dökmek değildi aradıdığımız.
Birbirine katlanan, hoşgörüyle bakan
sevgiyi pekiştiren –ikisi de özgür- ortak
bir kimlik kurmaya çalıştık.
Kurabildiğimiz yapının mimarı Nermin’e
saygımı korudum. O da ustalık taslamadı.
Öyle ki
Birimiz dalıp gittiğinde, öteki “Ne düşünüyorsun?”
diye sorduğunda “Vay düşünce hırsızı,
benim düşündüğümü çalıyorsun.” derdik,
karşılıklı gülüşürdük. Gözle anlaşmanın
ötesinde, birbirimizin, o anda ne düşündüğünü
aktaran – sanki elektriksel- bir akım vardı
aramızda.
159
YILDÖNÜMÜ ÇİÇEKLERİ
30. yıl çiçeği (1980-1950=30)
YURTBOYU SEVİŞMEK
Dulda kesmek için ışığına
Dolaştırsalar da kova kova
Senindir bu coğrafyada en ince köşe
Hasan Hüseyin, Fatma Ali Ayşe
Özenle sularsın öğrenci çiçeklerini
Dünyayı dokursun gelecekçe, oya oya
İnce ellerinle örülür bilincin haritası
Öğretmenim benim sevecenlik bohçası
Ekiciliğin ağdası
Kuru sapını oraktan esirgeyenler
Gönül ışığı erdem tözüyle büyüttüğün
Bilimin teknesinde hakça yoğurduğun
Kara kaplı kitaplardan akça
doğurduğun
Oğulların kızların gömleğine
Kan depreştiren kan
Dakkası birliğine
Anamal namlularından uzanan
160
Elinde acun boyu bir yürek
Sabah akşam kulağın kirişte
Yavru ölüsü saydın
Çünkü sen öğretmen-anaydın
Gözlerin nisanda bulut
Sınıflardasın
Tebeşirli parmakların pehlivan-umut
Kabaralı kabarasız hiçbir postal sesi
Yivli yivsiz hiçbir namlunun gölgesi
Yüreğinin külhanını söndüremez
Sen öğretmen-anasın, doğurgan
Yaşın elliyi aşsa da
Döllenmenin sonu gelmez
- Hangi dağa biçilirse biçilsin ısırgan-
Senin bahçende gül gerek, yediveren
Ayrım yoktur yaşın yirmisinde ellisinde
Sen öğretmen-anasın kız Nermin
Doğurduğun başlarla gönenir eylemin
Gel daha daha sevişelim
Gülüm benim yurtboyu güzelim
Ankara, 1980
1980 Mayıs’ında Çorum’da denetimdeydim.
12 Eylül Karabasanı’nın ayak sesleri duyuluyordu.
161
40.yıl çiçeği (1990-1950 = 40)
KARIMA
Diken üstüne dizili
Kırk yılın içinden geçip dipdiri
Zehrimi bal dudağına katık eden
Çakır gözlerinde eritip öfkeyi
Benim gibi geçimsizlik dağını
Bin tarha bölüp gül bahçesine
dönüştüren
Anamdan bacımdan üste dostum
Yiğit diye beni el içini salan
Ilımanların en durusunu göğsünde
bulduğum
Kavgamın slogansız ustası
Ayrıntıları aşmış gerçek insan
İşte o birisi
Güzelliğin hası
Sevgilerin omcası
Ankara, 1990
162
59. yıl çiçeği (2009-1950= 59)
SEN OLMADAN
Göz mü, aşk imgesi mi
Bu sendeki
Nisan yağmurunda yunmuş
Gökyüzüdür sanki
Ne başlangıcı belli, ne dibi
Uçup gidiyorum sonsuzluğunda
Ak köpüklü martılar gibi
Soluk almadan
Öncesini sonrasını kuşatan zaman
Nasıl akıp gidiyorsa
Nasıl yaratıyorsa, durmadan
Öyle vuruyorsun, damarlarımdan
Nasıl götürebilirim bu ömrü
Turunç koklamadan
Baharında kanatlanmadan
Deniz deniz bakma öyle
Soruma yanıt bulmadan
Yanık Kerem’deki Aslı
Sadece bir söylence
Sensin, aslıların aslı bence
Dört dönüyorum
Gözlerin aynımda olmadan
Ankara, 2009
163
IŞIKLl YOLDA YÜRÜYENLER
Ertuğrul Efeoğlu: “Bir insan ölünce tümüyle
ölmüş sayılmaz. Göçen iyilerin ardından
bir ışık yolu uzar gider. O ışıklı yolda yürüyenler
olur her zaman.” diyor
Işık yolu çizen, doğa gibi doğurgan eğitken
analardır. Nermin anamdan bacımdan üste
dostumdu, eğitmenimdi. Biz, kızları, damatları
ve torunları Nermin’in ışığını yaşıyoruz.
ÇOCUKLAR BAŞKA DÜNYADIR
Nermin ile birbirimizi kabul ettiğimizde,
ona çocuk sahibi olabilir miyim diye doktora
gittiğimi söylemiştim. Sevinmişti.
* Üç kız doğurdu. Kızlar evlendi. Çocuk
sayımız altıya çıktı. Üç torunumuzla çocuk
sayımız dokuza çıktı.
* Öğrencilerimizle çocuk sayımız binleri
aştı. Öğrencilerimize ilişkin anılarımızı içeren
kitabımın adı: İNSANLIĞIN SOLMAZ GÜLLERİ.
Çocuk, doğanın armağanı. Doğada iyi-kötü,
çirkin-güzel, bencillik, hırsızlık, önyargı,
koşullanmışlık, başkasını kullanma, cinsine
kötülük etme vb. yoktur. Eytişimdir doğa: Zamanı
dolanı değiştirir, dönüştürür. Sürekli
üretimdir. Toplumsallaşarak birtakım kural
164
ve törelerle yaşamımızı düzene koymuşuz;
doğadan ilk gelişimizde kalmayıp kendimizi
onarıp yüceltirken bir yandan da doğasallığımızı
yitiriyor muyuz ne? Sanırım ki doğa,
bize, doğasal özümüzü unutturmamak için
çocuk armağan ediyor.
TORUNLARIMIZ
Torunlarımız büyüdü. Algıları, anlayışları
bizi aştı. Biz onlara yetişemez olduk. Bizi aşmalarına
seviniyoruz. Çekiniyorum onlardan.
Yalnızca küçük yaşlarına ilişkin bir iki
hallerine değineceğim.
Osman Bolulu, Eren Can Erdoğan (eli kitaplı)
Çağla Erdoğan (ayakta), Deniz Hür Öktem
(en sağdaki)
165
Eren Can Erdoğan
(17.06. 1983)
Daha üç yaşında, uzaydaki kara deliği
kapatma sevdasına düşmüştü. Ağacın, kışta
üşüdüğünü anlatan şarkıyı dinledikçe gözyaşlarını
tutamazdı.
Yedinci yaşını sürerken, anneannesi kalp
sıkıntısı geçiriyordu. Baktım, yatağın ayak
ucuna oturmuş, elinde bir fıkra kitabı, anneannesini
güldürmeye çalışıyor.
Yapıp ettiğini başkalarına sergilemeyi sevmez.
(Öyle bir çocuk: Ne sorsanız; şimdilerde
bile hemen yanıtını bulur. Çünkü çok okur.)
Baktım, bir köşede, bir şeyler çiziktiriyor.
O, çekilince sezdirmeden kopya ettim:
UYANILIR
Uyanılır her sabah
Büyük bir sıkıntıyla
Büyük bir acıyla
Büyük bir yaşlılıkla
Uyanılır her sabah
Yaşlanmanın hüznüyle
Çünkü bunların hepsi
İnsanlığın halidir
(Bölgenin Sesi -Karabük-510.s. 1992)
Anneannesinin hastalığına üzüldüğü için mi
yazdığını anıştırdım. Kibarca konuyu kapattı:
166
“Hayır, ben sabahları erken uyandığıma üzülüyorum.
Bir de telefonda, var olana ‘yok’ demeye
sıkılıyorum. Gece uyuyamıyorum da
onun için yazdım.”
Yazması için güdülemedik. Hoşlanmıyor
diye, yazdıklarını göstermesini istemedik.
Tevfik Fikret Lisesi 6. Sınıfta iken, bir yazarla
söyleşi yapmasını istemişler, bana geldi.
Söyleştik. Bu söyleşi Kıyı (143.s. Şubat 1998)
ve Anahtar dergilerinde yayımlandı. Yazdığı
bir fantezi gözüme çaptı: Bulut İzleme Yöntemleri.
Aylaklığı alaya alan nefis ironi idi. O
da Zonguldak Dergisinde 7. Sınıftayken yayımlandı.
Hukuk’a başladı sevmedi, Felsefeyi de bıraktı.
Yedi yıl sonra hiç hazırlanmadan girdiği
sınavı, burslu olarak kazandı. İletişimi bitirmek
üzere. Fransızca, İngilizce kitap okuyup,
anlayarak filmi izleyebiliyor.
167
Soldan sağa: Çağla Erdoğan
Deniz Hür Öktem, Eren Can Erdoğan
Deniz Hür Öktem
(29 Mayıs 1988),
4, 4,5 yaşında İstanbul-Ataköy’de bir kreşe
gidiyordu. Defterini gördüm: Öğretmen yazı
için el alıştırmaları yaptıracak. C’ye benzer
168
bir şekille, bir sayfayı doldurmalarını istemiş.
Deniz, C’nin üst ucunu, sayfanın başından
başlatmış, alt ucunu, sayfanın dibine yaslayarak
doldurmuş sayfayı.
-Öğretmen böyle mi istedi, dedim.
-Defter çizgili. Her satırı, bu şekille dolduracaksınız
demedi ki. Doğrusunu söyleseydi.
4,5 yaşında, dilsel bir açığı yakalayıp öğretmenine
hem anlamlı hem ironili bir yanıt veren
delikanlının geleceğinde açacak çicekleri
koklamaya, bizim zamanımız yetecek mi, onu
düşünmüyor, övünç duyuyoruz onunla.
Deniz Robert Kolejden sonra Toronto Üniversitesi
Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesini
bitirdi. Hukuk Fakültesine devam
ediyor. İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca
biliyor.
Çağla Erdoğan
(21 Mayıs 1990)
Gerekmiyorsa uzun konuşmaz. Telefon
mu açmış; sözünü söyler, “Hadi hoşça kal”
der kapatır. İnceden inceden alaya almayı öyle
becerir ki; “aptal” yerine, vurgulu biçimde
biçimde “anlamaaz!” deyiverir.
Dördüncü yaşında kreş öğrencisiyken.
- Dede, savaş kötü, barış iyi değil mi? dedi.
- Evet! Bu soruya neden gerek duydun?
- Anneme anlattım, benim işim var deyip
çekti gitti. Gereğinden fazla konuşmadığını
169
biliyorum, ısrar edersem söylemeyecek. Dört
yaşındaki çocuğun kafasını, niçin kurcaladı
savaş ve barış kavramları? Merak ettim.
Annesinden öğreniyorum, soru’nun nedenini:
Kreşteki kümeleri (grupları), küçük bir
temsili sahneleyecek. Oyundaki baş rol annenin.
Bu rolü Çağla da istiyor, Didem de. Paylaşamıyorlar,
sürtüşüyorlar. Yakınılarını, öğretmenlerine
ulaştırıyorlar. Bayan öğretmen,
aklı başında bir eğitimci olacak ki sultasını
koymuyor, seçimde buyurganlık kullanmıyor
- Kendi aranızda anlaşın, sonra bana gelin,
diyor.
Çekiliyorlar bir odaya, çözümü buluyorlar:
Rol ikiye çıkacak; birisi anne, ötekisi anneanne
olacak. Birbirlerine buket sunuyorlar,
bir de öğretmenlerine.
Bizden sonraki ikinci minik kuşak beni
umutlandırdı. Bütün olumsuzluklara karşın.
Geleceğin daha aydınlık olacağını düşünerek
DÜNYAMIZIN US YAŞI KAÇ? başlıklı
bir yazı yazdım, yayımlandı: “Türkiye’nin yaşı,
12’yi aşamadı” der dururum. (12, ilkokul
bitirme yaşı) Seçilmişi de seçeni de kör
dövüşünde, birbirini tüketiyordu. Öfkeyle
“Türkiye’yi yöneteceklerin yaşını, dörde mi
indirsek” demişim. O yazının bir yerinde.
Çağla Ank. Ü. Hukuk Fak. 3. sınıfta Erasmus
sınavını kazandı, burslu olarak Fransa’da
öğrenim gördü. Şimdi 4. sınıfta. Fransızca,
ingilizce çeviriler yapıyor. Bir yandan
Almanca’ya çalışıyor.
170
Nermin, Yase, Osman, Çağla – Eylül 1996
Çağla ilkokula başlıyor.
171
Kızları söylesin Nermin Anayı.
Annemdir O Güzelliği Ören
KEÇİCİK
Asuman (Bolulu) İpçi
Baba evimizin balkonunda bir fotoğrafta
üç keçi yavrusu; büyüceği esmerce, ortancası
da ona yakın renkte, küçüğü akçaya çalar:
Asuman, Yasemin, Hürriyet, üç kız kardeşi,
bizi simgeler o fotoğraf. İnatçı çocuklar
olduğumuz için mi bizlere keçicikler derdi
ana babamız? Hayır!
Doğa, canlı sevgisindendir bu adlandırma.
Böyle bir adlandırmanın ailenin ilk çocuğu
benim kırlara kaçışımdan, biz, kardeşlerin
doğa gibi canlı ve cıvıl cıvıl hareketliliğinden
geldiğini düşünüyorum.
Bizim keçi inadımız yoktur. Birbirimizle
ve insanlıkla barışık üç kız kardeşiz. Annemiz
babamız, doğasal canlılığımızı vurgulamak
için, bize keçiciklerimiz demiştir.
172
16. 07. 1983
Metin İpçi ile Asuman Bolulu evlendi.
Oturduğumuz bahçeli ev, Reşadiye Ortaokulunun
iki bina ötesindeydi. Annem babam
okuldayken, bakıcı kadına bırakılırdım. Kadının
dalgınlığından yararlanır, çitlerin arasından
okula kaçardım. Annemin sınıfına girdiğimde
beni azarlamaz, özel ilgi de göstermezdi.
Sanki başaracakmışım gibi, öğrencilere ne
yaptırırsa bana da onu yaptıracakmış gibi,
elime bir kâğıt kalem verirdi. Kargacık burgacık
şeyler çizerdim.
Reşadiye’de çamlık ve kır, hemen evlerin
yanından başlardı. Tatil günleri annem babam
uyurken kırlara kaçar, çiçek toplar anneme
getirirdim. Çoğu zaman, beni kırdan
dönerken bulurdu babam.
Çikolatanın adı benim dilimde “açı” idi.
Kâğıdı açılarak bana verildiği için, çikolataya
173
“açı” demiş olmalıyım. Karlı, fırtınalı bir kış
gecesi çikolata diye tutturdum. Evin kapısını
açıp, havayı gösterdiler. Ama “ben kendim
gider alırım” diye diretiyorum. Annem bahçe
kapısını açtı, “bak kızım, hava uygun değil.
Hem de dükkânlar kapalıdır”. Israr ediyorum.
Babam içeri alacak. Annem, “bırak denesin
bakalım” dedi. Kapıyı örter gibi yaptılar,
dışarıda fırtına savuruyor, karın üstüne
kapaklanıyorum. Ağlayacağım. Babam eve
getirdi. Annem havanda şekerle kuru üzümü
ezdi, “bak bu da çikolataya benziyor”.
Bir kentten başka bir kente taşındığımızda
yeni okuluma götürmelerini beklemezdim.
Başöğretmene gidip, “ben öğretmen çocuğuyum,
burada okumak istiyorum” derdim. Kaydım
sonra yaptırılırdı.
Kardeşler arasında küçük anlaşmazlıklar
çıktığı olurdu. Ne annem ne babam birimizin
tarafını tutardı. Kendi aramızda anlaşmaya
yönlendirirlerdi bizi. Anne babamızın öğretmenlik
yaptığı okullarda, anne baba desteği
beklemezdik. Çoğu öğretmen, bizim kimin çocuğu
olduğumuzu bilmezdi, pek.
Liseyi bitirince, yükseköğrenim olarak Sosyal
Hizmetler Akademisini seçtim. Sosyal Hizmet
Uzmanı olarak hayata atıldım. Sevdim
mesleğimi. Sanki ailem beni bu iş için yaratmıştı.
Çocukları sevdim, insanları sevdim. Ailemin
tutumundan gelen algılamalar, beni
mesleğimde başarılı kıldı sanırım.
Annem, babam, bizim yolumuzu aydınlalatan
bir ışıktı.
174
Bereket Pastası
Annem, babam Suluova Ortaokulunu kurarken,
ben onuncu yaşımı sürüyordum. Okul ikiye
bölünmüş kasabanın ortasında kırın yüzündeydi.
Yeni açıldığı için, öğrencisi azdı. Okulun
üst katında oturuyorduk. Her zaman öğrencilerin
içindeydik. Onlar bizim ağabeyimiz
ablamızdı.
Çarşamba öğle sonları kültürel etkinlik yapılırdı.
Sınıflardan birinde uyduruk sahne hazırlanmıştır.
Küçük piyesler sahnelenir, şiirler,
şarkılar söylenirdi.
Etkinlikten sonra annemin bir gün önceden
hazırladığı ve “bereket pastası” dediği
pasta sıraların üstüne konulur, yanında çay,
limonata içilirdi. Öğrenciler köylerinden getirdikleri
türküleri söyler, fıkra anlatır, taklit yaparlardı.
Annem babam öğrencilerin annesi, babası,
bizler de küçük kardeşleriydik. “Bereket Pastası”
sofrasını çevrelemiş bir aileydi, Suluova
Ortaokulu. Konu komşudan uzak bir kırın
yüzünde oturmak, kent içindeki okula, kiminde
bulabildiğimiz at arabasıyla ya da çamurlara
bata bata gidip gelmek, bizde hiçbir
acı anı bırakmamıştır. O günleri, özlemle anarız.
Öğretmen Dünyası; 362.s. Şubat 2010 s.3.36
175
İÇİMDEKİ YARGIÇ ANNEMDİR
Yasemin (Bolulu) Erdoğan
Annem babam Suluova ortaokulunu kurarken,
annemin uzaktan akrabası, çocuklu
bir hanım eşinden ayrılıyordu. Sık sık anneme
çocuğun kime düşeceğini sorardım. Annem
dili döndüğü kadar açıklardı. Ama yetmezdi
bana. Yine ısrarla sorduğumda:
-Daha yedi yaşındasın, büyüyünce düşünürsün
onu.
- Ben hakim olacağım, şimdiden öğrenmek
istiyorum.
Geçtiğim yollara, annemin öğretmenlikte,
bana karşı davranış ve tutumuna bakınca,
adalet duygusu tohumunun, onun eliyle beyin
toprağıma ekildiğini düşünüyorum.
Ortaokul üçüncü sınıfta annem ev ekonomisi
öğretmenimdi. Evde annem giysilerimizi
dikerken ufak tefek yardım ettiğim için bu
işleri ben bilirim diye düşündüğümden, derste
annem yeni bir iş öğretirken dikkat etmedim,
dalga geçtim. Sonra evde “Anne şunu
anlamadım, bana bir göstersene” dediğimde:
“Derste dalga geçtiğini görmedim sanma. Arkadaşlarının
evde soracakları öğretmen anneleri
yok. Bundan sonra güzelce dinle, izle.
Anlamadığını da derste sor. Haftaya derste
öğrenirsin.” dedi.
176
17 Mayıs 1982 Aydın Erdoğan ile
Yasemin Bolulu evlendi.
Sınıfta işlerimize not verirken; işleri en iyi
den aşağıya doğru sıralar, notlar öğretmen
annemle öğrenciler tarafından verilirdi. O sırada
annem, bir görev uydurarak beni sınıftan
uzaklaştırırdı.
177
Öğrencileri, sözlü sınav sırasında bana kopya
vermeye çalışmışlardı. Annem, “Hiç kimsenin
ayrıcalığı yoktur” diyerek onları azarlamış
bana hak ettiğimin biraz altında not vermişti.
Kısa süren sorgu yargıçlığımda, belediye
hukuk işleri avukatlığımda annem örneğim
olmuştur. Çalıştığım kurumlarda, idareye yanlamadığım
için darıldılarsa da, adaletten sapmadım.
Annemin yolundan sapmadım.
Ilıç sorgu yargıçlığına giderken annem kocasını,
evini bırakıp benimle gelmişti, o dağlar arasındaki
kasabaya.
Hem evimde hem ilişkilerimde adaletten
ayrılmadımsa, annemin çok büyük payı vardır
bunda.
İçimdeki yargıç annemdir.
Öğretmen Dünyası; 362.s. Şubat 2010, s.36
DOĞMADAN ADIM KONULMUŞ BENİM
Ayşegül Hürriyet (Bolulu) Öktem
27 Mayıs 1960’ta babam Konya’da yedek
subay. Annem, ablalarım Asuman ve Yasemin
Konya’ya babamın yanına gitmişler. O
gün Adnan Menderes gelecekmiş. Babam bir
olay çıkarsa, belki yararım dokunur diye, tabancasını
kuşanarak, Menderes’in karşılanacağı
alana giderken, Menderes’in yakalandığını
178
duyunca, konuk olunan evin önüne gelip, aşağıdan
annemi çağırıyor.
Annem balkona çıkınca başındaki asker
şapkasını balkona fırlatarak “Karnındakinin
adı HÜRRİYET olacak.” diye bağırıyor. Adım
27 Mayıs 1960 da veriliyor, ben 07.10.1960’da
doğuyorum. Adımın başına “Ayşegül” ablalarımın
isteği üzerine konuluyor.
27 Mayıs Hareketi demokratik bir Anayasa
ile, Türkiye’ye Anayasa Mahkemesi, Yargı bağımsızlığı,
Senatolu Meclis, sendika, grev hakkı,
ulusal iradeyi TBMM’ya yansıtan millî bakiye
vb. pek çok demokratik değerler getirmişti.
Bu değerlerden geriye dönülürken, ben de
adımdan ötürü sorgulandım. Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten
sonra iş bulmak için girdiğim mülakatlarda
“Baban öğretmen mi, solcu mu?” sorularıyla
karşılaştım. Zor iş bulsam da, hiç yakınmadım.
Benim bilinç, direnç kazanmamda, babamın
desteği önemlidir. Elbette annemin de payı
vardır.
Türkiye’de kazanılmış demokratik değerler
saptırılırken, bizim evde geçerliğini sürdürüyordu:
Babam görevden alındı. Babamdan ötürü
anneme de iki yıl iş verilmedi.
Geçim sıkıntısı çekiyorduk. Elimizdekiyle
idare etmek zorundaydık. Evimize para girdiğinde
herkesin aylık harçlığı verilir, ev için
harcanacak miktar, evde belli bir yere bırakılırdı.
Genelde, o gün ne alınacağını annem
bana söyler, çarşıdan alışverişi ben yapardım
Evin parası, o ayı çıkarmaya yeterliyse, ken179
dime bir çikolata payı çıkarırdım. Annem buna
darılmadığı gibi, bir yolunu bulur, tatlı bir
şey ikram ederdi bana.
6 Mart 1984 Özgür Öktem ile
Ayşegül Hürriyet Bolulu evlendi.
Anımsarım, evin parası bittiğinde, bizlerden
ödünç para alırdı anamız babamız. Yeni
ayın başında borçlarını öderlerdi.
Sevdiğim yemeklerin kokusunu alınca mutfağa
damlardım. Diyelim ki annem köfte pişiriyor.
“Kokusu gelmiştir” der, çatalın ucunda bir
köfte uzatırdı. “Anne ben gidiyorum.” “Gitme
kuzum” bir köfte daha. Tekrarlanırdı bu
oyun, nerdeyse yemekten önce doyardım.
Babam Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi
Enstitüsüne Suluova Ortaokulu Müdürü
olarak gitmişti. Kendisine daha üst görevler
öneriliyordu. Ona güvenerek ailece Ankara’ya
180
taşındık. Bırakın üst görevi MEB babama görev
vermek istemiyordu. Güç bela Sanayi
Bakanlığında iş bulabildi.
Geri dönemezdik. Annemin de ataması yapılmadı.
Annem istifa etmek zorunda kaldı.
Annem bana kaldı. Dördüncü yaşımda benim
özel öğretmenim oldu. Ayşegül serisi kitapları
okurdu bana. Resimlere bakarak, okuma yazma
bilmeden, ezberlemiştim o kitaplarda anlatılanları.
Annemle evcilik oynardık. Odanın biri benim,
ötekisi annemin olurdu. Komşuculuk oynardık.
Ben ona konuk giderdim. O da benim
konuğum olurdu.
- Hoş geldiniz hanımefendi. Çocuklar nasıl?
- İyidirler efendim.
Ayrılırken:
- Hoşça kalın,
- Güle güle, çocuklara sevgiler, beyfendiye
selam.
O günler, ailemiz için hoş değildi ama benim
için hoştu. Annemle her gün, belli saatlerde
Güven Parka giderdik, salıncağa binerdim.
Anneme arkadaşlık ederdim.
Annemle pek çok sinemaya gittik, pek çok
film izledik. Çoğuncası altyazılı filmlerdi. Annem
alt yazıyı, hemen kulağıma fısıldardı.
Bizim evde ana baba otoritesi yoktu, birbimizi
arkadaş sayardık.
181
Size, küçük bir çocukluk anımı anlatayım:
Babam bir masa yapmıştı, masanın ayaklarından
biri çarpıktı. Annem düzeltilmesini istedi.
Babam yeni kurulan okulun eksiklerini
tamamlamak için koştururdu hep. Bir Pazar
günü babam, yine okula gidecek. Annem, “tatil
gününde masayı onarsan” deyince, babam
“sabret yapacağım” diyerek masanın ayağına
şöyle bir ayağıyla dokundu. Ben dışarı fırladım:
- Babam annemi dövüyor.
Bizim barışçıl, kavgasız bir aile olduğumuzu
gösteren anı aklıma geldikçe gülümserim.
Türlü zorluklara karşın kavgasız, barışık
yaşadıksa annemdir o güzelliği ören.
Öğretmen Dünyası: 362.s. Şubat 2010, s. 336-37
Osman, Nermin evde 2001
182
NERMİN İÇİN YAZILANLARDAN BİRKAÇI
DEĞERLİ ÜÇ İNSANI ART ARDA YİTİRDİK
(Nermin Bolulu, M. Karaören, F. Toprak)
Ahmet Miskioğlu (Türk Dili Dergisi:137.s. 2010)
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın hiç unutmadığım dizeleri
vardır. Şöyle:
Kim aldatmış bu kadar insanı
Ki kimsecikler aldırmıyor ölüme
Ölüm, ey göklerden büyük
Sığdıramıyorum gönlüme.
Doğrusu, sıra ile, üç gün arka arkaya toprağa
verdiğimiz bu değerli insanların gidişini gönüllerimize
sığdıramıyoruz.!
Bir gün, Yusuf Çotuksöken’den telefon: “Osman
Bolulu’ya ulaşamıyorum, acaba ne var,” diye
soruyor.
“Hayır, bir şey yok diyorum, ayrıca Osman Bolulu
bir süre önce İstanbul’a gelmiş Türk Dili
Dergisinin ekinsel etkinlik gününde bizlere bir konuşma
yapmıştı. Osman Bolulu’nun gelişini anımsıyorum,
biz o gelişinde bulaşacaktık, ama olmadı.”
Böyle konuştuk, Yusuf Çotuksöken’le.
Sonra ben de merak ettim, baktım gerçekten
Bolulu’ya ulaşılamıyor.
Bunun üzerine çoktan beri konuşma fırsatı
bulamadığım, bin yıllık arkadaşım büyük dilsever
Ali Dündar’ı aradım. Konuştuk, Osman Bolulu’yu
ondan sordum.
“Osman Bolulu’nun eşi hasta” dedi
183
İşte bu söz üzerine durumu sezinledim. Evet.
Osman Bolulu’nun eşi Nermin Bolulu sayrıydı:
Osman Bolulu İstanbul’a gelirken onu da birlikte
getirecekti, sayrılığı yüzünden getirememişti. Demek
ki sayrılık ağırlaşmış. Bildiğim ölçüde kızları
da yanlarında değil, Osman Bolulu Nermin Bolulu’yu
kurtarmak için tek başına savaşım veriyor.
Ve işte olan oluyor: Bolulu’nun
Anamdan bacımdan üste dostum
Yiğit diye beni el içine salan
Kavgamın slogansız ustası
Ayrıntıları aşmış gerçek insan
Güzelliğin hası
Sevgilerin omcası Ev Ekonomisi öğretmeni
Nermin (Pişkin) Bolulu; altmış yıl önce size sunduğum
kırmızı gül, yüreğimden hiç sökülmeyecek;
hepimiz, ben, kızların Asuman İpçi, Yasemin
Erdoğan, Ayşegül Öktem ve damatların Metin
İpçi, Aydın Erdoğan, Özgür Öktem, torunların
Eren Can, Deniz Hür, Çağla senin gül aydınlığında
yürüyecekler diye seslendiği, 1929 doğumlu
Nermin Bolulu 10.01.2010’da yitiriliyor. 12.01.2010
Kocatepe camisinden kaldırılıp Ankara Karşıyaka
gömütlüğünde toprağa veriliyor.
Yazar Emine Azboz ‘Şafağı Arayanlar’ adlı yapıtında
Osman Bolulu’yu uzun uzun anlatır. Bir
yerde şöyle yazar: Osman Bolulu, Osman Bolulu
olmuşsa bunda eşinin payı büyüktür (s.101)
Emine Azboz’un Osman Bolulu’dan yapıtına
aldığı dizeleri de aşağıya alıyorum. Nermin Bolulu
için yazılmış şiiri görelim:
(Miskioğlu’nun aktardığı şiir ... 27. sayfada yer
aldığı için, burada yinelenmedi.)
184
Osman Bolulu İçin
Ertuğrul Efeoğlu (Türk Dili Dergisi:137.s. 2010)
Sayın Osman Bolulu’nun başı sağ olsun. Tanrı
sayın Nermin Pişkin Bolulu’yu da yarlıgasın.
Onun göçünü bildiren duyuruyu Cumhuriyet
Gazetesinin 11 Ocak 2010 günlü sayısında üzüntü
ile okuduk. O da büyük yolculuğuna çıkmış. Mehçure
Karaören ile nerdeyse eş günde çıkılan bir yolculuk.
Türk Dili Dergisi’nin Danışma ve Yazı Kurulu
üyesi Sayın Sami Karaören ile Dergi’nin yazarı ve
gönüllü emekçisi sayın Osman Bolulu, yazılarını,
şiirlerini beğeniyle okuduğumuz Osman Bolulu…
İçindeki ozanı koyuvermiş, gazeteye verdiği ölüm
duyurusunda şöyle diyor: Anamdan bacımdan
üste dostum / Yiğit diye beni el içine salan / Kavgamın
slogansız ustası / Ayrıntıları aşmış gerçek
insan / Güzelliğin hası Sevgilerin omcası.
Bu dizeler büyük, ölümsüz bir seviyi anlatmıyor
mu? Kim kiminle altmış yıl yaşamış, kim
kiminle altmış yıl sonra yine yaşamak istermiş,
sevdiğiyle birlikte olmak istermiş? Saygıdeğer
Osman Bolulu sevgili eşinin ardından sesleniyor
gazetedeki duyurusunda: Altmış yıl önce size sunduğum
kırmızı gül, yüreğimden hiç sökülmeyecek,
diyor, ant içiyor. Altmış yıldır solmayan bir kırmızı
gül, bir al gül, bir tansık!
Ne mutlu ardında böyle bir ses bırakıp gidene!
Ne mutlu Nermin Bolulu’ya! …
Ev ekonomisi öğretmeni olduğunu öğrendiğimiz
Nermin Bolulu’nun seksen yıllık yaşamı
Atatürk’ün ışığıyla yunmuş, belli. Biz, gerçek Atatürkçü
Osman Bolulu’yu yaşamın içinden ya da
yazılarından, şiirlerinden tanıyorsak, Nermin Bo185
lulu’yu da tanıyoruz demektir. Birlikte altmış yıllık
ışıklı bir yol, bir Atatürk yolu az mı?
Söz konusu duyuruda Nermin Bolulu’nun tözünden
beslenmiş olan kızları, damatları, torunları
da o yolda yürümeyi sürdüreceklerine söz veriyorlar.
Göçüp giden erinç bulsun diye ant içiyorlar.
Osman Bolulu onlar adına konuşuyor:
“Senin gül ışığından yürüyeceklerdir.” diyor.
“Unanimisme’ akımının savunucularını bir kez
daha övüyoruz böylece: Bir insan ölünce tümüyle
ölmüş sayılmaz! Göçüp giden iyilerin ardından
bir ışık yolu uzar gider. O ışıklı yolda yürüyenler
olur her zaman. Yürüyenlerin sayısını kimse bilmez.
Öyle çoktur ki onlar. Örneğin ben, sözgelimi
biz, bu derginin okurları, hepimiz, o ışıklı yoldan
yürüyenler değil miyiz? Nermin Bolulu’nun yitip
gittiğini söyleyebilir miyiz? Bizden göçüp gidenleri
yok sayabilir miyiz?
Bizden önce göçüp gidenlere selam olsun,
esenlik olsun! Biz de onlardanız.
Nermin, Osman, Asuman
Ayvalık Şeytansofrası 1995
186
HÜSEYİN ATABAŞ’tan:
“Aşk iki kişilik serüven olduğuna göre, taraflardan
birinin, üstelik tek yönlü bir iç dökmenin
ötesinde, karşısındaki insana hâlâ çok şey
borçlu olduğunu söylemesi bir ömrün boşa geçmediğini,
bu birlikteliğin aşktan da üstün değerler
taşıdığını gösteriyor olsa gerek. Yani insanın
ununu eleyip eleğini astıktan sonra da o içtenlikli
sevgi ve saygı sürüyorsa, değerbilirlik dediğimiz
şey tüm görkemiyle yerinde duruyor demektir.
Elinizdeki kitap, böyle bir tutkunun, yani Nermin
- Osman Bolulu aşkının bir ömür boyu hangi
yoksulluk ve yoksunluklar içinde hangi varsıllıkları
yaratarak sürüp geldiğinin öyküsünü anlatıyor.
Osman Bolulu’nun, altmış yıl önce Gazi
Eğitim Enstitüsü’nün rasat kulesine çıkarak,
“şimdi gökyüzündeki şu ay’ı Nermin Hanım da
görüyordur” diye ona özlemle bakıyor olmasının,
dünya edebiyatında ciltler dolusu anlatılan aşk
öykülerinin hiçbirinde örneği yoktur sanırım.
O solgun ay ışığında yazılar şiirler ise........ romantizmin
doruğunda uçuyor, içtenliğin berrak
sularında yüzüyorlar… Ben de bu kitabın kahramanları
olan Nermin Bolulu - Osman Bolulu çifti
dostlarıma nice sağlıklı, mutlu yıllar diliyorum.
Onlar, örnek alınması gereken iki güzel insandır.”
(10 Ocak 2010’da Nermin uçmağa vardı. Ne
yazık ki doğa yasası ne Hüseyin kardeşin ne benim
dileğimize izin vermedi.)
Şair Atabaş’ın izniyle yazısından birkaç satır,
birkaç sözcük çıkarılmıştır.
187
Nermin’den kalan bir yazı (*)
KADINSIZ DEMOKRASİ OLAMAZ
Nermin Bolulu
Atatürk’ün; “Kızlarını okutmayan milletler, oğullarını
manevi öksüzlüğe mahkum etmiş demektir.
Hüsranına ağlasın.” sözü, öğrencisi olduğum
(1942-47) Tokat Kız Enstitüsünün duvarlarında
yazılıydı. O okulu, Atatürk devrimlerinin misyoneri
Sıdıka Avar kurmuştu. Biz Cumhuriyet insanı
olarak yetişiyorduk.
Çağdaşlığa yönelmiş herkes birbirinin yenilik öğretmeniydi.
Çocukluğumdan anımsarım; Erbaa’da
Tahrirat Kâtibi olan babam, resmi işinden çıkınca
halktan kişilere okuma yazma öğretiyordu. Bunlardan
birisi sobacı, ötekisi kasaptı.
Benim bir Sıdıkam daha var:
Subay dedem Ahmet Efendi,babam üç aylıkken,
Yemen’de şehit düşmüş. Babannem Sıdıka
Hanım 25 yaşında, üç aylık çocuğuyla dul kalmış
Arap çöllerinde. Anam dört yaşımdayken öldü.
Sıdıka Hanım, anam oldu. İlk cumhuriyet baloları
verilirken, Erbaa’da, çarşafı sıyırıp çağdaş giyimine
girdiğini biliyorum. Kimse zorlamamıştı onu.
Hep o giyimde kaldı.
Okurken destekçim oldu, öğretmenliğimde,
görevlerimde benimle geldi, can yoldaşım oldu.
Babaannemi, Sıdıka Avar öğretmenimi düşünüyor,
bugün kadınları çağdaş konumundan kara
çarşafın altına çekenleri gördükçe şaşırıyorum. O
nedenle, sorularınızı da kadın ve demokrasi konusuna
ağırlık vererek cevaplayacağım.
188
Türkçe öğretmeni Sıdıka Avar, Doğu illerindeki
görevinden gelmişti müdür olarak Tokat Kız
Enstitüsünü kurmak için. Ufak tefek yapılı narin
bir çiçeğe benzeyen Sıdıka Avar, İzmir’de öğretmenken,
hapisanedeki mahkumlara, görevine ek
olarak okuma yazma öğrettiği için Atatürk’ün
dikkatini çekmiş.
Özel olarak ve kendi isteğiyle Doğu’ya gönderilmiş.
Oralarda, katır sırtında köylere ulaşmış,
dağdan belden kız çocuklarını toplayıp getirmiş
yatılı okullara, yetiştirmiş onları. Cumhuriyet öğretmenlerinin,
Cumhuriyete inanıp görev yapmış
insanların arasında, pek çok öğrencisi vardır,
Sıdıka Avar’ın. O bir Cumhuriyet misyoneri, inanmış
bir eğitimci ve aydınlanmacıydı. Cumhuriyet
okullarından yetişen kadınlarımız, bizim kuşağımız,
Sıdıka Avar’ın öğrencisi olsun olmasın,
onun anlayışındadır. Onun gözüyle bakmıştır eğitime,
onun anlayışıyla sarılmıştır işine.
İnsan şaraba benzer, ilk vurulduğu küpün
tadını taşır demişler. O küp ailedir. Daha çok da
ana. Ne değin ailesine bağlı, iyi insan olursa olsun,
erkek sabah işine gider, akşam dönerken bir
yerlere takılır. Genelde tatil zamanları da canını
dışarı atar. Ev, onun için bir çeşit otel ve lokanta
işlevindedir. Çocuklar dilini, tavrını anasından
alır. Çünkü ilk örnek ve kaynağı anasıdır. Her insan
anasına benzer biraz. Dünya kuruldu kurulalı,
erkek egemen toplumun nereye vardığı belli:
Savaşları, sömürüleri, acımasızlıkları görüyorsunuz.
Böylesinde kadınların payı ne kadar? Yaşamı eğitilmiş
kadın ve erkeğin ortak kararları biçimleseydi,
kadının o ana yüreği, ince bakışı devreye girseydi,
acaba dünya şimdiki halinde mi olurdu?
Atatürk, o Batının uygar denilen devletlerinden
önce kadınlarımıza seçme seçilme haklarını
189
verdi. TBMM’ye Türk kadınını soktu. Hayat, toplumsal
yapı kadınla erkeğin oluşturduğu bir
bütündü. Kadınsız demokrasi olamazdı. O nedenle
söylemiştir, yukarıya alıntıladığımız sözü. Atatürk’ten
sonra, onun kurduğu eğitim dizgesinden
kızların yararlanmasına hayli sınırlar getirilmesine
karşın, bakınız, Türkiye’de kamu yaşamında görevli
kadın sayısı az değildir. Hele üniversitelerde
öğretim üyesi bakımından Batıya fark atar. Cumhuriyet
eğitiminin önü kesilmeseydi, Sıdıka Avar’lar
çoğaltılsaydı, şimdiki açmazları yaşar mıydık?
Yeterli mi bu kadarı? Zaman zaman politikaya
girmiş kadınlarımız, Atatürk’ü doğru mu anladılar,
yoksa oy avcılığı için görmezden mi geldiler?
Çağcılım diyerek kadın/erkek ayrımını körükleyenler,
gerçek kadınların toplumdaki yerini doğru
algılayıp yorumlayabilmişler miydi? Kız erkek
okullarını kim ayırdı? Kızlarımızın okumasına eğitilmesine
olanak yaratmanın önünü kesen kimler ve
hangi uygulamalar?
Televole, paparazzi kadınlarını geçiyorum. Tersine
dönüşün kimlerle ve nasıl geliştiğini anlatmanın,
uzun kaçacağını bilerek, hemen bugünden
bir alıntı yapacağım.
“Katili sokağa saldılar. Belki yakında başka
Ali’ler kurban seçilecek. Kıraç’a kin duymuyorum.
O bir zavallı! Bir hiç! Ucuz ve satılmış bir tetikçi!
Eğer gerçekten inanıyorsa, onu Allah’a havale
ediyorum.” (8 Aralık 2002 Cumhuriyet) Bu bilinçli,
bilgece sözün sahibi Türkân Günday. Gümüşhane
Barosu eski Başkanı Ali Gündayın eşi.
Baro başkanı Ali Günday; Gülay Yıldız, Derya
Şimşek adlı iki hanım avukatın duruşmalara
türbanla girmelerine karşı çıkmıştı. Buna tepki
duyan İzzet Kıraç Tarsus’tan kalkıp Gümüşha190
ne’ye gelip öldürmüştü (25 Temmuz 1995) Günday’ı.
Gazeteler yazıyor. İzzet Kıraç, şartlı tahliye yasası
gereğince salıverilmiş. Kazandığı meydan savaşından
dönmüş gibi, Trabzon Gazeteciler Cemiyetinin
Bayram Gazetesine açıklama yapmış:
“Allah’ın şeriatından başka hiçbir şeye inanmıyorum.
Ali Günday’ın şahsında kurşunları sisteme
sıktım. Bu olay basit bir cinayet değil, inancıma
yapılan saldırıya karşı tepkidir. Yaptığımdan
pişman değilim.” İzzet Kıraç’ın sistem dediği demokratik,
laik, bilimi kılavuz edinmiş Türkiye
Cumhuriyeti, Atatürk devrimi ve Türk aydınlanmacılığı.
Saldırgan, kendisini kahraman sayıyor.
Niçin işlemiş bu cinayeti, iki hanımın türbanı
için. Türban, başörtüsü niteliğinden çıkmış, şeriatın
simgesi kabul edilmiş. O inançla silaha sarılmış
İzzet Kıraç. Bu bir bölücülük değil mi: Türbandan
yana, karşı olan…
Onu da aşıyor Kıraç; savaş açıyor kendisi gibi
giyinmeyeni, düşünmeyeni öldürme hakkı görüyor,
kendisinde.
Katil İzzet Kıraç, Baro Başkanı Ali Günday,
Başkanın eşi Türkân Günday, türbanlı avukat
Gülay Yıldız, türbanlı avukat Derya Şimşek; zaman
bakımından düşünürseniz, aynı çağın insanı.
Edim, tutum ve anlayışlarına bakarsanız,
sanki aynı çağda yaşamıyorlar.
Avukat hanımlar, Cumhuriyet’in abece devriminden
ve okullarından yararlanarak avukat çıktıklarından
habersiz. İzzet Kıraç, kendisini Allah’ın
yerine koyuyor, aklınca insanları cezalandırıyor.
İnandığı dinden imandan çıktığının farkında
değil. Karanlıktalar. Burada ayraç içinde, böylelerini
kimlerin arkaladığını düşünmenizi isterim.
Ali Günday, çağdaş ilkeler için, gözünü budaktan
191
sakınmayacak bir aydın tipi. Türkân Günday,
Cumhuriyet’in yetiştirdiği bilge bir kadın. Özel,
küçük duyguları aşıyor, çağdaşım diyen Türk kadınına
örnek olacak büyüklükte.
Buraya nereden, nasıl geldik? Uzun etmeyelim.
2002 yılında siyasal iktidarın, türbanı, olağan
bir başörtüsü sayıp yasallaştırma çalışmalarına
tanık oluyoruz. Türban için üniversite kapılarını
yumruklayan kızlarımıza, Camileri türbana
araç eden din adamlarımıza, sesi çıkmadığı
gibi iktidarımızın, kamu alanlarını, dinsel gösteri
yerine dönüştürenleri var. Birisi çağın ilerisine,
ötekisi gerisine çeken kadınlarımızla nasıl barış
içinde yaşayacağız, nasıl demokrasiyi işleteceğiz?
Devrimi, aydınlanmayı, silik kadınların kişiliksiz
çocuklarının eline bıraktık? Ne dersiniz?
Kaynak:
ÖGRETMENLERİMİZLE SÖYLEŞİ: (Halise Tabanlıoğlu
Güldikeni Y.Ank, 2004) s. 131-140: N.Bolulu
1-Sorulara Yanıt 2-Yaşam Öyküsü 3-Kadınsız Demokrasi
Olmaz
Deniz, Hür, Nermin, Osman
İstanbul – Beylerbeyi, 1993
192
Etiketler:

Yorumlar (0 )